Bir kor saç da aşkınla bendeni yak!…
Layık kıl ne olur kendi sevgine,
Ağarsın ufuklarım, olsun ap-ak.
Sen yakındın ben hep uzak yaşadım,
Şekilde kulluğu yakınlık sandım!
Taklit bendeleriydi dört bir yanım,
Gördüklerime takılıp aldandım.
Sönmüştü iştiyak-ı likâ çoktan,
Varlıktan dem vuruluyordu yoktan;
Kamil mürşit kahtı vardı o zaman,
Ve kopmuştu diller, gönüller Hak’tan.
El veren çoktu, elden tutan yoktu,
Sistem alabora, üslup bozuktu;
Aşk u iştiyâk yetimi olmuştuk,
Kalb, ruh ve sır bütün bütün buruktu.
Sevip Sen’i sevgini duyamadık,
Gurbet yaşadık, Sana doyamadık;
Aşk eşiğinize baş koyamadık,
Yıllarca ağyâr ateşine yandık.
Mecnunun olayım sevdir kendini,
Ve aşkınla sevindir bu bendeni;
Dayanamam Sensizlik ateşine,
Olsam da o babda denîden denî…
Biz kimseye kin tutmayız,
Ağyar dahi dosttur bize.
Kanda ıssızlık var ise
Mahalle vü şardır bize
Adımız miskindir bizim,
Düşmanımız kindir bizim.
Biz kimseye kin tutmayız,
Kamu âlem birdir bize.
Pişrev bize Kur’an’durur,
Vatan bize cennetdürür.
Cehennemi Hak yandırır,
O gül-i gülzardır bize.
Vatan bize cennetdürür,
Yoldaşımız ol Hak’durur.
Hak’tan yana yönelicek,
Başka yollar dardır bize.
Dünya bir avrattır karı,
Yoldan iltir niceleri.
Sürün gitsin o ağyarı,
Onu sevmek ardır bize.
Dünya haramdır haslara,
Lâkin helâldir hamlara.
Biz dünyayı dost tutmayız
O dünya murdardır bize.
Yunus eydür:
Allah deriz,
Allah ile kapılmışız.
Dergâhına yüz tutuban,
Hemen bir ikrardır bize.
Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun
Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nursun
Târik-ı gülzâr-ı âlem mâlik-i mülk-i adem
Münkirine mahz-ı mâtem mü’minîne sûrsun
Sensin ol şâh kim Süleymanlar kapunda mûrdur
On sekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun
El benim dâmen senin ey rahmeten li’l-âlemîn
Şöhretim isyân benim sen afv ile meşhûrsun
Pâdişâh-ı evvelin ü kıblegâh-ı âhirin
Evvel ü âhir imâmü’l-enbiyâ mezkûrsun
Yâ Resûlallah umarım diyesin rûz-i cezâ
Gerçi cürmüm çoktur ammâ, Itrî’ya mağfûrsun!..
(Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nden (Dergâh) alınmıştır.)
]]>GAZEL AÇIKLAMASI
Gölgesi yere düşmez böyle bir nahl-i Tûr’sun
Âlemi tutan güneşsin baştan ayağa nûrsunDünyanın gül bahçesini terkeden, yokluk mülkünün sahibi
Seni inkâr eden azabı hakeder; sana îman edene şefaat edensinO şâh sensin ki Süleymanlar kapında karıncadır
On sekiz bin âleme hükmetmek için vazifelendirilmişsinEy Âlemlere Rahmet, el benimse etek senin
İsyânıyla bilinen benim ama sen affetmek ile meşhûrsunSen önce gelenlerin sultanı ve sonra gelenlerin de yöneldiği kıblesin
Ezelden gelmiş geçmiş bütün nebilerin imâmı olarak yazılmışsınYâ Resûlallah gerçi suçum çoktur ama
Umarım mahşer gününde, “Ey Itrî affedildin” diyesin.
