1. Yâ-Sîn.
2. Baştan sona hikmet yüklü Kur’ân’a andolsun ki,
3. Sen elbette (Allah’ın Mesajı’nı tebliğ için) gönderilmiş (peygamber)lerdensin;
4. Dosdoğru bir yol üzerinde.
5. O, Azîz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip), Rahîm (bilhassa mü’minlere karşı hususî rahmeti bol) olan Zât’ın kısım kısım indirdiği Kitap’tır.
6. (Yakın) ataları uyarılmamış, dolayısıyla bütün bütün gaflet içinde kalmış bir topluluğu uyarman için.
7. İnsanların çoğu hakkında Allah’ın (“Cehennem’i cinlerle ve insanlarla dolduracağım”) sözünün doğruluğu ve haklılığı ortadadır.1 Bu çoğunluk, iman etmiyor ve etmeyecek.
8. Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik; çenelerine dayanan o halkalar sebebiyle başları yukarı doğru çivilenmiş gibidir.2
9. Ayrıca, önlerine bir set ve arkalarına bir set koyduk, böylece onları her taraftan kuşattık; dolayısıyla hiçbir şey görememektedirler.3
10. Böylelerini uyarsan da uyarmasan da onlar için farketmez; onlar, iman etmeyeceklerdir.4
11. Sen, (etkili ve yararlı bir biçimde) ancak öyle insanı uyarabilirsin ki, (ön yargısızdır ve dolayısıyla irşada açıktır,) Zikr’i (Kur’ân) tasdikle ona tâbi olur ve görmediği halde Rahmân karşısında saygıyla ürperir. İşte böyle olanı (sürpriz karşılıklarla dolu bir) bağışlanma ve pek bol, artıp eksilmeyen, hiç zararsız ve bütünüyle hayır bir mükâfatla müjdele.
12. Ölüleri diriltecek olan Biziz ve insanların ölünceye kadar işleyip Âhiret hayatları için gönderdikleri (sevap ve günahları) da, (öldükten sonra) arkalarında kalan (ama Kıyamet’e kadar hesaplarına işlenmeye devam edecek) iyilik ve kötülüklerini de yazıyoruz. Biz, esasen her şeyi Apaçık bir Öncü Kitap’ta tek tek kaydetmiş bulunuyoruz.5
13. Onlara o memleket halkının halini bir misal olarak anlat: O halka da (Allah’ın Mesajı’nı tebliğ için) elçiler gelmişti.6
14. Önce onlara iki elçi gönderdik, fakat onlar ikisini de yalanlayınca, kendilerini bir üçüncüsüyle takviye ettik. “Biz,” dediler, “size gönderilmiş elçileriz.”
15. “Siz de,” diye (tepki verdi o topluluk), “tıpkı bizim gibi birer beşersiniz (yiyip-içen ölümlü birer insansınız). Sonra Rahmân, herhangi bir şey indirmiş de değildir. Siz, başka değil, sadece yalan söylüyorsunuz.”
16. Elçiler, “Rabbimiz biliyor ki,” diye (karşılık verdiler), “biz, hiç kuşkusuz size gönderilmiş elçileriz.
17. “Bize düşen de ancak Allah’ın Mesajı’nı tam olarak ve apaçık, anlaşılır bir şekilde size ulaştırmaktır.”
18. Diğerleri tehdit etti: “Biz, sizde bir uğursuzluk görüyoruz; sizin yüzünüzden başımıza gelecekler var. Eğer (bu tebliğ işinize) bir son vermezseniz, bilin ki sizi taşa tutarız ve bizim elimizden size acı mı acı bir azap dokunur.”
19. Elçiler, “Uğursuzluk dediğiniz şey, size ancak sizden gelir. Gerçek size hatırlatıldı ve uyarıldınız diye mi böyle tepki gösteriyorsunuz? Siz, sınır tanımaz ve Allah’ın verdiği duygu, meleke ve kabiliyetleri boşa sarfeden bir topluluksunuz.”
20. Derken, şehrin en uzak öte noktasından bir adam koşarak geldi7 ve “Ey halkım,” dedi, “gelin bu elçilere tâbi olun!
21. “Tâbi olun, yaptıkları karşısında sizden hiçbir ücret talep etmeyen ve bizzat kendileri doğru yolda yürümeyi tabiatları haline getirmiş bu insanlara.
22. “Beni bana has keyfiyette ve yapıda yoktan var eden ve sizin de bir gün huzuruna çıkacağınız Zât’a ben niye ibadet etmeyeyim ki?!
23. “O’ndan başka ilâhlar mı edinecekmişim ben? Eğer Rahmân hakkımda bir zarar dileyecek olsa, o sözde ilâhların şefaati (aracılığı) bana hiç fayda vermeyeceği gibi, onlar beni hiçbir şekilde o zarardan kurtaramazlar da.
24. “Kaldı ki, (eğer başka ilâhlar edinecek olsam), o takdirde apaçık bir sapıklığın içine yuvarlanmış olurum.
25. “Dolayısıyla ben, (sizi de yaratan ve hayatta tutan) Rabbinize iman ettim, öyleyse sözlerimi iyi belleyin!”
26. Nihayet ona, “Buyur Cennet’e!” denildi.8 O ise, “Keşke,” dedi, “keşke halkım bilseydi;
27. “Bilseydi Rabbimin beni bağışladığını ve beni hususî ikramına mazhar kullarından kıldığını.”
28. O’nun (şehadetinin) ardından halkının üzerine (onları helâk etmek için) gökten bir ordu göndermedik, zaten böyle yapmak yolumuz da değildir.
29. Ancak tek bir patlama oldu, tek bir çığlık koptu. Derhal cansız yere düşüp, silinip gittiler.9
30. Vah o kullara! Ne zaman kendilerine bir rasûl gelse, onunla mutlaka alay ederlerdi.
31. Görmezler miydi ki, kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik ve onlar (berikilerin yanına, dünya hayatına) bir daha geri dönmüyorlar.
32. Bilâkis hiç kimse hariç kalmamak üzere hepsi, (hesapları görülmek üzere) huzurumuzda toplanacaklar.10
33. (Allah’ın mutlak birliği, Rubûbiyeti ve ölüleri diriltmesi adına) onlar için bir delil de şudur ki, ölmüş olan yeryüzünü diriltiyor ve oradan ekinler çıkarıyoruz; onlar da o ekinlerden yiyecek elde etmektedirler.
34. Yine o yerde hurmalıklar ve üzüm bağları var ediyor ve su kaynakları fışkırtıyoruz;
35. Bütün bu var ettiğimiz ürünlerin meyvelerinden yiyeceklerini temin etsinler diye; –bunları onlar kendi
elleriyle yapmadılar. Böyleyken halâ şükretmeyecekler mi?
36. (Her türlü eksiklikten, kusurdan, dolayısıyla eşi, benzeri, ortağı olmaktan) münezzehtir o Allah ki, yerin bitirdiği her şeyi, bizzat kendilerini ve karakter özelliklerini, ayrıca bilmedikleri daha nice şeyleri çift yaratmıştır.11
37. Onlar için bir diğer delil de gecedir: Gündüzü ondan sıyırıp soyduğumuzda birden karanlığa gömülüverirler.
38. Güneş de, kendisi için takdir edilmiş bir yörüngede, sisteminin istikrarı adına, kendisi için tayin edilmiş bir sona ve durma noktasına doğru akıp gitmektedir.12 Bu, Azîz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip) ve Alîm (her şeyi hakkıyla bilen Allah)’ın takdiridir.
39. Ay için de menziller (safhalar, duraklar) takdir ettik; o, (bu menzillerden geçe geçe) eski kuru, kavisli hurma salkımı çöpünü andırır haline döner.
40. Ne güneş için aya yetişmek vardır, ne de gecenin gündüzü geçmesi söz konusudur. (Onlar gibi, gezegenlerin) her biri, kendine has bir yörüngede akar durur.
41. İnsanlar için bir başka delil, onların nesillerini (yükleriyle birlikte) dolu gemilerde (batmadan) taşımamızdır.
42. Gemiler gibi, üzerlerine binip seyahat ettikleri daha nice binekler yarattık onlar için.13
43. Eğer dilesek hepsini boğarız da, ne feryatlarına koşan bir kimse bulunur, ne de bir yolunu bulup boğulmaktan kurtulabilirler.
44. Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve irademizin belli bir süreye kadar hayatta kalmaları şeklinde tecelli etmiş olmasıyla (kurtulabilirler).14
45. Onlara, “Sizi önünüzden ve arkanızdan kuşatan (günahlar ve onların hem dünya hem Âhiret açısından gelecek hayatınızda yol açacağı sonuçlar) karşısında takva ile Allah’ın koruması altına girin ki, (dünyada faziletli bir hayat sürme, Âhiret’te ebedî saadete ulaşma adına) merhamete lâyık olasınız.” dendiğinde, (bundan hiç hoşlanmaz ve yüzlerini dönerler).
46. Ve ne zaman kendilerine Rabbilerinin âyetlerinden bir âyet gelse, hoşnutsuzluk içinde ondan da yüz çevirirler.
47. Onlara, “Allah size her ne rızık lütfetmişse onun bir miktarını (geçimlik olarak Allah rızası için muhtaçlara) verin!” çağrısı yapıldığında, küfürde inat edenler, mü’minlere “Dilediği takdirde Allah’ın rızıklandırıp doyuracağı kişileri şimdi biz mi doyuracağız? Siz başka değil, açık bir sapkınlık içindesiniz doğrusu!” derler.
48. Bir de (alaylı alaylı), “Eğer iddianızda doğru ve samimi iseniz, bizi kendisiyle tehdit edip durduğunuz bu Kıyamet ne zaman?” diye soruyorlar.
49. Onların beklediği, (dünyevî meseleler ve şahsî menfaatleri üzerinde) çekişip dururlarken kendilerini apansız ve kıskıvrak yakalayıverecek tek bir çığlıktan, bir patlamadan başka bir şey değil.15
50. O zaman bir vasiyette bile bulunmaya imkânları olmayacağı gibi, (çığlığa dışarıda yakalananlar da) ailelerine dönemeyeceklerdir.
51. Sûr’a üfürülür ve işte mezarlarından çıkmış, Rabbilerinin huzuruna doğru akın akın koşmaktadırlar.
52. “Eyvah bize!” derler, “bizi uyuduğumuz bu yerden kim kaldırdı?16 Meğer bu, Rahmân’ın mutlaka olacak dediği hadiseymiş; meğer rasûller doğruyu söylermiş!”
53. Her şey bir çığlıktan ibarettir. Hepsi, (o büyük duruşma için) huzurumuzda toplanmışlardır.
54. O gün kimseye en küçük bir haksızlıkta bulunulmaz ve (dünyada iken) ne yapmışlarsa, onun karşılığını görürler.
55. Cennet ehli, o gün tatlı meşguliyetler içinde Cennet’in nimetlerinden yiyip içerler.
56. Kendileri ve eşleri, gölgelerde koltuklara yaslanırlar.
57. Orada (dünyada yaptıklarının karşılığı olarak) bütün nimetler hazırdır onlar için ve daha ne isterlerse bulunur.17
58. (Mü’minlere karşı) hususî rahmeti pek bol bir Rab’den (asla tevbih, takbih değil, sadece) “selâm” sesi alırlar.
59. Ve siz, hayatları günah hasadıyla geçmiş ey suçlular! Bugün şöyle bir kenara çekilin bakalım!
60. Ben sizlerle şu sözleşmede bulunmamış mıydım? “Ey Âdem’in çocukları! Şeytan’a tapmayın.18 O, sizin için apaçık bir düşmandır;
61. “Fakat sadece Bana ibadet edin; doğru olan yol budur.”
