Hz. Ömer, “gençliği olmayan bir millet mahvolmuştur” derken çocukların ve gençlerin ülke için herşey olduğu gerçeğini dile getirmiştir. Evet, bir milleti yüceltmede en önemli faktör nedir diye sorduğumuzda ilk cevabın gençlik olduğunu söyleyebiliriz. Ama âhiret inancıyla dopdolu adalet duygusuyla mücehhez bir gençlik…
Gençliğin elinden tutma, ona doğru yolu gösterme ve de eğri yolun encamından sakındırma adına milletimiz asırlar boyu çeşitli vakıflar kurmuş gönül deryalarından gele gele talebeleri koruyup kollamış, burslarla onların yetişmesine ön ayak olmuştur.
Eğitimlerine devam eden, ancak maddi durumu iyi olmadığı için ihtiyaçlarını gideremeyen öğrencilerin bu konuda ki her türlü sıkıntılarını gidermek ve geleceğe hazırlamak nesillerimizin bizim üzerimizdeki hakkıdır.
Ankara Devlet Planlama da çalışan bir zat bir seyahatinde, konuşma esnasında gençliğe sahip çıkmak ve burs vermek üzerine mevzu olunca yanında oturan şahıs bu konuda yaşadığı ilgi çekici bir olayı şöyle anlattığını ifade eder.
“Bizim Ankara’da öğrencilere burs vermeye çalıştığımız bir vakfımız vardı. Hacettepe Tıp Fakültesinde okuyan Afganistanlı bir öğrenci burs ihtiyacı olduğunu söyleyerek bize müracaatta bulundu. İlk yıl ona burs verdik. Ertesi yıl imkânlarımız olmadığı için dilekçesine olumlu cevap veremedik. Okuldan arkadaşları burs bulamayan bu ihtiyaç sahibi öğrenciye Sovyetler Birliği büyükelçiliğine başvurması halinde problemine çözüm bulabileceğini anlatmışlar. O da bu tavsiyeye uyarak söyledikleri yere müracaat etmiş. Büyükelçiliktekiler de yardımcı olacaklarını ifade etmişler. Fakat Ankara’da Hacettepe Tıp Fakültesi’nde okuma yerine Moskova’da uluslararası ilişkiler okumasını tavsiye etmişler. O öğrenci de bütün masraflarının üstlenmeleri şartıyla olumlu karşılamış ve öğrencilik hayatını Moskova’da uluslararası ilişkiler bölümünü okuyarak devam ettirmiş. Okul bittikten sonra ülkesine geri dönen ve yıllarca dış destekle devam eden Afganistan’daki iç mücadele sonunda devlet başkanlığını elde etmiş olan bu meşhur öğrencinin adı ne biliyor musun: Babrak Karmal. Devletin başına geçtikten sonra yaptığı ilk icraat, Sovyetler Birliği’ni ülkesini davet etmek olmuş. Ve Afganistan’ın 1978’lerdeki işgal süreci başlamış.”
“Bir burs nedir ki” diyenler için ve önemini kavrayamayanlar için çok önemli bir hikayedir Babrak Karmal’ın hikayesi. Görüldüğü gibi bir burs bir şahıs, bir şahıs ise koca bir devlet demektir.
Anadolu’nun temiz nasiyelerinden, gönül pınarlarından kopup gelen ve hiçbir art niyet taşımadan dünyanın dört bir tarafına adalet, hak hukuk götürmeye azimli insanlar yetiştirmek için burs veren insanların bu gayretleri, himmetleri kesilmeden yürümesi lazım. Tarihimizde hep böyle olmuş tâ Efendimiz (sas) dönemindeki ilim tahsili yapan suffa ehline yardım eden himmeti geniş sahabe efendilerimizden bugüne kadar, hep sivil bir toplum desteği olarak devam edegelen bu yardım ve burs hareketi gençlerimizin geleceği adına çok önemli bir yer tutmuştur.
Osmanlı’da vakıflar her yere ve her sosyal alana hizmet götürmüş ve devletin günümüzdeki gibi iç ve dış problemler sebebiyle malî sıkıntılara girdiği dönemlerde, vakıflar sayesinde eğitim, sağlık ve dini hizmetler eksiksiz yerine getirilmiştir. O dönem özel kurulan vakıflar sayesinde sosyal devlet anlayışına uygun olarak birçok hizmet yerine getirilmiştir.
Bugün ülkemiz çok sıkıntı bir dönemden geçiyor, bir taraftan eli kanlı terör örgütleri hergün birçok vatan evladını -ki ne emeklerle yetiştirilip vatan korumasına gönderdiğimiz gençlerimiz- kör kurşunlara hedef veriyor. Diğer taraftan ise kalbimize birer sızı olarak düşen ve hergün bir köşeden gelen öğrencilere burs veren hamiyetperver insanların istintaka tabi tutulmasını izliyor ve yüreklerimiz parçalanıyor.