Tulû ettin tâ ufuktan ‘on beşinde ay’ gibi
Semalardan sürüp gelen, tutunacak dal gibi
Sen bir sultan, ben de gedâ, kapında ömür boyu
Alîl gönlüm sana muhtaç, nazar eyle ey nebî
Aşkın alev sûretinde yoluma ışık saçar
Karanlıktan aydınlığa ulaştıran nûr gibi
Bir kıtmîrim dergâhında sabırla seni bekler
Gül yüzünü esirgeme medet eyle ey nebî
Düşe kalka yürüyorum kalmadı hiç dermanım
Âh u efgân arasında inleyen bir ney gibi
İki büklüm vaziyette aşkınla yanıyorum
Lütuf eyle kereminle tut elimden ey nebî
Hicranına dayanamaz pâre pâre yüreğim
Sineleri dağlayan ateşten bir kor gibi
Şerbetimsin dudağımda sana öyle muhtacım
Cûdun ile esirgeme, bir katrecik ey nebî
Sen rehber-i küllsün bana tercümân-ı kur’ân’sın
Her bir sözün derde devâ, sadra şifa bal gibi
Sonsuzluk kuşağında tükenmeyen ummansın
O mübarek ellerinden nasip eyle ey nebî
Sana hayretâmiz halde gıpta eder melekler
İnsanlığın iftiharı muhammed’sin ey nebî
Pervez eder ikliminde rengârenk kelebekler
Ahd ü peymân ile teslim, ruhum sana ey nebî
Senin ile nurlanır sertâc olur sözcükler
Her şeyinle kudvesin nasıl anlatsam sen’i
O mübarek ismini zikretmekle gönüller
Hüşyâr olur ebed-âbâd, iki cihan ey nebî
Bir sermayem candır benim, iste hemen vereyim
Meftundur sana ruhum ebed bezminden beri
Aldığım her nefesçe salât selâm ederim
Tek umudum şefaatin esirgeme ey nebî
Billûr olur süzülür yâdın ruha, rahmettir
Cümle alem onun için halk edildi ey nebî
Ne altınla, ne yâkutla, ne zümrütle ölçülür
Es-selâtu ve’s-selâmu aleyke yâ en nebî
Âline ve ashabına iki cihan serveri
Cüneyt EREN
]]>Ölenler en son kurtuldular bu dağdağadan,
Ve göz kapaklarının ardında eski vatan,
Bizim diyar olarak kaldı kıyâmete dek.
Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek,
Harap olup yaşıyor tali’in azabıyla;
Vatanda düşmanı seyretmek ızdırabıyla.
Vatanda korkulu rü’ya içindeyiz, gerçek.
Fakat bu çok süremez, mutlaka şafak sökecek.
Ateş ve kanla siler bir gün ordumuz lekeyi,
Bu, insanoğluna bir şeyn olan, mütarekeyi.
Yahya Kemal
]]>Cânını cânâna teslîm eyleyen cân istemez
Bu misafirhânenin fânîliğin fehmeyleyen
Hâne-i kalbinde Hakk’tan gayrı mihmân istemez
Gerçi zâhir ilminin nef‘i de vardır tâlibe
Liyk esrâre irenler sûrî irfân istemez
İrci‘î âvâzı erdi mürg-i cânım sem‘ine
Bî karar oldu anınçün vird-i handân istemez
Mâsivallahdan mücerred oldu İbrahim bugün
Vârını dildâre verdi vasl ü hicrân istemez.
Kuşadalı İbrâhim Halvetî Hz.
Osmanlılar zamanında, Anadolu’da yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Mustafa eş-Şa’bânî el-Halvetî olup, Halvetiyye tarikatının Şa’bâniyye kolunun büyüklerindendir. Aydın vilâyetinin Kuşadası kasabasına bağlı Çınar köyündendir. 1188 (m. 1774) senesinde orada doğdu. 1262 (m. 1846) senesi Zilhicce ayında hac dönüşü yolda vefât etti. Vefât senesinin, 1263 (m. 1847) – 1264 (m. 1848) olduğu da rivâyet edilmiştir.
]]>
Beni dünyaya çağırma
Ona geldim fena gördüm.
Dema gaflet hicâb oldu
Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya-yı mevcudat
Birer fâni muzır gördüm.
Vücud desen onu giydim
Ah ademdi çok bela gördüm.
Hayat desen onu tattım
Azab ender azab gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu
Bekayı bir bela gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu
Kemal ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu
Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal, nefs-i zeval oldu
Devayı ayn-ı dâ’ gördüm.
Bu envâr, zulümat oldu
Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar, na’y-ı mevt oldu
Bu ahyayı mevat gördüm.
Ulûm, evhama kalboldu
Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet, ayn-ı elem oldu
Vücudda bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum
Ah! Firakta çok elem gördüm.
]]>Yok ya Abbas’ı bilmeyen, kimdi?..
O sahabiyi dinleyin, şimdi:
“Bir karanlık geceydi pek de ayaz..