62. Ne var ki o, içinizden nice nesilleri saptırdı. Düşünüp akletmeli (ve ona göre davranmalı) değil miydiniz?
63. İşte, kendisiyle sürekli ikaz ve tehdit edildiğiniz Cehennem!19
64. Küfür içinde yaşayıp küfür içinde öldüğünüz için, yanıp kavrulmak üzere girin bugün oraya!
65. O gün onların ağızlarına mühür vururuz da, Bize elleri konuşur ve işleyip hesaplarına geçirdikleri günahlara ayakları şahitlik eder.20
66. Eğer dileseydik, gözlerini dümdüz silme kör ederdik de, yollarını bulabilmek için yalpalayıp dururlardı. O takdirde nasıl görebilirlerdi ki?21
67. Eğer dileseydik, onların mahiyet ve şekillerini değiştirir, kendilerini bulundukları yerde çivileyiverirdik de, ne bir adım ileri gidebilir (ve herhangi bir arzularını gerçekleştirebilir), ne de önceki hallerine (ve ayrıldıkları evlerine geri) dönebilirlerdi.
68. Kime uzun bir ömür verirsek, onun tabiatında da (kuvvetten sonra zaaf, bilgiden sonra cahillik, öğrendikten sonra unutkanlık ve bunama gibi) tersyüz olmalar meydana getirebiliriz. Halâ düşünüp akletmiyecekler mi?
69. Biz Rasûl’e şiir öğretmedik; kaldı ki bu, O’na yaraşmaz da.22 Bir ders, irşad ve öğüt kitabıdır; maksatları belli, gerçeği açıklayan ve okunan bir Kitap (bir Kur’ân)dır O’na indirdiğimiz:
70. Mânen canlı, (düşünüp akledebilen, gerçeği hem duyup hem görebilen) her kim varsa onu uyarsın, kâfirler hakkında ise deliller tamamlansın, İlâhî hüküm kesinleşsin diye.
71. Şunu da görmezler mi ki, bizzat Ellerimizle yaptıklarımıza dahil olarak onlar için ehli büyükbaş, küçükbaş hayvanlar yarattık da, o hayvanlara mâlik bulunmakta (ve onları diledikleri gibi kullanabilmektedirler)?
72. O hayvanları emirlerine âmâde kıldık; böylece bazılarından binek vasıtası olarak yararlanmakta ve onlardan yiyecek de temin etmektedirler.
73. Onlarda daha nice menfaatleri vardır ve bu arada onlardan (süt gibi) içecek de elde etmektedirler. Halâ şükretmeyecekler mi?
74. Ama onlar, yardım beklentisi içinde Allah’tan başka ilâhlar edindiler.
75. Oysa (ilâh edindikleri) o şeyler, onlara hiçbir şekilde yardım edemez; kaldı ki, (o müşriklerin bizzat) kendileri, sözde ilâhlarının etrafında onların hizmetini gören hazır bir ordu olup,23 Kıyamet Günü hep birlikte azap için getirileceklerdir.
76. O halde (ey Rasûlüm), onların sözleri seni üzmesin. Biz, içlerinde neleri gizliyorlar, neleri dışa vuruyorlar hepsini biliyoruz.
77. İnsan hiç dikkat edip düşünmez mi ki, Biz onu (erkekten ve kadından gelip birleşen) birkaç damla sıvıdan yarattık; ama böyleyken o, Bize karşı yaman bir hasım kesiliverir.
78. Kendi yaratılışını unutur da, Bizim için temsil getirmeye kalkar: “Çürümüş gitmiş kemiklere kim hayat verecekmiş ki?” der.
79. De ki: “Onları baştan kim meydana getirmişse, onlara yine O hayat verecektir. O, her türlü yaratmayı ve yarattığı her şeyi bütünüyle bilir.”24
80. O ki, yeşil ağaçtan sizin için ateş var etmektedir ve siz de, o ateşi tutuşturup durmaktasınız.25
81. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini (çürümüş kemiklerinden insanları yeniden) yaratamaz mı? Elbette yaratabilir, çünkü O, mükemmel Yaratan’dır, her şeyi hakkıyla Bilen’dir.26
82. O bir şeyi murad buyurduğu zaman O’nun yaptığı iş, sadece ona “Ol” demekten ibarettir, o şey de hemen oluverir.
83. (Her türlü eksiklikten, herhangi bir şeyi yapamamaktan) mutlak münezzehtir O Allah ki, her şeyin mutlak hakimiyeti O’nun Elindedir ve hepiniz O’na döndürülmektesiniz.27
——————————————————————————————————————————–
]]>
“O, ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır ve (kışta) ölümünün ardından (baharda) yeryüzünü diriltir. İşte siz de öldükten sonra böyle diriltilip, kabirlerinizden çıkarılacaksınız.”- Rum,19
“O’nun âyetlerinden (varlık ve birliğinin delillerinden)dir ki, sizi topraktan yaratmıştır. Sonra da siz, çoğalan ve her tarafa yayılan insan nesli oldunuz.”- Rum,20
“Yine O’nun âyetlerindendir ki, sizin için kendilerine ısınasınız diye öz varlığınızdan, mahiyetinizden eşler var etmiş ve aranıza yakınlık, sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz bunda sistemli düşünebilen kimseler için dersler, (Allah’ı hatırlatan) alâmetler vardır.”- Rum,21
“Göklerin ve yerin yaratılması, ayrıca dillerinizin ve renklerinizin farklı farklı olması da O’nun âyetlerindendir. Elbette bunda da, (ön yargısız olarak varlığa yaklaşıp, onu yakından) bilenler için dersler, işaretler bulunur.”- Rum,22
“Gece ve (kısmen) gündüz uyumanız ve O’nun lütf u kereminden geçim vesilelerinizi aramanız da O’nun âyetlerindendir. Muhakkak ki bunda, (Allah’ın yaratma ve hayatı idamedeki mesajına) kulak verip onu duyabilen kimseler için dersler, işaretler söz konusudur.”- Rum,23
“Elbette şunlar da O’nun âyetlerindendir: O, size şimşeği gösterir; o anda hem korkuya kapılırsınız hem de yağmur geleceği ümidini taşırsınız. Ve gök tarafından su indirir de, onunla ölmüş bulunan yeri diriltir. Şüphesiz bunda da, aklını kullanmasını bilen kimseler için pek çok dersler, işaretler vardır.”- Rum,24
“Yine O’nun âyetlerindendir ki, yer ve gök, ancak O’nun emir (ve kanunlarıyla) (ayakta) kalmaktadır. Sonra O, (ölü olarak yatmakta bulunduğunuz) yerden sizi çağırıverdiğinde hepiniz hemen kabirlerinizden çıkıvereceksiniz.”- Rum,25
“O’nun âyetlerindendir ki, rüzgârları müjdeciler olarak gönderir; gönderir ki, size rahmetinden tattırmakla lütufta bulunsun, emriyle (izni ve koyduğu ‘kanun’lara dayalı olarak) gemiler akıp gitsin ve (hem denizde, hem de gemilerle çıktığınız seyahatlerde) O’nun lütf u kereminden nasibinizi arayasınız ve (O’nun bütün bu nimetleri karşısında) daima şükredesiniz.”- Rum,46
“Allah O’dur ki, (ana maddeniz sanki zaafmış gibi) sizi zayıf bir halde yaratmakta, sonra bu zayıflığın ardından size kuvvet vermekte, sonra da bu güçlü–kuvvetli halinizin ardından sizin için yeniden zayıflık ve ihtiyarlık takdir buyurmaktadır. O, dilediğini yaratır; ve O, Alîm (her şeyi hakkıyla bilen) dir, Kadîr (her şeye hakkıyla güç yetiren)dir.”- Rum,54
“O, gökleri gözle görebileceğiniz direkler, destekler olmadan yarattı, hareketiyle sizi sarsmasın diye yere sağlam dağlar yerleştirdi ve orada her türden canlı üretip yaydı. Gök tarafından da bir su indirip, yerde (renk, koku, tat ve meyve bakımından) türlü türlü o güzelim bitkilerden çift çift bitirdik.”- Lokman,10
“Allah’ın (bütün sıfat ve isimlerinin tecellileri, O’nun buyrukları, icraatı ve yarattığı varlıklar ve hadiseler olarak) kelimelerini yazmak için yerdeki bütün ağaçlar kalem, bütün denizler ve onlara katılacak onlar gibi yedi deniz daha mürekkep olsa, bunlar tükenir ama Allah’ın kelimeleri tükenmez. Allah, mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.”- Lokman,27
“O, bütün işleri gökten yere doğru düzenler, yönlendirir ve icra buyurur; sonra her iş, sizin günleriniz hesabıyla bin yıl tutan bir günde O’na yükselir.”- Secde,5
“Bütün hamd, (içlerindeki ve aralarındaki bütün varlıklarla beraber) gökleri ve yeri yoktan ortaya çıkarıp, onlara değişmez bir sistem veren ve iki, üç, dört (ve daha fazla) kanatlara sahip bulunan melekleri (emirlerini yerlerine ileten) elçiler yapan Allah içindir. O, yaratmada dilediği ölçüde artırmaya gider ve yaratıklarına dilediği kadar fazla özellikler de verir. Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.”- Fatır,1
“Allah O’dur ki, rüzgârları salar, onlar da bulutları harekete geçirir ve Biz o bulutları ölü bir beldeye sevk ederiz de, neticede ölmüş olan yeri (bulutlardan inen yağmurla) diriltiriz. Öldükten sonra dirilme de işte böyledir.”- Fatır,9
“Allah, sizi(n ilk babanızı) topraktan yarattı (ve her birinizi yine temel malzeme olarak) topraktan, sonra (erkekten ve kadından gelip birleşen) birkaç damla sıvıdan yaratmakta, sonra da sizi erkek veya dişi kılıp, birbirinize eşler yapmaktadır. Bir dişi, O’nun bilgisi dışında ne hamile kalır, ne de doğurur. Bir canlıya ömür verilip onun uzun bir hayat sürmesi de veya kısa bir ömür takdir edilip kısa bir hayat sürmesi de mutlaka bir Kitap’ta kayıtlıdır. Bütün bunlar, Allah için pek kolaydır.”- Fatır,11
“(Birbiriyle buluşsun veya buluşmasın,) her iki deniz (büyük su kütlesi) aynı olmaz: berikinin suyu tatlıdır ve içilebilir, boğazdan afiyetle geçiverir; diğerininki ise tuzludur ve acı tat verir. Bununla birlikte her birinden taptaze et yiyebilir ve takınacak (inci, mercan gibi) süs eşyası çıkarabilirsiniz. Allah’ın lütfu u ihsanından nasibinizi aramak için gemilerin suları yarıp gittiğini görürsün. Umulur ki, bütün bu nimetlere şükredersiniz.”- Fatır,12
“O, geceyi gündüze katmakta, gündüzü de geceye katmakta (ve onları uzatıp kısaltmaktadır); güneşi ve ayı da (sizin hizmetinizde) emrine boyun eğdirmiş olup, (onlar ve onlar gibi) her bir gezegen, kendileri için takdir edilmiş son âna kadar (sema okyanusunda) akıp gitmektedir. İşte bütün bunları yapan, Rabbiniz olan Allah’tır; her şeyin mutlak mülkiyeti ve mutlak hakimiyeti O’ nundur. O’ndan başka ilâh diye edinip kendilerine yalvardıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile mâlik ve hakim değildirler.”- Fatır,13
“Görmez misin ki, Allah gök tarafından bir su indirir de, onunla renk renk (ve farklı türde, tatları farklı) ürünler çıkarır, meyveler bitiririz. Ve dağlarda da (toprağın rengine ve bitki örtüsüne göre) beyaz, kırmızı ve daha farklı renklerde, bu arada simsiyah yollar vardır.”- Fatır,27
“İnsanlar, dağlardaki hayvanlar ve evde beslenen büyük–küçük baş hayvanlar da aynı şekilde farklı renklerdedir. Gerçek şu ki, kulları içinde Allah karşısında ancak âlimler saygıyla ürperir. Allah, mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir, bağışlaması pek bol olandır.”- Fatır,28