Aslında elden giden neslimize geleceğin sorumluluğu üzerinde olan herkes bütün imkânlarıyla destek vermeleri gerekir.. Babrak Karmal ‘ın hikayesini okurken eminim birçoğumuzun aklından benzer şahıslar geçmiştir. Yoksa gidişat hiç hayra alamet değil…
]]>Kur’ân-ı Kerim esas yurt olan ahireti sıkça ele alır, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle, âhiret ve oradaki ödül ve cezayla ilgilidir.
“Allah’ın emir ve kazası (izni) olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O (ölüm), belli bir süreye/ecele göre yazılmıştır. Her kim, dünya nimetini isterse, kendisine ondan veririz; kim de âhiret sevabını isterse ona da bundan veririz. Biz, şükredenleri mükâfatlandıracağız.” (Âl-i İmrân, 145)
“Her nefis/can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 57)
gibi ayetlerle ve;
“Lezzetleri yok eden ölümü çok anın.” (Tirmizî)
“Ölüyü (mezara kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri bâki kalır: Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle bâki kalır.” (Buhârî)
hadis-i şeriflerle, insanın sürekli ötelere hazırlık halinde olması hedeflenir.
Şehirlerde insan, hayvan ve nebatat ile dopdolu canlı organizmalardır. Bu durumu en iyi yansıtan Osmanlı şehirleri cami ve hazirelerindeki kabristanlar ile meşhurdur. Ayrıca şehir mezarları dışarıda değil ibret alınacak şekilde merkeze dahildir.
İstanbul Fatih Camii’ni ele alalım; İstanbul’daki selâtin camii hazirelerinin en önemlilerinden biri olan Fatih Camii’nin haziresi de (mezarlığı) 425 mezar taşı var. Kitabeleri ile mezar taşları, mimarî ve sanatsal yönünü ortaya koyduğu gibi yazılarıyla, işlemeleriyle ve taşıdıkları sembollerle birer kültür hazinesi konumunda.
Ayrıca tarihe malolmuş ama fani olmaları yönüyle de diğer insanlara ibret dersi veren birçok ünlü isim, manen ölüm var ve haktır demektedir.
Hazire’deki isimlerden bazıları
Ahmed Mithat Efendi, Ahmed Cevdet Paşa, Ali Emîrî Efendi, Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi Bey, Fatih’in hanımı Gülbahar Hatun, Gazi Osman Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Ahmed Amîş Efendi, Hattat Sâmi Efendi, Mehmed Es’ad Yesâri, Yesârizâde Mustafa İzzet, Ebül’ûlâ Mardin’in babası Yusuf Sıdkı Mardinî, Abdurrahman Nurettin Paşa, Abidin Dino’nun dedesi Mesnevî şârihi Abidin Paşa, Halide Edip Adıvar’ın kocası Salih Zeki Bey.
Şöyle Eminönünden Sarayburnuna doğru yürüyüşe geçelim; karşımıza ne çıkıyor görelim: Üsküdar’dan vapurla Eminönü’ne geçip öğle namazını Yeni Camiinde kılalım. Dua edip çıkınca Mısır Çarşısı yanında I. İbrahim’in eşi ve IV. Mehmet’in annesi,bir dönem saltanat naibesi sıfatıyla Osmanlı Devleti’ni bizzat yönetmiş bir Valide Sultan olan Turhan Hatice Sultan’ın türbesi bulunmaktadır. Turhan Hatice Sultan’dan başka Sultan IV.Mehmet, Sultan II.Mustafa, Sultan III.Ahmet, Sultan III.Osman ve Sultan I.Mahmut defnedilmiştir. Ayrıca bir çok şehzade ve sultanların sandukaları da burada bulunmaktadır. Bu türbeye sonradan iki türbe daha eklenmiş olup, buraya Sultan Abdülmecid ve Sultan II.Abdülhamit’in şehzadeleri, sultanları, bir köşesine de Sultan V.Murat defin edilmiştir. Türbenin bahçesinde ise bazı sultan ve hasekilerin mezarları bulunmaktadır.
Oradan çıkıp tramvay yolu istikametinde gidince sağda solda kabirler bize ahireti hatırlatır. Sultanahmed Camii tarafına geçince yine hem selalar, ezanlar dualar ve caminin etrafındaki türbeler bu dünyada hüküm ferma sürmüş nice saltanat sahibi insanın faniliğini hatırlatır.
Çemberlitaşa doğru yürürken sağda 2. Mahmut Türbesi ve haziresi tam bir meşhurlar geçidi ve ibret mekanıdır. Sultan II.Mahmut, Sultan Abdülaziz ve Sultan II.Abdülhamit’e ait mezarlar ile onların aile ve çocuklarına ait sandukçalardan sonra hazireye çıkıp fatihamızı okurken Ahmet Fethi Paşa, Süreyya Paşa, Damat Hasan Hüsnü Paşa, Sadullah Paşa, Sait Halim Paşa, Şevknihal Kadın, Revnak Kadın, Ferahnuma Kadın, Talha Ağa, Hasan Fehmi Bey, Ahmet Samim, Muallim Naci ve Ziya Gökalp, burada yatan isimlerden bazılarıdır.