İbni Hattâb’ı görmek üzre biraz,
Çıktım evden ki yollar ıpıssız.
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ilerden yavaşça oldu iyan,
Zulmetin sînesinde ukde gibi,
Ansızın bir müheykel a’râbî!
Bembeyaz bir ridâ içinde garîb,
Geliyor muttasıl mehîb mehîb.
Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık;
Durmadan karşıdan selâmlaştık.
Düşünürken selâm alan sesini,
O heyûlâ uzandı tuttu beni:
Bir de baktım, Ömer değil mi imiş?
– Yâ Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş?
– Şu mahallâtı devre çıkmıştım…
Gel beraber, benimle, üç beş adım.
***
Ne sadâ var, ne bir yürür bîdâr;
Uhrevî bir sükûn içinde civâr.
Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak…
Şu yatan beldenin huzûruna bak!
O semâlar kadar yücelmiş alın,
Çakarak sînesinden âfâkın,
Bir zaman sönmeyen nigâhıyle,
Necm-i sâhirde sanki bir hâle!
Duruyor her evin önünde Ömer,
Dinliyor bî-haber içerdekiler
Geçmedik en harâb bir yapıyı,
Yokladık sağlı sollu her kapıyı.
Geldik artık Medîne hâricine;
Bir çadır gördü, durdu kaldı yine.
***
Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.
“Açız! Açız!” diye feryâd eden çocuklarının,
Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;
Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini:
-Durunda yavrularım, işte şimdicek pişecek…
Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!
Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri…
Selamı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri.
Selamı aldı kadın pek beşuş bir yüzle.
-Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?
-Bu gün ikinci gün, aç kaldılar…
-O halde, neden
Biraz yemek komuyorsun?
-Yemek mi? Çömleği sen,
Tirit mi zannediyorsun? İçinde sâde su var
Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!
Ne çare! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.
-Peki senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın…
Tek erkeğin de mi yok?
-Hepsi öldü… Kimsem yok.
-Senin midir bu küçükler?
-Torunlarım.
-Ne de çok!
Adam emîre gidip söylemez mi hâlini?
Ah!
Emîre öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah!
Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun…
Ömer, belâsını dünyâda isterim bulsun!
-Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle inkisâr edecek?
-Ya ben yetim avuturken emîr uyur mu gerek?
Raiyyetiz, ona bizler vedîatu’llâhız;
Gelip de bir aramak yok mu?
-Haklısın, yalnız,
Zavallının işi pek çok zaman bulup gelemez;
Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez.
-Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl?
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl?
Zavallının işi çokmuş!… Nedir, muhârebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medâne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş…
Gaza! Gaza! diye git, soy cihânı, gel paylaş!
Çocukların bu sefer yükselince feryâdı,
Kadın, tehevvürü artık cünûna vardırdı;
– Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine,
Ömer! Savâik-i tel’in olur, iner tepene!
Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme:
O sayha ra’d-ı kazâdır ki gönderir ademe!
“Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver… ”
“Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!”
Gidip de söyliyeyim hâ?.. Dilencilik yapamam!
Ömer de kim? Benim ondan kerîm adamdı babam,
Ölür de yüz suyu dökmem sizin Halîfenize!..
Ömer vuruldu bu son sözle…
– Haklısın, teyze!
Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim.
***
Halîfe önde, bitik suçlu, münfa’il, nâdim;
Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık.
Sabâha karşı biraz başlamıştı aydınlık.
Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor,
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor!
Medîne’nin dalarak münhanî sokaklarına;
Dönüp dönüp hele geldik zahîre anbarına.
Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle.
Arandı her yeri, bir mum yakıp ale’l-acele.
– Şu tek Çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.
Çuval Halîfe’de, yağ bende, çıktık anbardan;
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.
Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı;
Dedim ki:
– Ben götüreydim… Verir misin çuvalı?
– Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebâli kendine âiddir İbni Hattâb’ın.
Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?
Yarın huzûr-i İlâhide, kimseler, Ömer’in
Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;
Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle.
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!
Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!
Yetîmin, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer’i!
Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
Ömer koğulmada her mâtemin civârından!
Ömer halife iken başka kim çıkar mes’ûl?
Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!
Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den…
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?
– Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi,
İdâre eyliyecek düştüğün bu ma’rekeyi?
Evet, adâleti “mutlak” hayâl edersen eğer,
Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder!
Beşer, adâleti “mutlak” tahayyül eylerse,
Görür ümîdini mahkûm her zaman ye’se.