“Gökleri ve yeri (hiç bir arızaya meydan vermeden) tutan ve yok olup gitmekten koruyan Allah’tır. Eğer yıkılıp gidecek olsalar (Allah onları bir defa yıkılmaya bırakmışsa), O’ndan başka onları koruyacak hiç kimse yoktur. (Eğer O, kullarının bunca zulmüne rağmen halâ onları ayakta tutuyorsa, bu şundandır ki) O, (kullarının hataları karşısında) çok sabırlı, çok müsamahalıdır, bağışlaması pek boldur.”- Fatır,41
“Onlar için bir diğer delil de gecedir: Gündüzü ondan sıyırıp soyduğumuzda birden karanlığa gömülüverirler.”- Yasin,37
“Güneş de, kendisi için takdir edilmiş bir yörüngede, sisteminin istikrarı adına, kendisi için tayin edilmiş bir sona ve durma noktasına doğru akıp gitmektedir. Bu Azîz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip) ve Alîm (her şeyi hakkıyla bilen Allah)’ın takdiridir.”- Yasin,38
“Ay için de menziller (safhalar, duraklar) takdir ettik; o, (bu menzillerden geçe geçe) eski kuru, kavisli hurma salkımı çöpünü andırır haline döner.”- Yasin,39
“Ne güneş için aya yetişmek vardır, ne de gecenin gündüzü geçmesi söz konusudur. (Onlar gibi, gezegenlerin) her biri, kendine has bir yörüngede akar durur.”- Yasin,40
“İnsanlar için bir başka delil, onların nesillerini (yükleriyle birlikte) dolu gemilerde (batmadan) taşımamızdır.”- Yasin,41
“Gemiler gibi, üzerlerine binip seyahat ettikleri daha nice binekler yarattık onlar için.”- Yasin,42
“Şunu da görmezler mi ki, bizzat Ellerimizle yaptıklarımıza dahil olarak onlar için evcil hayvanlar yarattık da, o hayvanlara mâlik bulunmakta (ve onları diledikleri gibi kullanabilmektedirler)?”- Yasin,71
“O hayvanları emirlerine âmâde kıldık; böylece bazılarından binek vasıtası olarak yararlanmakta ve onlardan yiyecek de temin etmektedirler.”- Yasin,72
“Onlarda daha nice menfaatleri vardır ve bu arada onlardan içecek de elde etmektedirler. Halâ şükretmeyecekler mi?”- Yasin,73
“O ki, yeşil ağaçtan sizin için ateş var etmektedir ve siz de, o ateşi tutuşturup durmaktasınız.”- Yasin,80
“(Yere) en yakın (görünen) dünya semasını bir süsle –yıldızlarla– süsledik.”- Saffat,6
“Ve her türlü inatçı asi şeytana karşı da koruduk.”- Saffat,7
“(O şeytanlar, göklerin) yüce (melekler) meclisini dinleyemezler; (ne zaman dinlemeye teşebbüs etseler,) her taraftan bombardımana tutulur,”- Saffat,8
“Ve kovulup atılırlar; devamlı bir azap altında tutulur onlar.”- Saffat,9
“Şu kadar ki, içlerinden biri bir söz kırıntısı hırsızlayacak olsa, onu da derhal yakıcı ve delici bir meteor kovalar (ve yok eder).”- Saffat,10
“O, gökleri ve yeri hak bir gaye için, yerli yerince ve gerçeğe dayalı sabit bir sistem üzerinde yarattı. Sürekli olarak geceyi gündüzün başına dolar, gündüzü de gecenin başına dolar. Güneşi ve ayı da emri altında hizmetinize sunmuştur. Her bir gezegen, (semâ okyanusunda) belirli bir süreye kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, Azîz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galiptir; Kendisine karşı çıkanlara hak ettikleri cezayı verir); Ğaffâr (tevbe ve imanla Kendisine yönelenlere karşı ise bağışlaması pek bol olan)dır.”- Zümer,5
“Görmez misin ki Allah gök tarafından su indiriyor ve onu yerdeki birtakım kaynaklara akıtıyor. Sonra onunla rengârenk ekinler çıkarıyor. Ardından o ekinler kuruyor da, onları solmuş–sararmış görüyorsun. Sonra da onları kuru sap ve kırıntı haline getiriyor. Elbette bütün bunlarda gerçek idrak sahipleri için dersler vardır.”- Zümer,21
“(İnsanlar üzerinde gerçek muhafız olan) Allah, ölümleri esnasında nefisleri vefat ettirir (ruhları alır); uykuları esnasında (Allah’ın yine ruhlarını aldığı, fakat bu ruhların bedenleriyle bir şekilde münasebetlerinin devamına izin verdiği için) ölmeyen nefislere gelince: haklarında uykuda iken ölümü takdir ve icra buyurduğu nefisler(e ait ruhları bedenlerine iade etmeyerek) alıkoyar; diğerlerini ise, (sahipleri) belli bir süreye kadar hayatta kalsınlar diye (bedenlerine geri) gönderir. Muhakkak ki bunda sistemli ve etraflı düşünenler için dersler vardır.”- Zümer,42
“Allah’tır ki, sizin için sükûnet bulup dinlenebilesiniz diye geceyi var etmiş, gündüzü de çalışabilesiniz diye aydınlık kılmıştır. Gerçekten Allah, insanlara karşı pek lütufkârdır; ne var ki, insanların çoğu şükretmezler.”- Mü’min,61
“Allah’tır ki, yeryüzünü sizin için bir yerleşme yeri, göğü de (onun üzerinde) bir kubbe yapmıştır. Ayrıca, sizi şekillendirmiş, hem de size en güzel, en uygun şekli ve yapıyı vermiştir; sizi helâl, temiz ve sağlıklı nimetlerle rızıklandırmaktadır. Rabbiniz olan Allah’tır bütün bunları yapan. Âlemlerin Rabbi Allah, gerçekten ne yüce, ne mübarek, ne büyük bereketler kaynağıdır!”- Mü’min,64
“De ki: “Siz, yeryüzünü iki günde yaratana mı (şirk koşup, dolayısıyla O’nu) inkâr ediyor ve O’na denkler tutuyorsunuz? Oysa O, bütün varlıkların Rabbidir.”- Fussilet,9
“Yerde içinden yukarıya (göğe) doğru yükselen sağlam dağlar var etti, orayı bereketlerle donattı ve orada bütün canlılar için gerekli gıdayı, rızklarını O’ndan bekleyip, O’ndan isteyen bütün varlıkların hayatî ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde dört devrede elde edilmek üzere takdir buyurdu.”- Fussilet,10
“Ve (ilim, irade, kudret ve inayetini) bir gaz bulutu halindeki göğe yöneltti de, göğe ve yere “İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa gelin!” buyurdu. Onlar, “Gönüllü olarak geldik ve emrine boyun eğdik!” dediler.”- Fussilet,11
“Bunun üzerine O da, (göğün yerinde bulunan gaz bulutlarını) iki gün içinde yedi gök olarak şekillendirdi ve her bir göğe kendine ait işi vahyetti. Ve Biz, (yere) en yakın (görünen) dünya semasını lambalarla (yıldızlarla) süsledik ve (çökmeye, yıkılmaya, bir de sema ehlinin konuşmalarını dinlemeye teşebbüs eden şeytanlara karşı) koruma altına aldık. Bütün bunlar, Azîz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip,) ve Alîm (her şeyi hakkıyla bilen)in takdiridir.”- Fussilet,12
“Gökleri ve yeri yaratıp, onlara belli ve sabit bir sistem verendir O. Sizin için kendi nefislerinizden, öz mahiyetlerinizden eşler var ettiği gibi, hayvanlar için de (kendi cinslerinden eşler) var etmiştir ve bu düzen içinde sizi (ve hayvanları) üretip çoğaltmaktadır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, Semî‘ (her şeyi hakkıyla işiten)dir, Basîr (her şeyi hakkıyla gören)dir.”- Şura,11
“O’nun (kudret, rahmet ve birliğinin) en açık delillerinden bir diğeri de, denizlerde akıp giden dağlar gibi gemilerdir.”- Şura,32
“Eğer O dilerse rüzgârı dindirir de, gemiler denizin üstünde durakalır. Elbette bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için (kudret, hikmet ve rahmetiyle Allah’ı ve aczinizle kendinizi tanıma adına) dersler, işaretler vardır.”- Şura,33
“O ki, yeryüzünü sizin için bir beşik kılmış ve orada yol bulup, rahat seyahat edebilmeniz için yollar, geçitler var etmiştir.”- Zuhruf,10
“Gök tarafından belli bir ölçüye göre su indiren de O’dur; ve neticede o su ile ölü bir memlekete hayat veriyoruz. İşte kabirlerinizden de bu şekilde hayat verilmiş olarak çıkarılacaksınız.”- Zuhruf,11
“Güneş de, ay da, (Rahmân’ın tesbit buyurduğu) bir hesaba göre vardır ve bir hesaba göre hareket eder.”- Rahman,5
“O, iki denizi (iki büyük su kütlesini) salıverdi, birbirine kavuşurlar.”- Rahman,19
“Ama aralarında bir engel vardır; onu aşıp da birbirlerine karışmazlar.”- Rahman,20
“Onların her ikisinden de inci ve mercan çıkar.”- Rahman,22
“(Allah’ın verdiği bilgi, kabiliyet ve O’nun ilham etmesiyle yapılıp) denizde yelkenlerini açmış yüzen dağ misali gemiler O’nundur.”- Rahman,24
“Ey cin ve ins topluluğu, eğer göklerin o dairevî alanlarında seyahat edip öteye geçmeye gücünüz yetiyorsa, haydi durmayın geçin! Ama, ancak (manevî veya ilmî) bir vasıta ile, size tanınmış bir izinle geçebilirsiniz.”- Rahman,33
“Üzerinize (yakmak için) ateş alevleri (ve boğmak için) duman gönderilir; karşılıklı yardımlaşıp, kendinizi savunamazsınız da.”- Rahman,35
“Hiç döktüğünüz meniye bakmaz mısınız?”- Vakıa,58
“Onu ve ondan mükemmel bir insanı siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan Biz miyiz?”- Vakıa,59
“Yıldızların yerlerine ve düşüşlerine yemin ederim ki –“- Vakıa,75
“Eğer bilseydiniz, ne büyük bir yemindir bu! –“- Vakıa,76
“Gerçek şu ki, Biz rasûllerimizi (risaletlerini de ispatlayan) apaçık gerçeklerle gönderdik ve yanlarında, insanlar adaletle var olsunlar, bütün muamelelerinde adalete uysunlar diye Kitabı ve Mizan’ı indirdik. Bir de, mahiyetinde (bilhassa savaş için) çetin bir kuvvet ve insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik. Ki Allah, Kendisi’ni görmedikleri halde hem Kendi davasına, hem de rasûllerine yardım edenleri ortaya çıkarsın. Şüphesiz Allah, mutlak kuvvet sahibidir, her işte üstün ve mutlak galiptir.”- Hadid,25
“Yine O, yedi kat göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yarattı. Rahmân’ın yaratmasında bir boşluk, bir düzensizlik görmezsin. Çevir gözünü bir bak, bir kusur, bir çatlaklık görür müsün?”- Mülk,3
“Sonra tekrar tekrar gözünü çevir de bak; gözün sana, (Allah’ın yaratmasının ihtişamı karşısında) hakir olarak (O’nun yaratmasında hiçbir kusur bulamamanın ezikliği ve bitkinliği içinde) geri dönecektir.”- Mülk,4
“Gerçek şu ki, yere en yakın olan göğü lambalarla donattık ve onlardan bir kısmını şeytanlara atılan mermiler yaptık. Ve o şeytanlar için Alevli Ateş’i hazırladık.”- Mülk,5
“O ki, yeri (evcil ve uysal bir hayvan gibi) size boyun eğdirmiştir. Öyleyse onun omuzları üzerinde rahatça dolaşın ve Allah’ın sizin için hazırladığı rızıktan istifade edin. Ama unutmayın ki, nihayet arz olunma O’nadır.”- Mülk,15
“Üzerlerinde sıra sıra dizilen ve kanatlarını açıp yumarak uçan kuşlara hiç bakmazlar mı? Onları havada Rahmân’dan başka tutan yoktur. Muhakkak ki O, her şeyi hakkıyla görmektedir.”- Mülk,19
“‘Oysa O’dur sizi merhale merhale, şekilden şekle geçirerek yaratan.”- Nuh,14
“‘Görmez misiniz ki Allah, yedi göğü nasıl da birbiriyle tam bir uyum içinde yarattı?”- Nuh,15