Beyazıd’a oradan Eyüp Sultan’a oradan İstanbul’un hangi semtine girsek gidelim karşımıza ahireti hatırlatan mimarileriyle camiler, türbeler ve hazirelerdeki mezarlar ile ders vermektedir.
Bir cadde üzerinde onlarca padişah, sultan hanımlar, şehzade, alim, edebiyatçı, paşa mezarları görünce insana ölüm hakikatini hatırlatmıyor mu?
İmanın ,inancın taşa vurulmuş mührü olarak ahiret endeksli mimari dünyada bize mahsustur.
Ama Cumhuriyet dönemi ve bilhassa da son 15 yılda inşaatlara bakınca değil ahireti hatırlatmak beton yığını haline gelen ruhsuz binalar siteler, yığınların dünyada bile birbirini hatırlamayacağı şekle dönüyor. Seküler hayat insanımızı esir alınca ne hayat tarzı, ne mimari tarzı ne de inandıklarını temsil etme hepsi ama hepsi rafa kalkmış durumdadır.
Allah’tan hayattan ibret alan nesillere kavuşmak, hayata yansıtmak dileği ve duasıyla..
]]>Yazmaktan bile utanıyorum… Suriyeli mülteci kardeşlerimizdi onlar bizim, ülkeleri iç savaşın içinde olunca en güvenilir gördükleri din kardeşlerinin bulunduğu ülkeye Türkiye’ye koştular.. Sığındılar… Sığınmak ne demek biz onları veda tepesinde hoş geldinler ile karşılamamız gerekirdi, ama yapamadık.
O Devlet-i Alî’nin hamiliği yoktu biz de, muhacir muamelesi yerine sığınmacı muamelesine tabi tuttuk. Mülteci dedik kamp kurduk, ama insani olduğunu söyleyemeyeceğimiz şartlarda onlara yer verdik o yüzden gönüllerine giremedik, dertlerini çözemedik ve yalnız bıraktık.
Onların çoğu kendi başlarının çaresine bakmak üzere ülkeye baştan başa yayıldılar. Ama gittikleri şehirde istismara uğradılar, çalıştırıldılar yevmiyelerini alamadılar, ev kiraladılar iki katı fiyat istediler. Onlarda güvenli bulamadıkları bu Müslüman ülkeden de kaçma planları yaptılar… Batıya..!
Batıya giderken battılar… Batırıldılar… Orada da ihanete uğradılar. Yollarda onlara sahte can simitleri sattılar, teknelerle gece vakti batı sahillerine götüreceğiz dediler ya denizin dalgalarında boğuldular ya da aldatılıp başka bir sahile götürüp ümitlerini de çaldılar.
Büyük ülke, misafirimiz deyip ülkenin her yerine salmamalı idi. Halkıyla elele bu muhacirlere ensar olmalıydı. Paylaşmalıydı. Ama maalesef o civanmertliği gösteremedik. Şimdi cami avlularında, yol kenarlarında dilenenleri görünce kanıksamaya da başladık, vurup geçiyoruz yokmuş gibi.. Ah İnsanlık; nereye kayboldun!..
Onlarda bir şairlerinin dediği gibi;
“Artık yorulduk, göç etmekten, taşınmaktan, isimsizlikten, unutulmaktan, ağlamaktan, aç kalmaktan, çıplak kalmaktan, yalnızlıktan, utanmaktan, sevgisizlikten ve hasret kalmaktan, ölmekten, ev bulamamaktan, sesimi duyuramamaktan, çığlık atmaktan, dönmek istiyorum demekten ve bu savaş bitsin demekten artık yoruldum”
Artık ağlamalarda kesildi, gözpınarları kurudu, içten içe analar babalar sessizce ağlamaya durdular. Çocuklarının geleceğini kurtarma adına kendilerini fedaya adadılar. Medyayı taradığımızda herkes Suriyelilerin dramı diye yüzlerce yazı ve haber kaleme alıyor görüntü çekiyor. Artık yorulan kardeşlerimiz çözüm bekliyor haber değil.
Vatansızlık, ilgisizlik, yalnızlık ve itilmişlik onların canına tak etmiş durumda. Dertli dertli söyleşip çığırıyorlar…
“Ey vatanım ve sevgilim, sen nerelerdesin,
ben şimdi nerelerdeyim, bir birimizden haberimiz var mı?
Ayrıldığımızdan bugüne kadar ne kadar zaman geçti,
ancak senden bir haber alamadım.
Suriye, Suriye’nin her yerinde yaşayan kardeşlerim sizlere selam olsun,
acaba tekrar dönerde eskisi gibi birlikte çalışıp bu ülkeyi imar edebilir miyiz?
Annelerimiz çağırıyor, çocuklarım gitti acaba geri gelirler mi?
Acaba gidenlerden birileri haber getirebilir mi?