Sen ey Ömer, ne meleksin, ne bir emîr-i zalûm…
Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlûm!
Görür bürûc-i semânın bütün sitâreleri,
Zalâm içinde, yük altında inleyen Ömer’i!
Huzûr-i Hakk’a çıkarken bu unlu cebhenle,
Değil zemîni, getir şâhid âsümânı bile!
– Uzak mı yol? Daha çok var mı?
– Ancak üç beş adım.
Mecâli kalmamış artık zavallının… Baktım:
Olanca azmini cebr eyleyip, nefes nefese;
Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise!
Sokuldu haymeye, indirdi arkasından unu:
– Bırak da testiyi yerleştirin kenâra şunu.
Hemen çakılları çömlekten indirip attı,
Uzandı testiye, yağ koydıı, sonra un kattı.
Oturmak istedi, lâkin belâya bak ki: Ocak
Hemen sönüp gidecek…
– Teyze, yok mu hiç yakacak?
Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer’e;
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere.
Ocak tüter, Ömer üfler zefir-i hârıyle;
Zemîni lihye-i beyzâ yı târumârıyle,
Sücûd tavr-ı huşû’unda, muttasıl süpürür;
İçinde rûhu yanar, cebhesinde ter köpürür!
Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman;
Bulut geçer gibi necmin hıyat-ı nurundan!
Ocak tutuştu, yemek pişti;
– Var mı teyze kabın?
Getir de indirelim…
– Var büyükçe bir kap, alın.
Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekliyecek!
Ömer çocuklara bir bir yedirdi üfliyerekl
Kesildi haymede mâtem, uyandı rûh-i süıûr;
Çocuklar oynaşıyorlar, kadın ferîh ü fahûr.
Ömer bu âlemi gördükçe gaşy içindeydi…
Dedim:
– Sabâh oluyor kalkalım…
– Evet, haydi!
Yarın Emâret’e gel teyze, öğleyin beni bul;
Emîr’e söyleriz elbette hayr olur me’mul.
***
Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık,
Biz de çıktık vedâ edip artık
Hiç görünmeksizin gelip geçene,
Doğru indik Halife’nin evine.
“Şimdi nerdeysegün doğar, kalıver.”
Diye, koyvermiyordu, çünki, Ömer.
Etti az sonra subh-i velveledar
Uyuyan şehri kamilen bidar
Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.
-Galiba, teyze, uykusuz kaldın!
İşte bağlanmak üzredir nafakan,
Alacaksın her ay gelip buradan.
Şimdi affeyledin değil mi beni?
-Böyle göster fakat adaletini.
]]>Severdi Sıddîk’ı Allah ü Peygamber
Adalet güneşi Hazret-i Ömer
Nûr-ı Kur’ân ile Osman münevver
Şecâatde Ali güneşden azher
Biz severiz Çâr-i yâr-i veliyi
Ebû Bekir Ömer Osman Ali’yi
Sevenler Sıddîk’ı Hakkâ velidir
Cehennem nârından ol zât emindir
Ömer bu İslâm’a nûr-ı mübîndir
Bu din-i İslâm’a Osmân mu‘îndir
Ali velâyetde arş-ı berîndir
Biz severiz Çâr-i yâr-i veliyi
Ebû Bekir Ömer Osman Ali’yi
Sıddîk’ı medh etdi Hazret-i Kur’ân
Hazret-i Sıddîk’dır fâtih-i imân
Ömer’dir dergâh-ı Mevlâ’ya der-bân
Osman’dır hakkıyla kâtib-i Kur’ân
Livâdârdır Ali bâ-emr ü fermân
Biz severiz Çâr-i yâr-i veliyi
Ebû Bekir Ömer Osman Ali’yi
Çâr-i yâre kurban ola cânımız
Anları sevmekdir din imânımız
Bu ümmet içinde âlî-şânımız
Mecmâ-i mahşerde nûr-feşânımız
Evliya içinde nûr-efşânımız
Biz severiz Çâr-i yâr-i veliyi
Ebû Bekir Ömer Osman Ali’yi
Sahabe-i güzîn necm-i saâdet
Her biri ferden-ferd nûr-i hidâyet
Lutfî sahabeye eden muhabbet
Dâreyinde elbet etmez nedâmet
Îtikâd-ı ehl-i imân temâmet
Biz severiz Çâr-i yâr-i veliyi
Ebû Bekir Ömer Osman Ali’yi
Hulâsatü’l-Hakâyık
]]>