“‘Ve o göklerde ayı (yansıyan) bir nur, güneşi de (ışığı kendinden) bir lamba yaptı.”- Nuh,16
“‘Allah, sizi bir bitki gibi yerden bitirdi (ve size has bir keyfiyette meydana getirdi).”- Nuh,17
“‘Sonra sizi tekrar toprağa gönderecek ve oradan sizi hususî bir keyfiyette çıkaracaktır.”- Nuh,18
“‘Allah, yeri sizin için yaydı ve geniş bir yüzey kıldı,”- Nuh,19
“‘Ki, onun üzerinde dağlar ve vadiler arasında yollar boyunca hareket edebilesiniz.’”- Nuh,20
“‘Göğe çıkmak istedik, ama bir de ne görelim: orası sert ve kuvvetli bekçiler ve alev fışkırtan mermilerle dolu.”- Cin,8
“‘Oysa önceleri, oranın sakinlerini dinlemek için göğün bazı yerlerinde dinleme istasyonları edinirdik. Ama şimdi kim dinlemeye kalksa, alev fışkırtan bir mermiyi kendisini bekler buluyor.”- Cin,9
“‘Gökten geri çevrilmemiz, yerdekiler için kötülük irade edildiğini mi, yoksa Rabbilerinin onlara hayır ve hidayet dilediğini mi gösteriyor, bilemiyorduk.”- Cin,10
“Oysa Biz, parmak uçları(na varıncaya kadar onun vücudunu tam olarak) yeniden kurmaya mutlak manâda muktediriz.”- Kıyamet,4
“Yoksa insan başıboş bırakılacak ve yaptıkları yanına kalacak mı sanıyor?”- Kıyamet,36
“Onun aslı, atılan menîden bir damla değil miydi?”- Kıyamet,37
“Sonra ana rahminde (sülük türü) yapışkan bir madde halini aldı da, Allah onu biçimlendirip en ölçülü şekle koydu.”- Kıyamet,38
“Ve onu erkek ve dişi iki cins olarak var etti.”- Kıyamet,39
“İnsanın üzerinden zamanın akışı içinde öyle uzun bir dönem geçti ki, bu dönemde insan, adı anılan, kendisinden söz edilen bir şey değildi.”- İnsan,1
“Biz insanı, (babadan ve anneden gelen ve) farklı bileşenlerden oluşan birkaç damla sıvıdan yarattık; onu imtihan etmek için (halden hale, merhaleden merhaleye geçirerek) nihayet işiten, gören bir canlı kıldık.”- İnsan,2
“Ona doğru olan yolu da gösterdik, artık ister şükreder ve doğru yolda gider, isterse nankörlük edip, başka yollara sapar.”- İnsan,3
“Yemin olsun burçlar sahibi göğe;”- Buruc,1
“Bilir misin nedir o geceleyin görünüveren?”- Tarık,2
“O, karanlığı delen parlak yıldızdır.”- Tarık,3
“Yemin olsun, (içindeki cisimlerin döndüğü, yağmurun meydana gelip yağması dahil, bütün hadiselerin tekrarlandığı) devrî hareketler sahibi göğe,”- Tarık,11
“Ve (bitkilerin toprağı yarıp çıktığı) yarılıp çatlayan yere;”- Tarık,12
“Sonra da onları çürüyüp kararmış atıklara çevirir.”- A’la,5
“Bakmazlar mı deveye, nasıl yaratılmış?”- Ğaşiye,17
“Ve göğe, nasıl yükseltilmiş?”- Ğaşiye,18
“Ayrıca dağlara, nasıl sapasağlam dikilmiş?”- Ğaşiye,19
“Ve yere de, nasıl yayılıp, iskâna hazırlanmış?”- Ğaşiye,20
“Yemin olsun güneşe ve parlak aydınlığına;”- Şems,1
“Onu izleyip, (ışığını) yansıtan aya;”- Şems,2
“Onu ortaya çıkarıp gösteren gündüze;”- Şems,3
“Onu bürüyüp gizleyen geceye;”- Şems,4
“Göğe ve onu bina edene, (o ihtişamıyla) bina edişine;”- Şems,5
“Yere ve onu yayıp döşeyene, (bütün güzelliğiyle) yayıp döşeyişine;”- Şems,6
“Yemin olsun (yeryüzünü) bürüdüğü zaman geceye;”- Leyl,1
“Ve bütün parlaklığıyla ortaya çıktığı zaman gündüze;”- Leyl,2
“Yemin olsun güneşin yükselip, parlak haline ulaştığı kuşluk vaktine;”- Duha,1
“Ve tamamen kararıp, sükûnete erdiği zaman geceye:”- Duha,2
Not: Ayet mealleri Ali Ünal’ın Kur’an-I Kerim mealinden alınmıştır.
]]>“O (Rabbiniz) ki, yeri sizin için döşek (rahatlığında dayalı döşeli) bir taban kılıp, göğü de (üstünüzde bir tavan, bir kubbe gibi) bina etti. Ve gökten su indirdi de, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler bitirdi. Şu halde, (Allah’tan başka ma’bud, rab, yaratıcı, rızıklandıran, nimet veren olmadığını, olamayacağını) bile bile, (Zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde) Allah’a denkler tutup (başka ma’bud, başka yaratıcı, başka rabler edinmeyiniz.)”- Bakara,22
“O (Allah) ki, (size hayat vermeden önce yeryüzünü bu hayatınız için hazırladı ve) yerde ne varsa hepsini (neticede sizi, yani insan cinsini meydana getirmek ve) sizin (istifadeniz) için yarattı. Bu arada (ilim, irade, kudret ve inayetini) gök tarafına yöneltti de, (orada bulunan gaz bulutu halindeki unsurları) yedi gök halinde nizama koydu. O, her şeyi tastamam ve hakkıyla bilendir.”- Bakara,29
“İçlerinde bir de okuması yazması olmayanlar vardır: Kitap nedir, (neden bahseder, içinde neler vardır) bilmezler. Bildikleri sadece kendilerine söylenen kulaktan duyma kuruntu ve uydurmalardan ibaret olup, ancak zanlarıyla hareket ederler.”- Bakara,78
“Yoksa onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, (tamamı tekvinî, pek çoğu da hem tekvinî hem teşriî açıdan,) isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp, götürülmektedir.”- A’l-i İmran,83
“Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hâkimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için.”- A’l-i İmran,190
“O ki, gökten su indirir. Sonra bu su ile her çeşit bitkiyi (toprağın altındaki tohumunu yararak) çıkarırız, ardından o bitkiden canlı bir filize boy verdirir ve ondan da yan yana ve üst üste yığılmış başaklar, taneler hâsıl ederiz. Hurmanın tomurcuklarından salkımlar sarkar; ayrıca birbirine hem benzer hem benzemez özellikte (aynı topraktan aynı gıda ile beslenmelerine rağmen kendi içlerinde farklı türlerde, farklı tat, koku ve görünüşe sahip) üzüm, zeytin ve nar bahçeleri yetiştiririz. Her birinin meyvesine bir ilk ortaya çıktığı, bir de olgunlaştığı zaman bakın. Gözünüzün önünde cereyan eden bütün bu işlerde iman edecekler için elbette işaretler, deliller vardır.”- En’am,99
“(Sizi helâl ve temiz rızıklardan asla mahrum bırakmayan) O Allah ki, asmalı asmasız bağlar, bahçeler, bostanlar, hurmalıklar, istifade ve tüketim açısından farklı farklı ekinler, birbirlerine bazı yönlerden benzeyen bazı yönlerden benzemeyen zeytinler ve narlar yaratıp yetiştirmektedir. Her birinin meyve veya taneleri olgunlaştığında onlardan yiyin; hasat zamanı (fakirlerin, muhtaçların) onlardaki hakkını verin ve (gerektiğinden fazla yeme, bakmakla yükümlü bulunduğunuz kişileri mahrum bırakacak derecede verme, onları çürümeye terketme ve gerekli yerde ve şekilde kullanmama gibi yollarla) israfa gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, müsrifleri sevmez.”- En’am,141
“O, kimi yük taşır, kiminin de etinden, sütünden, tüyünden ve kılından faydalanılır büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar da var etti. Allah’ın size ihsan buyurduğu rızıklardan (makûl ölçülerde ve muhtaçları da faydalandırmak suretiyle) istifade edin ve şeytanın adımları ardınca gidip de (farklı farklı hükümler, kurallar koymayın). Şüphesiz ki o şeytan, sizin için apaçık bir düşmandır.”- En’am,142
“Rabbiniz Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı; sonra da Arş’ın üzerine istiva buyurdu: geceyi gündüze bürüyor ki, birbirinin peşinden ısrarla koşturur dururlar; güneş, ay ve yıldızlar da, tam bir boyun eğmişlik içinde O’nun buyruğu ile hareket ederler. Bilin ki yaratma da, emir ve idare de mutlak manâda O’na aittir. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir, her buyruğu ve icraatı ne bereketler yüklüdür!”- A’raf,54
“O Allah ki, rahmetinin önünde müjdeci olarak rahmet rüzgârlarını gönderir. Nihayet bu rüzgârlar, o ağır bulutları pek hafifmişçesine kaldırıp yüklendiklerinde, Biz onları ölmüş bir memlekete doğru sevkeder, derken oraya o bildiğiniz suyu indirir ve o su ile her türlüsünden ürünler, meyveler bitiririz. İşte, ölüleri de (kabirlerinden) böyle çıkaracağız. Gerekir ki, düşünüp ibret alasınız.”- A’raf,57
“Güzel ve temiz memleket: Rabbisinin izniyle onun (gür, yeşil ve faydalı) bitkisi çıkar. Çirkin ve kirli memlekete gelince: orada ancak pek az ve faydasız (çerçöp türünden) şeyler biter. İşte, (Allah’ın varlığına, birliğine, Rubûbiyet ve hakimiyetine ait) delilleri, onları anlayıp şükredecek bir topluluk için bütün yönleriyle ve farklı farklı açılardan bu şekilde serdediyoruz.”- A’raf,58
“O Allah ki, güneşi aydınlatan parlak bir ışık kaynağı yaptı; ayı ise (güneşe bağlı olarak) ışıklı kıldı ve onun için konaklar takdir buyurdu ki, yılların sayısını ve vaktin hesabını bilip, (kendinize takvim yapabilesiniz). Allah, bunları boş yere değil, hak bir gaye için, yerli yerince ve gerçeğe dayalı sabit bir sistem üzerinde yarattı. O, gerçeğin işaretlerini ve onunla ilgili âyetleri, ilimle alâkası bulunan, dolayısıyla bilip anlayacak kimseler için bu şekilde detaylarıyla anlatmaktadır.”- Yunus,5
“Gece ile gündüzün, sürelerinin de değişerek birbiri peşisıra gelmesinde, Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı her varlıkta ve her hadisede, kalbleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olan ve hayatları boyu O’na karşı gelmekten sakınıp azabından çekinenler için nice işaretler ve deliller, nice mesajlar vardır.”-Yunus,6
“(Peşinden koştuğunuz) dünya hayatı şuna benzer: Gökten su indiriyoruz; insanların ve hayvanların yiyip istifade ettikleri yer bitkileri, o su sebebiyle birbirine karışır ve etrafı sarar. Derken yer bütün takılarını takıptakıştırır ve süslenip püslenir. Artık halk inanır ki, orada istediklerini yapabilirler ve onun meyve ve mahsullerini toplama zamanı gelmiştir. Ama gece veya gündüz birden emrimiz sâdır olur da, o yeri sanki daha bir gün önce o şa’şaa içinde değilmiş gibi hasadı yapılmış, ekini tırpanlanmış bir hale getiririz. İşte, sistemlice düşünüp ibret alacak kimseler için gerçekleri ve onların delillerini böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.”- Yunus,24
“O Allah ki, dinlenip sükûnete eresiniz diye sizin için geceyi var etti ve gündüzü de görme ve çalışma vakti ve vesilesi kıldı. (Allah’ın vahyine ve hükümlerine) kulak verecek (ve hayatını onların ışığında yaşayacaklar) için bunda nice deliller ve ibretler vardır.”- Yunus,67