Ağlıyorum bu hale ve göz yaşlarım iki yanağımdan yana süzülüyor,
yarama tuz basarak acımı bastırmaya çalışıyorum ey sevgili vatanım.
Bu vatanın çocukları nerede? Suda mı, toprak altında mı?
Acaba hangi ülkede haberiniz var mı?
Ey vatanım ve sevgilim, sesimi yükseltmekten içime kahır bastı,
döneceğim ey vatanım bekle beni yeter ki sen ağlama.
Ey Suriye içinde kimse kalmadı, kimsesiz kaldın ama bekle döneceğim sana.
Ey vatanım biliyorum, sokakların ve mahallerin boş ve yaşlıların seni terk etti.
Biliyorum sen de benim gibi ağlıyorsun ama ne yapabilirim sana bekle beni memleke
Kamplar dışında kalan kadın ve çocukların acil şekilde korunması, hayat kalitesinin artırılması ve istismara fırsat verilmemesi gerekir. Kadın sığınmacıların ‘dini nikâhla kandırıldığı’ ve ‘fuhuş ağına düşürüldüğü’ yönündeki iddialardan bahsediliyor. Tüm bunların birinci sorumlusu ülkenin hükümetidir.
Sahabe şuuru ne idi; Yaşatma İdeali idi. Yani başkası için yaşama. Evet, Allah şuurla sinelerimize öyle ızdırap tohumları saçsın ki, başkaları huzura kavuşacağı ana kadar bize, kendi huzurumuzu, sıcak yuvamızı ve çoluk çocuğumuzla hemdem olmayı unuttursun!
Gerçekten ızdırap içinde çoluk çocuk inim inim inleyen Suriyeli kardeşlerimize ferdan ferda sahip çıkmalıyız. Mahallemizin misafirleri deyip onları koruyup gözetmeliyiz. Allah muhafaza üç sene önce onların da hayalinden geçmezdi bu zulüm ve vatanlarından kaçış.. Biraz empati yapmalıyız..
]]>O, yılların edeb timsali, tecrübe yumakları ve torunları için ufuk insanlar artık yok evlerimizde. Baştan evlilik binası kurulurken hiç hesapta yoklar baba ve anne. Zaten aile de hesabını iş hayatına göre yapıyorsa artık beraber olma düşüncesi hepten rafa kalktı demektir.
Anne baba evlat yetiştirirken temsil abidesi konumunda evlerimizin bereketi baba ve annelerimiz yok, onlarda yalnız. İşinden yorgun argın dönen aileler, akşam olunca çocuklarını ancak ya televizyonda lüzumsuz çizgi filimlerle ya da akıllı telefon veya tabletlerle oyalama yoluna gidiyorlar. Bu da ancak çocukları sağlıksız, şişman, eğitimsiz ve de kontrolsüz bir hale getiriyor. Yeni nesil dizinin dibinde büyüyeceği çınarlarını kaybetti. Sonuç ise huysuz ve yalnız büyüyen evlatlar..
Artık öyle bir algı yerleşmeye de başladı ki, kızım, oğlum rahatsız olmasın düşüncesinde baba (dede) ve anne (nine); çalışıyoruz onlara bakamayız fikrinde gelin veya damat. Maalesef herşey dünyaya göre şekilleniyor, dünya malından kazancından ödün vermemek adına gecesini gündüzüne katan
karı-koca, iş cennetleri kazanmaya ayağına gelen fırsatı elinin tersiyle itiyor. Her gün yalnız yaşayan baba ve anneler, dede ve nineler, sayıları güngeçtikçe artan huzurevlerine konan yaşlılar.. Ne büyük bir dram. Adına huzurevi denmekle huzurun gelmediği yerler ve kırık kalpler.
Şöyle çocuklarımızın dünyası için titrediğimiz kadar onların ahiretleri için de titreyebilsek ve hem onlara hem de karı-kocaya ailede hüsn-ü misal olacak yaşlı, tecrübe sahibi insanlarla beraber olsak hayatımızın şekli değişmez mi? Aile büyüklerinden tevarüs eden ölçü ve adabın kavranması ve yaşayışımızla bu güzel geleneğin devamının sağlanması bugün aile içinde dede ve ninenin varlığına ihtiyaç hissettiriyor..
Nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır;
Çocuklarımıza şöyle bir bakalım,babasının, büyüklerinin karşısında edepli oturmayı biliyor mu?. Evde baba ve anne varken ayağını uzatıp oturuyor mu? Büyükler konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil oluyor mu? Büyükler odaya girdiğinde hemen toparlanıp, kalkıp onlara oturmaları için yer veriyorlar mı?
Baba sofraya oturmadan sofraya el uzatılmayacağını, babanın gelip, «Besmele» çekerek huzurla hep beraber yemeğe başlanmayacağını..? Sonunda da sofra duâsının yapılması gerektiğini biliyorlar mı? Evet, Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir.
