O (Hz.Adem), yaratılışından itibaren sayılamayacak kadar iltifatlar görmüş; meleklere mihrap olmuş; isimler ufkunda Müsemmâ-yı Akdes muhaveresine ermiş, “emanet-i kübrâ”yı yüklenmiş; arzın imarına yürümüş; orada ebediyet düşüncesiyle bir kere daha dirilmiş; ahlâk-ı ilâhî ile tam tahalluk ederek “safiyyullah” unvan-ı celîlini almış; tabiatının gereği olarak bir kere sürçmüşse de iradesinin hakkını vererek hemen doğruluvermiş; emre itaatte inceliği ilk kavrayan olarak, Rabbine karşı o muvakkat muhalefetini her zaman nedamet hisleriyle hatırlamış ve derinden derine inlemiş; Cennet’ten uzaklaşırken bile oraya dönüş kurallarını elinde sımsıkı tutmuş ve bütün düşme haybeti yaşayan bizler gibi kimselere doğrulup yoluna devam etme örneği olmuştur. Ufkunun karardığı günlerde bile o, Cennet’e, ebedî saadete ve ilâhî cemâli temâşâya namzet olduğu ümidini hiç mi hiç yitirmemiştir; yitirmemiş ve elli türlü devrilme ihtimaline rağmen elinden geldiğince ayakta durmaya çalışmış ve hep Rabbine yürümüştür.
Aslında bu, bütün mü’minlerin de kaderi, macerası, mecburi yolu, tabiî güzergâhı ve Hak’la münasebetleri çerçevesinde hayat hikâyesidir: İnsan, Allah’a inandığı, inanması ölçüsünde O’na saygılı olduğu, nimetlerine karşı şükürle mukabelede bulunduğu takdirde gün gelir başı gökler ötesi âlemlere ulaşır, ruhanîlerle aynı atmosferi paylaşır, istidadı müsaitse gider meleklerle selâmlaşır. “Cennetü’l-Me’vâ” der ilerler ve mevsimi gelince yürür “Sidretü’l-Müntehâ”da ikamet eyler…