“O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır; Arş’ı suyun üzerinde idi; yaratmaktan maksadı, hanginizin O’nu görüyormuşçasına ve O’nun sizi gördüğünün şuuru içinde davranıp, daha güzel iş yapacağınız hususunda sizi denemek (ve kendinizi bizzat kendinize tanıtmaktır). Böyle iken, (ey Rasûlüm!) eğer insanlara desen ki, “(Asıl vatanınız Âhiret’tir ve orada dünyada yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz. Dolayısıyla) hepiniz, ölümden sonra diriltilmeye mahkûmsunuz,” inanmamakta diretenler, “Böyle bir söz, olsa olsa büyü ve aldatma maksatlı olabilir!” derler.”- Hud,7
“Allah O’dur ki, gökleri gözle görebileceğiniz direkler, destekler olmadan yükseltti; sonra da Arş’ın üzerine istiva buyurdu ve güneşle ayı (her birine kendine has hareket biçimleri ve vazifeler yükleyerek) emrine râm etti. Her bir (gezegen), kendisi için tayin ve takdir buyurulan bir sona ulaşıncaya kadar (yörüngesinde) akıp durmaktadır. O, (tam bir sisteme koyduğu kâinattaki) her işi çekip çeviriyor, her şeyi idare ediyor ve gerçeğin bütün işaret ve delillerini detaylarıyla açıklıyor ki, bir gün gelip Rabbinize kavuşacağınıza kesin iman edesiniz.”- Ra’d,2
“Yine O’dur ki, yeri yaydı; onun içinden sağlam dağlar yükseltti ve ırmaklar akıttı. Ve orada her bir ürünü çift çift kıldı, sürekli olarak geceyi de gündüze bürüyüp duruyor. Bütün bunlarda sistemli düşünebilenler için hiç kuşkusuz işaretler, deliller vardır.”- Ra’d,3
“Yerde birbirlerine yakın (ama aynı zamanda birbirlerinden çok farklı) kara parçaları, ayrıca üzüm bağları, ekili ve ekim için araziler ve aynı kökten, aynı dalda salkım salkım fakat her biri kendine ait bir dalcıkta kendi başına biten hurmalar vardır; bunların her biri aynı su ile sulanmaktadır ama Biz tat, gıda ve kalite açısından onları farklı farklı yapar ve bazısını bazısına göre daha tercih edilir kılarız. Hiç kuşkusuz bunda da aklını kullanan kimseler için nice dersler, nice işaret ve deliller vardır.”- Ra’d,4
“O’dur size şimşeği hem korku verecek hem de ümide sevkedecek şekilde gösteren ve yağmur yüklü bulutları inşa eden.”- Ra’d,12
“Gök gürültüsü, (yağmur için bir ön hadise olarak) O’na hamd ile tesbihte bulunur (bütün atmosfer hadiselerinin O’nun emri ile meydana geldiğini ve icraatında O’na hiçbir şeyin, hiçbir “tabiî” kanun ve cismin ortak olamayacağını ilan eder). Melekler de, O’na karşı saygı ve korku ile aynı şe kilde hamd ve tesbihte bulunurlar. Ayrıca O, yıldırımları gönderir ve onlarla dilediği kimseyi çarpar. Böyle iken, (o küfredenler) halâ Allah hakkında tartışıp durmakta ve ilerigeri konuşmaktadırlar. Oysa O, cezası pek çetin olandır.”- Ra’d,13
“Gökten bir tür su indirir ve vadilerde akıp giden ırmakların her biri onunla kapasitesine göre dolup akar. Dolu dolu akıp giden bu sular, üzerlerinde kabaran köpükleri yüklenir götürür. İnsanların ziynet veya başka bazı eşya yapmak için ateşte erittikleri madenlerin üzerinde de buna benzer bir köpük oluşur. İşte Allah, hak ve bâtılı böyle bir temsille anlatır. Köpük fazla kalmaz, yok olur gider; insanlara faydası olan öze gelince, o yerde sabit kalır. Allah, işte böyle misaller verir.”- Ra’d,17
“Söz verip bağlandıktan sonra sözlerinden dönüp Allah’ın ahdiyle (vicdanî irtibatlarını) söküp atanlara, bununla kalmayıp, Allah’ın (insanlar arasında) kurulmasını ve korunmasını emrettiği bağları da kesip koparan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlara gelince: onların hakkı rahmetten ebediyen kovulmadır ve en kötü yurt (olan Cehennem’dir).”- Ra’d,25
“Allah, (takdir ve hükümleri içinde) neyi dilerse onu siler, neyi de dilerse onu yerinde bırakır. Ana Kitap, O’nun katındadır.”- Ra’d,39
“Gerçek şu ki, Biz o müşriklere de, babalarına da geçimlikler verdik; öyle ki, başlarına bir şey gelmeden uzun asırlar emniyet içinde yaşadılar. (Şu anda kendilerini aldatan da bu.) Ama Bizim (ilim, irade ve kudretimizle) yerde tasarrufta bulunup, onu etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Böyle iken, onlar nasıl galip olabilir?”- Enbiya,44
“Bak: Allah güzel bir sözü ne tür bir misalle açıklıyor: Güzel bir söz, kökü yerin derinliklerinde sabit ve dalları semada güzel bir ağaç gibidir.”- İbrahim,24
“Çirkin bir söz ise, toprağa kök atıp da yerleşemediği için yerden kolayca sökülüp çıkarılabilen köksüz, kararsız bir ağaca benzer.”- İbrahim,26
“Allah’tır ki, gökleri ve yeri yarattı ve gökten bir tür su indirerek, onunla size rızık olacak pek çok ürünler ve meyveler çıkarıyor. Ayrıca, emri (kâinatın yaratılışı ve hayatıyla ilgili kanunları) ve izni dahilinde denizlerde dolaşmak üzere gemileri hizmetinize ram etti; aynı şekilde, ırmakları da hizmetinize ve tasarrufunuza sundu.”- İbrahim,32
“Mutat seyirleri içinde güneşi ve ayı da hizmetinize verdi; yine geceyi ve gündüzü de faydanıza sundu.”- İbrahim,33
“Andolsun, gökte birtakım burçlar var ettik ve gözlere ziyafet olarak, bir de ‘bakıp görme’sini bilenler için gökyüzünü süsledik;”- Hıcr,16
“Ve onu, (İlâhî Dergâh’tan, Allah’ın rahmet ve huzurundan) kovulmuş her türlü şeytandan muhafaza altına aldık.”- Hıcr,17
“Şu kadar ki, (cinler, şeytanlar içinde) semanın sakinlerinden kulak hırsızlığıyla bir bilgi, bir haber kapmaya teşebbüs eden olursa, onu da apaçık görülebilen parlak bir ışık takip (ve yok) eder.”- Hıcr,18
“Yeryüzünü de genişliğine yaydık ve içinden sağlam dağlar çaktık; ayrıca orada (şekil, nitelik ve miktar olarak, kısaca) her bakımdan ölçülü her bitkiden bitirdik.”- Hıcr,19
“Orada sizin için olduğu gibi, rızkı size ait olmayan, rızıklarını vermeye muktedir olmadığınız bütün varlıklar için de geçimlikler var ettik.”- Hıcr,20
“Hiçbir varlık yoktur ki, hayatı ve bekası için gerekli her şeyin hazineleri Bizim yanımızda bulunmamış olsun. Şu kadar ki, Biz onları belirli bir ölçü ile indiririz.”- Hıcr,21
“Rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderir ve böylece gökten bir tür su indiririz de, onunla su ihtiyacınızı gideririz. O suyu yerde kaynaklar halinde depolayan da siz değilsiniz.”- Hıcr,22
“Biz, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi elbette boşuna değil, hak bir gaye için, yerli yerince ve gerçeğe dayalı sabit bir sistem üzerinde yarattık. (Söz konusu gayenin tam manâsıyla tahakkuk edeceği) Kıyamet hiç şüphesiz gelecektir. O halde, (halkın hata, eziyet ve işkencelerine karşı) sen müsamaha ve güzellikle davranma yolunu seç.”- Hıcr,85
“Eti yenen büyük ve küçükbaş evcil hayvanları da yarattı. Sizin için onlarda sizi soğuktan koruyan (deri, yün, kıl gibi) maddeler ve daha başka pek çok faydalar vardır. Onların etlerini ve ürettikleri yiyecekleri de yersiniz.”- Nahl,5
“Onları akşamleyin ağıllarına getirir ve sabahleyin otlağa sürerken bambaşka bir zevk alırsınız.”- Nahl,6
“Yüklerinizi öyle uzak ve varılması zor diyarlara taşırlar ki, onlar olmasa çok büyük zahmet ve meşakkat çekmeden oralara ulaşamazdınız. Gerçekten Rabbiniz, pek şefkatlidir; (bilhassa zayıf ve çaresizlere karşı) hususî rahmeti pek boldur.”- Nahl,7
“Hem binmeniz, hem de bir ziynet, hayatınıza hoş bir katkı olsun diye atları, katırları ve merkepleri de yarattı. O, sizin bilmediğiniz daha neler neler yaratmaktadır ve daha da yaratacaktır.”- Nahl,8
“O’dur ki, sizin için gökten bir tür su indirir: içme suyunuz ondan meydana geldiği gibi, hayvanlarınıza yedirdiğiniz ot ve ağaçlar da onunla yetişir.”- Nahl,10
“Allah, o su ile sizin için ekinler, zeytinlikler, hurmalıklar, üzüm bağları ve çeşit çeşit meyveler bitirir. Elbette bütün bunlarda ciddî ve sistemli düşünen bir topluluk için çok önemli bir işaret, bir ders vardır.”- Nahl,11
Sonra geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı hizmetinize verdi; bütün yıldızlar, O’nun mutlak emri altındadır. Hiç şüphesiz bunda düşünüp akleden bir topluluk için apaçık işaretler ve nice dersler söz konusudur. “- “Nahl,12
“Yeryüzünde sizin için her türde ve her renkte daha nice nice hayvanlar ve bitkiler yaratmıştır O. Kuşkusuz bunda da düşünüp ders alan bir topluluk için ne kadar mühim bir işaret, bir ders vardır.”- Nahl,13
“Yine O’dur ki, denizi hükmü altında belli bir sisteme koymuştur; böylece ondan taptaze et yer ve takı için ziynet eşyası çıkarırsınız. Denizde gemilerin suları yara yara akıp gittiklerini de görürsün; görürsün ki, O’nun pek bol olan lütf u ihsanından nasibinizi arayasınız ve (nimetleri karşısında O’na) sürekli şükredesiniz.”- Nahl,14
Hem, hareketiyle sizi sarsmasın diye yeryüzüne sağlam kazıklar (dağlar) çaktı; nehirler ve yollar da var etti ki, orada şaşırmadan seyahat edip, hedefinize ulaşabilesiniz. “- “Nahl,15
“Ve yol bulmada yararlanacağınız daha bir çok işaretler koydu; pek çokları da yıldızlarla yollarını bulur, yönlerini tayin ederler.”- Nahl,16
“O halde, şöyle bir düşünün: Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Az da olsa düşünüp ders ve öğüt almayacak mısınız?”- Nahl,17
“Allah, gök tarafından bir tür su indirir ve ölümünden sonra yeryüzüne onunla yeniden hayat verir. Elbette bunda (kâinatın sesine ve vahye) kulak verecek bir topluluk için bir işaret, bir delil vardır.- Nahl,65
“Sizin için, (süt veren) ehlî büyük ve küçükbaş hayvanlarda da bambaşka bir ibret, bir ders vardır. Size onların vücutlarının içinde, bağırsaklarındaki yarı sindirilmiş fışkı ile kan arasından halis süt şeklinde içecek ikram ediyoruz ki, içenlerin boğazından kolayca ve afiyetle geçer.”- Nahl,66
“(Size) hurma ağacının meyvelerinden ve üzümlerden de (içecek ikram ediyoruz). Onlardan hem sarhoşluk veren içki, hem de güzel ve temiz gıda elde edersiniz. Hiç şüphesiz bunda da düşünüp akleden bir topluluk için açık bir işaret, bir delil vardır.”- Nahl,67
“Rabbin, bal arısına da şöyle vahyetti: “Dağlardan kendine göz göz ev edin, ağaçlardan ve insanların kurup yükselttikleri çardak ve benzeri şeylerden de.”- Nahl,68