Gelelim göstere göstere şeffaf poşetler içinde çarşı ve pazardan eve alınan yiyeceklere; Komşuların da gözü kalır hakkı geçer gibi bir düşünce verebildik mi çocuklarımıza.. Ama eskiler ne derdi, “Evladım alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde… Hiç şifâ olur mu yavrum?” Bunu anne baba bile atlarken, evde nine ve dededen mahrum yavrulara kim verecek?
Sonra ev mahrem alandır, burada yaşananların dışarıda anlatılmaması gerektiğini verebiliyor muyuz? Yenenler, içenler, muhabbetler ve kavgalar..Ama iletişim deyip anlatmak ne ki, sosyal medya adı altında fotoğrafların bile serrişte edildiği bir toplum da edebi nasıl ve kim verecek.
Büyüklere saygıdadır evin bereketi. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Koca çınarlar artık yok, bunlar okuyarak olmuyor temsil edecek o insanlar olmayınca herşeyimiz ortaya saçıldı.
“Hayâ, utanma îmandan bir şûbedir” buyuruyor Efendimiz (s.a.s.). Bu hayayı yeni yetişen nesle örnekleriyle verecek olan da işte o şahsiyetlerdir.
Evet unuttuklarımız, ihmal ettiklerimiz veya hayatımızdan dünyalık adına çıkardıklarımız geri dönüp bize stres, dert, problem olarak yansımaktadır. Hayatta iken cenneti kazanma fırsatı olan ve de Allah’dan (c.c.) sonra en büyük hak sahipleri olarak Kur’an’da bildirilen baba ve annelerimize gelinler ve damatlar olarak sahip çıkalım, çocuklarımıza güzel örnek bu insanları hanemizin bereketine vesile kılalım.
]]>Evet tek parti döneminde, özellikle milletinin imanının selamette görmeyip birinci hizmet iman hizmeti dediği ve bütün himmetini buna hasrettiği dönemde memleket memleket sürgüne gönderilip, bir cani muamelesi gören Hz. Bediüzzaman ve Nur talebeleri, siyasi olarak havanın yumuşadığı, halkın teveccühünün o günkü partiye yöneldiği zaman diliminde de farklı muamele görmemişti.
O dönem ki istihbarat servisi Nur talebelerini birer birer takip edip fişlemiş ve mahkemelere sevkederek tutuklamalar yapmışlardı. Nurun avukatı Bekir Berk’in takip ettiği 700’den fazla dava beraatle sonuçlanmasına rağmen yine aynı hükümlere istinaden dava açılmaya devam etmişti.
Bediüzzaman Hazretleri, Ezan-ı Muhammedinin Arapça aslına çevrilmesinden dolayı Demokrat Parti’yi tebrik ederken kendisine yapılan eziyetleri hiç kâle almadan desteğini sürdürmüş, “Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim.” dileğini belirtip particilik damarı ile yapılan şenaatlere de ciddi uyarı da bulunmuştu.
“Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.” Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.”
1969 yılında Münevver Ayaşlı çok ses getiren bir yazı kaleme alarak Menderes dönemi Üstad Hazretlerine yapılan zulmü ve neticesini geleceğe uyarı mahiyetinde ifade etmişti.
Bediüzzaman Hazretleri’nin bütün bu uyarılarına rağmen Demokrat Parti hükümeti bu manevi destekçisi zâta çektirmediğini bırakmamıştı. Münevver Ayaşlı Hanımefendi’nin “Buna mukabil Menderes ne yaptı? Açıkça bir dostluk göstermekten korktuğu gibi, âdeta Bediüzzaman’ın mânevî müzaharetinden kompleks duydu ve âdeta hicap duydu.” tespiti ile aslında Menderes’in kendi sonunu hazırladığını ifade ediyordu.
Yine Ayaşlı Hanımefendi; “Hayır. Zira gönül gözü açık olan velilerin, küçük ve bücür ihtilâlciler gibi indî, hissî ve dar görüşleri yoktur onların.” yaklaşımı ile Üstad Hazretlerinin yapılanlara karşı yaklaşımını özetliyordu.
4 Ekim 1969 tarihli Sabah Gazetesindeki yazısında Münevver Ayaşlı; ” Büyük veliler, hakikati ve geleceği apaçık görürler, Menderes ve onunla beraber yıkılacak olan nizamdan sonra, memleketin ne hâle geleceğini görüyorlar, biliyorlardı ve bunun için vatan düşüncesi ve vatan sevgisi ile dört elle Menderes’e sarılıyor ve onu mânen yalnız bırakmıyordu.” der. Münevver Ayaşlı, devamında ise Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin bu dünyadan göçtüğü gün Adnan Menderes üzerindeki müzaharetinin kalktığını söylüyordu. Bunu, kalp gözü açık olmayan göremez, duyamaz, bilemezler… Ama, ne çare ki hakikat budur…” demekteydi.
“Fakat, mânevî ve gizli kuvvet ve münasebetlerin, sûrî ve batınî iktidarların beraber yürüdüğünü görmek, her ne kadar kuvvetli olursa olsun sûrî bir sultanın, mânevî bir sultanın himmetine muhtaç olduğuna inanmamak veya inkâr etmek olmaz.” derken Münevver Ayaşlı ciddi bir hakikate parmak basıyordu.