“Sonra da her türlü ‘meyve’den ye; ye de, (çiçeklerin meyveler için döl yatağı vazifesi gördüğü kısımlarından) aldığın gıdaların ağırlığı altında, Rabbinin senin için kolaylaştırdığı dönüş yollarını takip et.” Arının karnından farklı renkleri bulunan bir şerbet çıkar ki o, insanlar için bir tür şifa kaynağıdır. Kuşkusuz bunda da ciddî ve sistemli düşünebilen bir topluluk için açık bir işaret, bir delil vardır.”- Nahl,69
“Gök boşluğunda Allah’ın emrine ve kanununa boyun eğmiş bir halde uçan kuşlara hiç mi dikkat etmezler? Onları orada Allah’ tan başkası tutmuyor. Elbette bunda imana ve onda derinleşmeye açık bir topluluk için pek çok işaretler, deliller vardır.”- Nahl,79
“Allah size, bazıları sizin için (bazıları ise hayvanlarınız için) oturma ve dinlenme yeri olmak üzere evler yapma ilham etti ve kabiliyeti verdi; yine size davarların ve sığırların derilerinden, gerek göçtüğünüz gerekse konakladığınız günlerde taşınması kolay meskenler edinme, onların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından giyilecek, döşenecek ve kullanacak eşyalar yapma ve ölümünüze kadar daha başka yollarla onlardan faydalanma imkânı bahşetti.”- Nahl,80
“Allah, yarattığı şeylerden sizin için gölgeler, gölgelikler, dağlarda barınaklar, sizi sıcaktan (ve soğuktan) koruyacak elbiseler ve savaşta koruyacak zırhlar var etti. Allah, bütün bu nimetler (ve en büyük nimet olan İslâm’la) üzerinizdeki nimetini böylece tamamlamaktadır ki, tam bir teslimiyetle O’na yönelesiniz.”- Nahl,81
“Gece ve gündüzü varlığımıza birer delil kıldık. Bir delil olan geceyi kaldırıp yine bir delil olan gündüzü Rabbinizin bol nimetini aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aydınlık kıldık. Her şeyi uzun uzadıya açıkladık.”- İsra12
“Oysa Allah’tan başka göklerde ve yerde ilâhlar bulunmuş olsaydı, onlardaki denge ve düzen bozulur, her şey karmakarışık olurdu. Öyleyse, Arş’ın Rabbi olan (gökleri ve yeri yaratıp onları mutlak idaresi altında tutan) Allah, Kendisiyle ilgili olarak uydurdukları, (kâinatın tedbir ve idaresinde ortakları bulunmak gibi) her türlü nitelemeden mutlak manâda uzaktır.”- Enbiya,22
“(Kâinatın idaresini başka ilâhlara taksim eden) o küfredenler düşünüp nazara almazlar mı ki, göklerle yer kendi içlerinde dürülmüş, bitişik bir halde idi de, Biz onları birbirinden ayırdık. Canlı olan her şeyi de ‘su’dan meydana getirdik. Bu gerçek karşısında halâ iman etmeyecekler mi?”- Enbiya,30
“Yer, hareketiyle insanları sarsmasın diye orada sağlam kazıklar (dağlar) var ettik ve şaşırmadan seyahat edip, hedeflerine varabilmeleri için geniş yollar açtık.”- Enbiya,31
“Gökyüzünü de (hem şeytanlara, hem de çökmeye karşı) korunmuş bir tavan kıldık. Böyle iken (o inanmayanlar, gökyüzünde varlığımızı, birliğimizi, mutlak ve ortaksız hakimiyetimizi apaçık gösteren) bunca delili halâ görmek istemiyor, halâ onlardan yüz çeviriyorlar.”- Enbiya,32
“O’dur geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan; (güneş ve ay gibi, gök cisimlerinin) her biri, kendi yörüngesinde yüzüp durmaktadır.”- Enbiya,33
“Biz de, “Ey ateş!” buyurduk, “İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!””- Enbiya,69
“Görmez misin ki göklerde bulunan bütün şuurlu varlıklar ve yerdeki her şuurlu varlık, ayrıca güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlar içinde de birçoğu Allah’a secde etmektedir? İnsanlardan birçoğu hakkında da azap hükmü kesinleşmiştir. Allah kimi zelil ederse, onu aziz edecek kimse yoktur. Kuşkusuz Allah, her ne dilerse yapar.”- Hacc,18
“Görmez misin ki Allah, yerde her ne varsa sizin hizmetinize verdi; emir ve tasarrufu altında denizlerde akıp giden gemileri de? Kendi izni olmadan yerin üzerine düşmesin diye göğü de O tutuyor. Kuşkusuz Allah, insanlara pek çok acıyandır, hususî merhameti pek bol olandır.”- Hacc,65
“Bakın, üzerinizde de tabaka tabaka yedi gök, (kendileri boyunca meleklerin seyeran ettiği, Allah’ın emirlerinin inip, şuurlu varlıkların amellerinin yükseldiği) yedi yol yarattık. Biz, yaratmaktan da, bütün hususiyetleriyle yarattıklarımızdan da habersiz ve onları unutup kendi başlarına bırakmış değiliz.”- Mü’minun,17
“Gök tarafından da tesbit buyurduğumuz bir ölçüye göre bir tür su indirdik ve onu yerde depo ettik. Şurası unutulmamalıdır ki, o suyu giderip yok etmeye de mutlaka gücümüz yeter.”- Mü’minun,18
“Sonra, o su ile faydanıza olarak hurma ve üzüm bağları bitirdik. Onlarda sizin için bol bol meyveler ve daha nice menfaatler vardır; onlardan ayrıca daha başka yiyecekler de elde edersiniz.”- Mü’minun,19
“Ayrıca, Sina Dağı ve çevresinde çıkan bir ağaç daha bitirdik ki, o ağaç hem yağ, hem de yiyenlere katık verir.”- Mü’minun,20
“(Allah’ın su ile bitirdiği otlarla beslenen) ehlî büyükbaş ve küçükbaş hayvanlarda da sizin için dersler vardır. Vücutlarının içinde bulunan sütü bilhassa içimlik gıda olarak size sunarız. Onlarda sizin için daha başka pek çok menfaatler de bulunur ve onlardan yiyecek de elde edersiniz.”- Mü’minun,21
“(Karada) onlar üzerinde, (denizde) gemiler üzerinde taşınırsınız.”- Mü’minun,22
“Eğer gerçek onların keyiflerine tâbi olsaydı, bu takdirde hiç kuşkusuz gökler de, yer de, oralarda yaşayanlar da düzenleri bozulur ve yok olur giderlerdi. Oysa Biz onlara, şeref ve mutlulukları adına hayatlarında uymaları gereken öğüt ve öğretiler mecmuası sunduk; ama onlar, bizzat şeref ve mutluluklarından yüz çevirmektedirler.”- Mü’minun,71
“Görmez misin ki, göklerde ve yerde olan her varlık, bu arada kanat çırparak uçan dizi dizi kuşlar, (bazısı dilleri, bazısı da halleri, hareketleri ve yaşayışlarıyla) Allah’ı tesbih eder (O’nun yaratan, yaşatan ve her türlü kusurdan, ortakları bulunmaktan mutlak berî Rab olduğunu ilan ederler). Onların her biri, kendi duasını, ibadetini ve tesbihini pek iyi bellemiştir. Allah, onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilmektedir.”- Nur,41
“Görmez misin ki, Allah bulutları yüzdürür gibi sevkeder; sonra onları bir araya getirip, aralarını telif eder, (aralarındaki devreyi tamamlar); sonra da küme küme yığar. Neticede görürsün ki, bunların arasından damla damla yağmur çıkmaktadır. Ayrıca O, gök tarafından dağlar gibi kar yüklü bulutlardan dolu indirir de, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu savar. Yağmurun veya dolunun eşlik ettiği şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverecek.”- Nur,43
“Allah, her canlıyı bir tür sudan yarattı. Onların bir kısmı karnı üstünde yürür, bir kısmı iki ayağı üstünde yürür; bir kısmı da dört ayağı üstünde yürür. Allah, neyi dilerse onu yaratır. Allah, her şeye hakkıyla güç yetirendir.”- Nur,45
“Yoksa sen, o müşriklerin çoğu gerçekten işitir veya düşünüp aklederler mi sanırsın? Onlar, sürü hayvanları gibidir (ve nefsanî arzuları nereye çekerse oraya giderler); hattâ daha yol bilmez ve dolayısıyla yol gösterilmeye daha çok muhtaçtırlar.”- Furkan,44
“Sonra, onu yavaş yavaş dürer, Kendimize doğru çekeriz.”- Furkan,46
“O Allah ki, geceyi sizin için bir örtü, uykuyu istirahat ve gündüzü de hayata uyanıp, çalışmak üzere yeryüzünde dağılma vakti kıldı.”- Furkan,47
“O Allah ki, rahmetinin önünden müjdeci olarak rüzgârları gönderir. Ve gök tarafından tertemiz bir su indiririz”- Furkan,48
“O suyla, ölmüş bir diyara hayat bahşeder ve yarattıklarımızdan nice hayvanların ve insanların su ihtiyaçlarını karşılarız.”- Furkan,49
“Onu kendisine muhtaç varlıklar ve yerler arasında (hikmetimiz gereği) dağıtır, (bazı yerlere bazı yıllarda fazla verirken, bazı yıllarda az veririz): acaba bu hususta olsun düşünür ve gerekli dersi çıkarırlar mı? Ama ne var ki, insanların pek çoğunun oldukça nankör kesilmekten başka bir şey yaptığı yok.”- Furkan,50
“O Allah ki, biri tatlı ve içilir, diğeri tuzlu ve acı iki büyük su kütlesini salıverdi; fakat birbirlerine karışmamaları için aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koydu.”- Furkan,53
“Hiç yeryüzüne bakmazlar mı ki, orada çift çift nice güzel bitki bitiriyor, gün yüzüne nice yeni hayat çıkarıyoruz? “- Şuara,7
“Yoksa (hareketine rağmen) yerküreye istikrar verip, onu oturmaya elverişli kılan ve yer yer yarıp içinden ırmaklar akıtan, sonra onun (istikrarı ve fonksiyonlarını görebilmesi için sabit kazıklar misali) dağlar var eden ve birbiriyle birleşen iki büyük su kütlesinin arasına bir engel koyan mı? Allah’tan başka bir ilâh daha mı olurmuş? Hayır, hayır.. onların çoğu, gerçeği bilmemektedir ve öğrenme peşinde de değillerdir.”- Neml,61
“Yoksa bütün varlıkları baştan yaratan, sonra sürekli olarak yeniden yaratan ve (hepsinin ölümünden sonra) onları tekrar yeni baştan yaratacak olan ve sizi hem gök tarafından, hem de yerden rızıklandıran mı? Allah’tan başka bir ilâh mı olurmuş? De ki: “Eğer (Allah’tan başka bir ilâh daha olabileceği iddiasında) samimi iseniz, haydi delilinizi gösterin!”- Neml,64
“Hiç görmezler mi ki, geceyi insanlar dinlenip sükûnet bulsunlar diye, gündüzü de etraflarını görüp çalışsınlar diye var ettik. Şüphesiz bunda iman edecek ve imanda derinleşecek kimseler için dersler, işaretler vardır.”- Neml,86
“Dağları görür ve hareketsiz, yerlerinde sabit sanırsın; halbuki onlar, sürekli hareket halindedir ve bulutların geçip gittiği gibi, (yerin hareketiyle birlikte) geçip gitmektedirler. (Ve Kıyamet Günü de, Âhiret’te oraya has bir şekil almak üzere parçalanıp toz–duman haline geleceklerdir.) Her şeyi muhkem ve kusursuz yapan Allah’ın yapmasıdır bu. Muhakkak ki O, işlediğiniz her şeyden hakkıyla haberdardır.”- Neml,88
“Ne kadar çok canlı vardır ki, hayatları için gerekli rızkı ne depo edebilmekte ne de yanlarında taşıyabilmektedir. Onların rızkını Allah verdiği gibi, elbette sizi rızıklandıran da O’dur; (dolayısıyla rızık korkusuyla gerektiğinde hicretten geri durmayın). Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla duyandır, hakkıyla bilendir, (sizin ihtiyaçlarınızı da hem duyar, hem bilir).”- Ankebut,60
Not: Ayet mealleri Ali Ünal’ın Kur’an-I Kerim mealinden alınmıştır.