Evet, veli zâtların uyarılarına rağmen, iktidar sahipleri manevi himayeye ihtiyaç hissetmiyor veya kaçıp kurtulmak istiyorlarsa hem kendini tüketiyor hem de ülkeyi anarşiye teslim ediyorlar demektir.
Kanaat önderleri, manevi zâtlar, basiret ehli ülkenin manevi destekçileri ve muktedirleridir. Menderes dönemi bu yönüyle ezberlenecek şekilde incelenmeli ve ders alınmalıdır.
Ruhun şâd olsun Münevver Ayaşlı Hanımefendi..
]]>Çünkü söz de durmama bize ait bir nakısedir. Cenab-ı Hakk, her durumda kullarına doğru yolu gösterip, eğri yollardan da sakınmasını emrederken vaadettiklerini de saymaktadır.
Devran o kadar acımasız ve hızlı ki… O kadar eracif karşısında matlaşıp sözümüzün eri olduğunu gösteremedik mi, emanete hıyanetlik edip mukaveleyi tek taraflı feshetmiş oluyoruz. Dünya işlerin de bile yaptığımız sözleşmelere uymak için azami gayret gösteren biz, Mukaddes bu anlaşmayı unutup peşin ücrete dalarak ebedi hayatı zindan edecek yola girebiliyoruz.
Hz. Peygamber bu konuda temsil de en güzel örnek, Allah’ı ve müstakim yolu anlatmada sürekli eza cefa görüyor, asuman-ı zemin hürmetine yaratılan Zat (s.a.s.) , sırtına işkembe konması gibi nice zulümlere sabrediyor. Onun ashabı o yolda çeşitli eziyetlere dûçar olup “Allah’ın yardımı ne zaman” diyecek noktaya geliyorlar.. Devran hiç bitmiyor onlardan sonra, daha sonra hep mihnet, eziyet ve çile aynı. Ama sabır ve sözde durma da aynı. Duran kazanıyor, bozan kaybediyor.
Ya tarihi içinde yaşadığımız gelecekte parmakla gösterilecek bu zaman dilimi.. Evet bu dönem evlatlarımız inanmakta bile güçlük çekecekleri, hafızalarının almayacağı zorbalıkları dinleyip ve okuyunca; Yaşayanlar için ama “sözlerinin eriymiş onlar” dediklerinde şahidliklerini bir takdim olarak arzedeceğiz inşaallah.
Bütün bu müjdelere ermek elimizde ortada Mukaddes bir Antlaşma var, kuralları yazılı altına imza atmışız. Üstelik de süreli bir antlaşma; kısa dünya hayatı ile sınırlı. Ebediliği kazanmada değerli bir antlaşma..Uymak ise bize düşüyor. Söz veren ise Yüce Yaratıcı..
]]>Öyle fitnelerin kol gezdiği bir dönemdeyiz ki, ahirete inandığı halde elinden ve dilinden emin olmayan bir topluluk haline geldi cemiyet. Böyle zaman dilimlerinde aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanlar birbirine sıkı sıkıya bağlanıp kıymet bilmelidirler. “Bir musibet bin nasihatten evladır” fehvasınca kaşının karası gözünün rengi deyip kıymet bilmediğimiz arkadaşlarımızın değerini anlayıp ders almalıyız.
Açık yüreklilikle şunu ifade etmeliyiz ki, ister dostlarımız ister iş arkadaşlarımıza bugün bize imtihan vesilesi olanları görmeden empati ölçülerinde davranmıyor, haklı pozisyona kendimizi koyuyor ve kıymet bilmiyorduk. Esen rüzgârlar karşımıza değersiz, pespaye insanlar çıkardı. Gördük ki, kıymet bilme de kusurlarımız var, “Ev danası öküz olmaz” misali gözümüz dışarı da idi. Ama ‘dışarı’ acımasız, enaniyetli, kibirli, pazarlamacı idi. Kendini iyi satıyor ve göze girmede mütevazı insanları ezip geçiyordu.
Ehliyet, kurum kültürü ve davranışlarla desteklenmesi gerekirken yarıyolda bırakıp gidenler bize ders verdiler. Bugün evrensel değerlerden nasibini almamış, benlik ve egoistlikte bir numara insanlar bize “dostlara sahip çıkın” mesajını manen ilettiler. Hele kader değerli yöneticilerimizin konumuna gelen nasipsizleri görünce “bu size ders olsun” diye cebren söyletti.
“(Dalından) bir yaprak düşmesin ki, onu da biliyor olmasın; bunun gibi, ne yerin karanlıkları içinde bir dane, ne de kuru ve yaş hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap’ta (Allah’ın İlmi’ne dayanan Kader Kitabı’nda ve Kudret’in kapsamı içinde) bulunmasın.” (En’am Sûresi, 59)ayetinde bahsedilen bir kuru yaprak bile O’nun izni haricinde yere düşmüyorsa bu sosyal olayların kadere bakan yönünü ele alıp ders çıkarmalıyız.
Zulüm ilelebet devam etmez. Buna itikadımız tam. Ama başımıza gelen her imtihandanı Allah’a yakınlaşma vesilesi yapıp ve ondan ders çıkarıp geleceğe hazırlanmak ise bizim için düstur olmalı. Gelecekte ahlakî, fıkhî değerlere sımsıkı sarılarak Müslümanlığı yaşayıp kıymet bilerek karşılaşacağımız daha birçok badireyi atlatacağımıza inanıyorum. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir, kıymet bilemediğimiz nimetleri Allah, (c.c) elimizden alıyorsa akledip müstakim çizgiyi kaybetmememiz gerekir.
]]>
Hizmet etme kadar, yaptığımız hizmetin isabetli olması, Allah ve Rasulü’nün (sallahu aleyhi vesselam) rızası doğrultusunda olması çok önemlidir. Hizmet etmenin yüzlerce yolu vardır; kimi uzun, kimi kısa, ama çağının çocuğu (ibn’üz-zaman) olan zatın ortaya koyduğu yol ve yöntemin peşinden gitmek nasip ve seçilmişlik işidir. Bunun bir kıymet olduğunu bilip ona göre hareket etmelidir.
Bu öyle gayretlerin neticesinde elde edilecek şeylerden değildir. Neden mi; bir misal: Bir delikanlı, yeni okulunu bitirmiş, içi kıpır kıpır hedefi istikametinde yurtdışında hizmete koşmalıyım deyip yola çıkar. Adını bilse de yerini haritada gösteremeyeceği o yere giderken, kendisini karşılayacak bir aşina yüzün olmadığını da bilerek çıkar yola. Kendisini havaalanında başka bir misafiri karşılamaya gelen fakat misafir gelmediğinden geri dönmekte olan kişi ile tanışıp o ülkede okul açma niyetinden bahsedince karşısında buna müzahir birini bulur. Şimdi soralım ve Hocaefendi’nin deyimi ile söyleyelim; öyle bir gemide yol alıyoruz ki, geminin ne yelkeni var, ne de havada rüzgâr var. Ama gemi hedefine doğru tam istikamet gitmektedir. Biz buna bu iş ancak Allah’ın işidir demekten başka ne diyebiliriz.
Yüzlerce örneğinin gösterileceği ve Uzakdoğu’dan, Yakındoğu’ya, oradan Amerika ve Afrika’ya yedi kıtada farklı coğrafya ve kültürlere uzanan bu fikir ve aksiyon insanları neticesi itibariyle bu dava “Allah’ın davası” demekten başka bir itirafları olamayacaktır. Bizlerin bu hizmette istihdam olunma şerefi ise baş-göz üstüne.
Şöyle dönüp bakmalı kırk yıldır izinden gidilen bu hizmete Allah’ın nasip ettiği, Sahabeden sonra kimseye bu ölçüde nasip olmadı. Dünyanın bugün itibariyle 160 ülkesine sevgi ve barış köprüsü kurmak, bir ayağını manevi noktaya güçlü bir şekilde sabitleyen bu hareketin fikir yapıcısının ve ona inanan yoldaşlarının nasibi.. Ama “ bu yol uzundur, geçidi çoktur, derin sular var ” misali imtihanı olan bir yol. “Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır…” (Tevbe.111) ayetiyle hedefin çok yüce olduğunu ifade ettiği bir yol.
O devrin siyasileri İmam-ı Azam’a, İmam-ı Rabbani’ye zulmettiler hapsettiler sürgünde ölmesini sağladılar. Niyaz-i Mısri’ye zulmeden o devrin padişahları sürgüne gönderip etrafını dağıtmak istediler. Mevlânâ Halid-i Bağdadî’ de yine kendi devrinde ciddi istintaka tabi tutulup bazı dinî ve idarî çevrelerin iftira ve baskıları ile öldürülme teşebbüslerine maruz kalmıştır. Bediüzzaman Hazretleri ömrü boyunca sıkıntılardan, esaretlerden, memleket hapishanelerinden bir an dur kalmamıştır.
Bütün bu misaller bu yolun sıkıntılarla dolu olduğunu, ama cennete giden bir yol olduğunu göstermektedir. Rıza-i İlahi yolunda Yunusvari;
Ya gonca gül, yahut diken, Ya hayattır, yahut kefen. Nârın da hoş, nurun da hoş, Kahrın da hoş, lütfun da hoş.
Diyebilmek eastır. Ama lütufların sağnak sağnak yağdığı dönemde bunu demek yanında kahır döneminde de diyebilmek ve kendimize çekidüzen vermektir babayiğitlik.
]]>
Gösterelim bir babayiğitlik, kendimize gelelim ve haram, helal nedir; sınırlarım, haklarım hududlarım nereye kadar diye bir araştıralım sonra dönüp ben ne yapıyorum, çizgiyi mi aşıyorum diyebilelim.