]]>RUBÛBİYET VE KULLUK DAİRELERİ
Yukarıda izahına çalışılan hakikatlere bir de şu açıdan bakılabilir: Kâinata baktığımızda iki levha, iki daire görünür. Biri, gayet muhteşem, muntazam ve mükemmel Rubûbiyet dairesidir. Yani, bütün kâinatta kusursuz bir san’at, sürekli yaratma ve icat, en büyüğünden en küçüğüne bütün varlıkların rızıklarının verilip, ihtiyaçlarının giderilmesi hakikatleri, bütün açıklığıyla müşahede edilmektedir. Diğer daire ise, gayet geniş ve net bir kulluk, kapsamlı bir tefekkür, istihsan, yani takdir ve ayrıca teşekkür ve iman dairesidir. Evet, bütün varlıklar, inanmayan insanların hayatlarını kuşatan doğma, ölme, belli bir ailede, belli bir zamanda ve yerde ve belli bir renk ve fizikle dünyaya gelme ve vücutlarının iradeleri dışında çalışması gibi cebrî şartlar dâhil, Rubûbiyet dairesine karşı tam bir itaat ve baş eğmişlik içindedir. İşte, insan gibi şuurlu ve sorumlu varlıklara da düşen, bütün diğer varlıkların ortaya koyduğu ve dolayısıyla kâinatta en küçük bir sarsılmaya ve bozulmaya meydan vermeyen itaat ve kulluğu irade ve şuurlarıyla yerine getirmektir. İnsanın dünya hayatındaki vazifesi budur: kulluktur; itaattir; kâinattaki muhteşem denge, güzellik ve kusursuz san’at, yani Rubûbiyet dairesi üzerinde tefekkürdür, onu takdir ve mukabilinde şükürdür. Bu vazifeyi eksiksiz ve mükemmel yerine getiren birinci kişi ise Allah Rasûlü Hz. Muhammed’dir (s.a.s.).
Allah Rasûlü (s.a.s.), sadece kendisi Rubûbiyet dairesine en mükemmel hizmeti yapmakla kalmamış, bütün insanları ve cinleri aynı hizmeti yapmaya, aynı hizmetle şereflenmeye çağırmıştır. Dolayısıyla O, ‘risalet’ denilen bu misyonu sebebiyle, kâinatın yaratılmasına sebeptir ve “Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım!” hadis-i kudsîsine mazhardır. Çünkü tanınmayacak, bilinmeyecek, manâsı ve hikmeti anlaşılmayacak, takdir edilmeyecek, şükürle mukabele görmeyecek olduktan sonra Rubûbiyet dairesinin açılıp, kâinatın yaratılmasının anlamı olmazdı. Cenab-ı Allah, sözkonusu vazifeyi, Rubûbiyet dairesinin karşısındaki ubûdiyet, yani kulluk dairesini en mükemmel kimin temsil edeceğini ezelî İlm’i ile bildiği için kâinatı yaratmış ve bu vazifeyi, onu hakkıyla ve evrensel çapta yerine getirecek olan Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) tevdî buyurmuştur.
Kulluk dairesinin gördüğü vazifenin ebedî âlemde elbette bir karşılığı olacaktır. Bu daire Kıyamet’le birlikte kapanacak ve bu dairenin ahalisi, bu dairede yaptıklarının karşılığını görmek üzere ebedî âleme alınacaklardır. İşte, ebedî âlemde ebedî saadeti kazanmanın yolu, Rubûbiyet dairesine karşı kulluk dairesinde gereken vazifeyi ifa etmektir. Bu vazifenin ne olduğunu ve nasıl yerine getirileceğini evrensel çapta ve en mükemmel biçimde öğreten, yine Allah Rasûlü (s.a.s.) olmuştur. Dolayısıyla, O’nun bu öğretmesi, insanları sözkonusu vazifeye çağırıp onları ebedî saadete yönlendirmesi, yani O’nun hidayeti, ebedî saadet yurdunun açılmasına vesiledir.
Evet, o Zât (s.a.s.), hem rasûldür, risalet noktasında Cenab-ı Allah’ın ahkâmını, kullarından neleri istediğini Kur’ân vasıtasıyla bütün insanlara ve cinlere tebliğ etmiş, yani, onlara onları ebedî saadeti götürecek hidayeti getirmiştir. O Zât, ayrıca kuldur; kulluğu noktasında Rabb’isine herkesten daha çok ibadet, daha çok dua eder. Ayrıca, kulluğuyla insanlara Cenab-ı Allah’ı tanıtması, O’nun nasıl bir kulluğa lâyık olduğunu, dolayısıyla Sıfatlarıyla O’nu tarif etmesi, yine O’nun kulluk vazifeleri arasındadır ve bu yönüyle Cenab-ı Hakk’m dergâhında bilhassa kendisine inanan ümmetinin elçisi konumundadır. İşte, üçüncü olarak, eğer kulluk dairesinde bu dairenin gerektirdiği vazifeyi yapan hiçbir kimse olmasaydı bile, Peygamber Efendimiz’in bu vazifeyi tam yerine getirmiş, ibadeti ve duasıyla bu vazifeyi kusursuz ifa etmiş olması, yine Cennet’in yaratılıp, ebedî saadetin icadı için yeterdi. Bu sebeple, öncelikle O’nun kulluğu ve duasıdır ki, Cennet’in ve ebedî saadetin icadına birinci vesiledir.
YÎRMÎÜÇ NOKTADA PEYGAMBER EFENDİMİZ VE EMSALSİZLİĞİ
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), bilhassa aşağıdaki 23 noktada emsalsiz olup, bu 23 nokta, O’nun tarih boyu gelmiş ve gelecek bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün peygamberlere reis, bütün velîlere, safîlere, âlimlere, âdil ve muvaffak idareci ve kumandanlara efendi ve bütün peygamberlerden ve velîlerden, safîlerden oluşan zikir halkasının idarecisi olduğunu ispat eder:
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.), peygamberliğini ve Cenab-ı Allah’ın açık teyit ve yardımına mazhar olduğunu ispat eden en önemli ve müşahhas delillerden biri, evet, O’nun Arabistan’da keşmekeşliğe, bölünmüşlüğe ve kabile savaşlarına son verip, çok kısa bir zaman içinde çok güçlü bir devleti meydana getirmesidir. Katı bir İslâm düşmanı olan William Muir, The Life of Muhammad (Muhammed’in Hayatı) adlı eserinde şu itirafta bulunmaktan kendini alamaz.
İlk dikkatimizi çeken nokta, Arapların birbirinden bağımsız sayısız kabileye ayrılmış olmasıydı. Bu kabileler, birbirleriyle sürekli savaş halindeydiler; kan veya menfaat gibi bağlarla bir araya geldiklerinde bile en ufak bir sebepten hemen savaşa hazırdılar. Evet, İslâm geldiğinde Arapların hali devamlı bir birleşmeye imkân tanımayacak bir parçalılık arz ediyordu. Problem çözülmeyi bekliyordu, ama hangi güçle? Problemi Muhammed çözdü. (William Muir, The Life of Mohammad, Londra 1861)
Kabilecilik içinde boğulmuş ve kabilecilikle parça parça olmuş Arapları kabileciliği yok edecek üstün bir gaye etrafında bir araya getirmek, herhangi beşerî bir güç için imkân dahilinde görünmüyordu. Fakat ümmî, hiçbir okul görmemiş, risaletle vazifelendirildiği 40 yaşına kadar hiçbir orduya kumanda etmemiş, hiçbir idarecilikte bulunmamış olan Allah Rasûlü (s.a.s.), parça parça ve birbirleriyle sürekli savaş halindeki insanları ve bu insanlardan meydana gelen kabileleri fevkalâde bir zemin üzerinde ve bir çatı altında birleştirdi. Çok kısa zamanda kasaba büyüklüğündeki bir yerde kurduğu devlet, önce üç milyon kilometrekarelik Arap yarımadasında hakim hale gelmesinin ardından 6-7 yıl içinde dönemin iki süper gücünden Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nu bir daha belini doğrultamayacak şekilde dize getirirken, İran Sasanî imparatorluğu’nu ise tarihe karıştırdı. Bunu yaparken, tarihte emsali görülmedik biçimde, mağlûp ettiği devletlerin halklarının kalblerini ve zihinlerini de fethetti.
O Zât (s.a.s.), asla güce dayalı olarak hareket etmedi. Tarihin en kısa sürede en başarılı olmuş üç askerî hareketinden İskender İmparatorluğu, İskender’in ölümüyle, yani kurulmasıyla birlikte parçalandı. Moğol İmparatorluğu, kurucusunun sağlığında dörde bölündü ve dört bölüğün tamamı, Çağatay Hanlığı, Hindistan Moğol Devleti, Altınordu Devleti ve İlhanlılar Devleti, askerî yönden mağlûp ettikleri İslâm medeniyet havzasında çok kısa süre içinde eriyip, Müslümanlaştılar. Buna karşılık, Hz. Muhammed’in tamamen zihinlere ve kalblere hakimiyetle kurduğu ve ashâbı tarafından bir hamlede dönemin iki süper gücünden birini yok edip, diğerinin belini kıran ve 15 milyon km2lik bir sahaya yayılan devlet, fethettiği topraklarda ve halklar üzerinde bütünüyle kalıcı oldu ve kalıcı olmaya devam ediyor. Çünkü O Zât, zihinlere ve kalblere hitap etti ve onları fethetti.
Muhammed-i Hâşimî (s.a.s.), ümmî olmasına, zahirde hiçbir kuvveti bulunmamasına, saltanat ve hakimiyet gibi bir gaye ve meyil taşımamasına rağmen, en tehlikeli mevkilerde tam bir emniyet ile harekete geçerek fikirlere galip geldi, kendini ruhlara sevdirdi, tabiatlara hakim oldu; yerleşik, kökleşmiş, dem ve damara işlemiş çok sayıda vahşî âdet ve huyları köklerinden keserek yerlerine en yüce ve güzel ahlâkı, sarsılmaz temeller üzerinde kana ve ete karıştırırcasına yerleştirdi; bununla birlikte, vahşet kulübesinde yıkmakla meşgul bir topluluktaki vahşiyane kalb katılığını gidererek en ince hisleri harekete geçirdi, en yüce duyguları uyardı ve onlardaki insaniyet cevherini ortaya çıkararak, onları çok kısa bir zamanda medeniyet ufkuna yükseltip, bir hamlede doğuya ve batıya yerleşecek büyük bir devleti kısa bir zaman içinde teşkil etti ve cevval bir ateş gibi, belki her yanı aydınlatan bir ışık gibi veyahut asâ-yı Musa gibi, diğer devletleri yutup yok olma noktasına getirdi.
O Zât (s.a.s.), halkın düşünce tarzını, alışkanlıklarını ve ahlâkını değiştirdi. Allah’ın izniyle cehaleti ilme, bedeviyeti medeniyete, kaba, acımasız ve kötü kişileri de dindar, Allah korkusuyla dopdolu ve dürüst insanlara kalbetti. Bu insanların önceki inatçı ve bükülmez vahşî tavırları, kanun ve düzene teslimiyete ve bağlılığa dönüştü. Asırlardır içlerinden adı anılmaya değer tek bir büyük insan çıkaramamış olan bir halk, O’nun sayesinde dünyanın her tarafına din, ahlâk ve medeniyet taşımaya koşan binlerce yüce ruha kaynaklık etti ve tarihin en meşhurları arasına girdi.