Göstermeliyiz bir babayiğitlik, ölümün en büyük hakikat olduğunu, hesab verecek olduğumuzu, zerre miktar haksızlığımızın yanımıza kar kalmayacağının İlahi beyan olduğunu hatırlamalı ve irkilmeliyiz.
Ne yemeliyim ki, maneviyatıma tesir etmesin, nasıl bir iş tutmalıyım ki, hak yemeyeyim. Bütün bunlar öğrenilmesi ve neticede hayata tatbik edilmesi ihmal edilmemesi gereken şeylerdir ama hakkıyla yapıyor muyuz?
Bütün emareleri bize ahir zamanı hatırlatan bu günümüz öyle yabana atılacak bir gün değil. Allah muhafaza imanın elde kor olduğu, dinin dünyaya satıldığı böyle bir zaman diliminde Sahabenin temsil ettiği şuur ile mesuliyetimizi yerine getirmek zorundayız.
Alimin günahkar olduğu, idarecilerin halkına zulmettiği ve dini kendi kafasına göre yorumlayan ve rağbet te gören cahillerin olduğu bir dönemde şahıslara takılıp kalmadan dini kaynağından öğrenerek hayatımıza hayat yapıp tavizsiz babayiğitçe dik duruş sergilemeliyiz.
Günün şartları hizmet olarak neyi gerektiriyorsa ona bütün himmetini veren, korku, tama gibi dünyada esamesi olup ötede bizi ortada bırakacak şeylere meyletmeyen, bugüne kadar Hz. Adem (as) ’dan Efendimiz (sas) ’e ve O’ndan her devirde çile çeken Allah dostlarına kadar bu menzilin sıkıntılı olduğunun idrakinde olarak hareket eden bir babayiğitlik imtihanındayız.
“Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet sahibi olmak rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı nesilden nesile aktarılır ama hep dünyada kalır… Daha ne kadar ihtiyaçlar içinde çırpınan canı düşüneceksin? Ne vakte kadar sıkıntılarla, kavgalarla dolu dünya için tasalanıp duracaksın?..” der Mevlânâ Hz.leri.
Üstad Bediüzzaman Hz.lerinin “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” döneminin idrakindeyiz..
Ömrünün çocukluk, uyku, dünya meşgalesi dışında kalan altıda biri yaşamaya değer kısmı için ebedi alemi kaybetme pahasına gelip geçici şeylerle oyalanmadan esasa yoğunlaşan bir babayiğitlik zamanı..
Haydi o zamana..
tweet
]]>
Öyle bir ifritten dönemi idrak ediyoruz ki, günahların sel olup aktığı, yalanın revaç bulduğu, mü’minin mü’mine hased ve kin beslediği çok ağır bir dönem. İşte zor bir imtihanda olduğumuzu bilerek başkasının hesabını değil, günahlarını değil evveliyetle kendimizi, hesaba çekip; ” ben nerede hata yaptım, milletimdeki bu karmaşanın müsebbibi benim yaptıklarım mı “diye nefsimizi sorgulamalıyız.
Hz. Musa (as) döneminde müthiş bir kıtlık yaşanır, günlerce yeryüzü rahmete hasret kalır. Dua dua yalvarır yağmur dilenir Allah’ın Peygamberi. Cenab-ı Hakk “ Ya Musa içinizde günahkarlar var ondan dolayı bu kıtlık” buyurur. Hz. Musa (as) “Ya Rabbi onlara bana bildir der”. Rabbimiz “ Ben Settar-ı Uyub’um onları bildirmem. Siz hepiniz günahkar olarak çıkıp hep beraber tevbe edip af dilenin” buyurur. Ve rahmet yağmur olup yağmaya başlar. Evet işin özü bizler başkalarını günahkar olarak ilan edip kendi benliğimizin altında ezilmekten kurtulup “acaba benden dolayı mı” demeli, hep beraber duaların külliyet kesbetmesi adına ellerimizi semalara kaldırıp nedamet hisleriyle avf dilenmeliyiz.
Allah (cc) imtihanlarla bizleri takva dairesine alıyor. Kazanma kuşağı açıyor, “ ala-yı illiyyin” yükseklerin en yüksek mertebesini bize gösteriyor. Aslında “ Herşeyin hakim ve maliki BEN’im, Yerde gökte Ben’den başka güç ve kuvvet sahibi yok, kalblerinizi korku ile sadece Bana yönlendirin emrini veriyor ve ihsan sırrıyla sadece ve sadece Bana yönelin” diyor.
İşin özü şımarık nefsin isteklerini bir kenara koyup, sebeblerin tesir-i hakikiden ellerini çektiği anlayışını benliğimize yerleştirip “Rabbim sadece Sen varsın, yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz” diyerek duygu ,düşünce ve amellerimizi O’nun bizi her an görüyor idraki içinde hareket ederek dualarımızı artırmalıyız.
Allah (cc) o, Gönüllerin Sultanı aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz hürmetine dualarımızı kabul buyursun. Amin!
tweet