Gücün zoru ve propaganda hilesiyle ancak sathî bir tesir meydana getirilebilir ve akla karşı yollar kapatılabilir. Buna mukabil, kalblerin derinliklerine nüfuz etmek, en ince hisleri harekete geçirmek, goncaya benzeyen istidatları inkişaf ettirmek, gizli veya uykuda olan seciyeleri uyarıp insaniyet cevherini feverana getirmek, hakikat ışığının özelliğidir. Evet, O Zât’ın, kalb katılığının cisimleşmiş bir misali olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömme gibi vahşiliklerden kalbleri temizleyip, onları, en hassas acıma duygusunun bir parıltısı olan hayvanlara merhamet, hattâ karıncaya şefkat gibi hasletlerle donatması öyle büyük bir inkılâptır ki, özellikle bunun o çöl topluluklarında başarılması sadece kanunlarla mümkün olmayacağı için, bundaki harikulâdeliği her basiret sahibi tasdik eder.
Kureyş’le yakınlığı olan ve Mekke civarında oturan Udal ve el-Kâre kabilesinden bir ekip, Hicret’in üçüncü yılında Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) gelerek, “Kabilemizden Islâm’ı seçenler var; bir heyet gönder de bize Din’i anlatsınlar ve Kur’ân’ı öğretsinler.” dediler.
Allah Rasülû (s.a.s.), bu iş için ashâbından altı kişiyi seçip gönderdi ve başlarına da Mersed ibn Ebî Mersed, bir başka rivayete göre de Asım ibn Sâbit’i imam tayin buyurdu. Bu altı kişilik muallim grubu Huzeyl kabilesinin oturduğu topraklara geldiklerinde bir yerde konakladılar ve uykuya vardılar. Birden Huzeyl kabilesinin adamları, silahlarıyla bu altı kişilik ekibin başına üşüştüler. Kendilerini çağıranlar, ya böyle bir tuzak hazırlamışlardı, ya da o anda fikir değiştirmişlerdi; onlar da, Huzeyl kabilesi adamlarının yanında yer aldılar. Neticede, üç Müslüman mücahid muallim şehid olurken, üç tanesi de esir edilip, elleri bağlı Mekke’ye doğru yola çıkarıldılar.
Söz konusu üç kişiden Abdullah ibn Tarık’ı da yolda tam bağlarından kurtulup, kılıcına elini atacağı anda taşla şehid ettiler. Zeyd ibn Desine ve Hubeyb ibn Adiyy ise Mekke’de Kureyş’e teslim edildi.
Safvan İbn Ümeyye, Zeyd’i alarak, öldürmek üzere Mekke dışında bir yere çıkardı. Kureyş’ten pek çok kişiler de o anda orada hazır bulunuyorlardı. Zeyd, vakur ve sakin, idam edileceği mahalle geldi. O zaman henüz İslâm’ı kabul etmemiş bulunan Ebû Süfyan da hadise mahallinde bulunanlar arasındaydı. Belki bir pişmanlık sözü işitirim ümidiyle bir adım öne çıkıp, Zeyd’e şu soruyu sordu:
“Allah’a yeminle söyle Zeyd; şu anda senin yerinde idam edilmek üzere Muhammed olsun, sen de Medine’de ailenin yanma bulunsan istemez misin?”
“Vallahi” dedi Zeyd, “benim şu anda Medine’de ailemin yanında bulunmam karşısında değil Muhammed’in burada benim yerimde olmasını, Medine’de O’nun ayağına bir diken batmasını bile istemem.”
Bu cevap karşısında şaşkına dönen Ebû Süfyan, tepkisini şöyle dile getirdi: “Yemin olsun, arkadaşları tarafından Muhammed kadar sevilen ikinci bir kişi görmüş değilim.”
Hz. Zeyd şehid edildikten sonra sıra Hubeyb’e geldi. O da idam için Mekke dışına çıkarıldı. Orada iki rek’at namaz kılmak için müsaade istedi. Tam bir haşyet ve tevazu ile namazını kıldı; sonra da kalabalığa dönerek şunları söyledi: “Eğer ölümden korktu da namazı uzattı demeyecek olsaydınız, şu namazı daha çok uzatmayı arzu ederdim.”
İdam sehpasına çıkarılan Hubeyb’den herkesi dehşete düşüren şu sözler işitiliyordu: “Rabbim, Resûlü’nün mesajını tebliğ ettik; O’na bize yapılanı bildir ve kendisine selâmımı ilet.”
O esnada Medine’de ashâbıyla birlikte oturmakta olan Rasûlüllah (s.a.s.), “Ve aleyke’s-selâm yâ Hubeyb!” diyerek, bu kahraman mücahidin selâmını iade ediyordu.
Son olarak, yeri bir defa daha geldiği için, o büyük Zât’ın, Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.s.) asırlar üzerinde devam edip gelen silinmez tesirini ve hakimiyetini göstermek bâbında şu hadiseyi de nakletmeden geçemeyeceğiz:
Talebelerinden biri İbn Sina’ya bir gün, “Bu bilginiz ve dehanızla peygamberlik iddiasında bulunsanız, halk çevrenizde toplanır.” der. İbn-i Sina o anda cevap vermez. Nihayet bir kış günü seyahat halinde iken, konakladıkları bir mahalde şafak vakti İbn Sina o talebesini derin uykusundan uyarır ve abdest için kendisine dışardan su getirmesini rica eder. Ne kadar ısrar ettiyse de talebe, sıcak yatağından kalkmak istemez. Derken, müezzin “Allahu ekber, Allâhu ekber!” diyerek sabah ezanını okumaya başlar. İbn-i Sina, “Tam bu talebeye cevab verme zamanı” diyerek, şunu söyler:
“Peygamberlik iddiasında bulunsam, halkın arkamdan geleceğini söyleyen sen, görüyorsun ki, yıllardır sana olan hocalığım ve verdiğim dersler, hayatında bir defa sıcak yatağından kalkıp da bana bir bardak su getirecek kadar olsun üzerinde tesir bırakmamış. Sen ki, benim doğrudan talebemsin ve bu kadar yıl derslerimden istifade ediyorsun… Ama şu müezzine bak: Peygamber’in dört yüz yıllık emrine itaat ediyor ve sıcak soğuk demeden günde beş defa minareye çıkıp, Allah’ın birliğine ve O Zat’ın nübüvvetine şehâdet ediyor. İşte, aradaki fark bu!”
On dört asırdır O’nun ismi aktar-ı âlemde şehbal açmakta, sevgisi gönüllerde her geçen gün büyümekte ve dünyanın hâl-i hazır vaziyeti, O’nun bütün cihan tarafından fahrü’l-âlem olarak selâmlanacağını müjdelemektedir.
Evet, Hz. Muhammed (s.a.s.) ise hayatın her sahasında zirveyi temsil eden tek kişidir. Bir hikmet ehlidir, kendi akidesinin mücessem timsalidir. En büyük bir devlet adamı olduğu kadar, eşsiz bir asker; bir kanun koyucu olmasının yanısıra, en büyük bir ahlâkçıdır. Maneviyat âleminin en parlak bir güneşi ve yücelerden yüce dînî bir rehberdir. Emirleri ve vaz’ettiği hükümler, milletlerarası münasebetlerden yeme, içme ve yıkanma gibi günlük davranışlara kadar hayatın bütününe şâmildir. Getirip tebliğ ettiği akidevî temeller üzerinde öyle bir medeniyet kurmuş ve hayatın birbirine zıt görünen sahaları arasında öylesine muazzam bir denge vaz’etmiştir ki, hiçbir alanda en ufak bir eksiklik, yanlışlık ve tenakuzun izine rastlanmaz. Acaba O’na denk böylesine mükemmel ve bütün bir ikinci şahsiyet göstermek mümkün müdür? Hayatında hiçbir okul görmemiş, ne askerî akademiye gitmiş ne de mülkiyede okumuş, doğmadan önce babasını ve altı yaşında iken annesini kaybedip, yetim ve öksüz olarak büyümüş olan o Zât (s.a.s.), bütün zamanların en büyük ve emsalsiz eğitimcisi, muallimi, âlimi, mürşidi, kanun koyucusu, sistem kurucusu, inkılâpçısı, kumandanı, ayrıca eşsiz bir baba ve koca, kalblerin sevgilisi bir dost olarak kendini göstermiştir. Bütün bu sıfatların ümmî bir insanda en yüksek seviyede bulunması, O’nun Cenab-ı Allah tarafından öğretildiği ve vazifelendirildiğini gösteren en açık bir delil olmaz mı?
Fransız tarihçisi Alphonso de Lamartine, O’nun hakkında şöyle yazar: “Dünyada başka hiç kimse, gönüllü veya gönülsüz önüne O’nunkinden daha büyük bir hedef koymamıştır: Allah’la insan arasına sokulmuş bâtıl inançları ortadan kaldırmak; Allah’la insanı aracısız karşı karşıya getirmek; putatapıcılığın maddî ve çarpıtılmış ilâhlar kaosu arasında aklî ve kutsal ilâh kavramını yeniden yerleştirmek. Dünyada başka hiç kimse, bu kadar zayıf vasıtalarla insan gücünün bu kadar ötesinde bir işe girişmemiştir; böylesine büyük bir hedefin tasarlanmasında ve uygulamaya geçirilmesinde kendinden başka vasıtası ve çölde yaşayan bir avuç insandan başka yardımcısı yoktu O’nun. Ve başka hiç kimse, dünya üzerinde böylesine büyük ve kalıcı bir ikinci inkılâbı gerçekleştirmiş değildir; çünkü, iki asırdan daha az bir zaman içinde İslâm, inanç ve hakimiyet planında tüm Arabistan’a yayılmış ve Allah adına İran’ı, Horasan’ı, Mâverâünnehir’i, Batı Hindistan’ı, Suriye’yi, Habeşistan’ı, tüm Kuzey Afrika’yı, İspanya’yı, Akdeniz’de çok sayıda adayı ve Galya’nın bazı kısımlarını fethetmiştir.”
Eğer gayenin büyüklüğü, vasıtaların azlığı ve neticenin şaşırtıcılığı insan dehasının üç ölçüsüyse, kim Muhammed’le karşılaştırılabilir? En meşhur insanlar, sadece ordular, kanunlar ve imparatorluklar meydana getirmişlerdir. Çoğu defa gözleri önünde dağılıp giden maddî iktidarlardan başka bir şey kurmamıştır onlar. Fakat bu insan, yalnızca orduları, kanunları, imparatorlukları, milletleri ve hanedanlıkları harekete geçirmekle kalmamış, ayrıca, o zamanki meskûn dünyanın üçte birinde milyonlarca insanı ve daha da ötesi ma’bedleri, tanrıları, dinleri, fikirleri, inançları ve ruhları yerinden oynatmıştır. Her harfi kanun olan bir Kitab’a dayanarak, her dil ve her ırktan insanlardan bir manâ ümmeti çıkarmıştır. Bize, bu Müslüman ümmetin silinmez karakterini, sahte ilâhlardan nefreti ve bir ve gayr-ı maddî Allah tutkusunu bırakmıştır. Göğün kudsiyetinden uzaklaştırılmasına karşı oluşan bu ulûhiyet tutkusu, Muhammed’in takipçilerinin en büyük faziletidir; arzın üçte birinin bu inanca teslim olması, O’nun bir mûcizesidir. Uydurma ilâh zürriyetlerinin bıktırıcılığı altındaki bir dünyada ilân edilen Allah’ın birliği inancı, telâffuz edilir edilmez bütün eski putperest mabedlerini yerle bir eden ve dünyanın üçte birini harekete geçiren başlı başına bir mûcizeydi. Bu Zât’ın hayatı, tefekkürü, ülkesinin bâtıl inançlarını kahramanca inkârı, putatapıcılığın öfkelerine meydan okumadaki cesareti, Mekke’de on üç yıl süreyle gösterdiği sabır ve tahammül, halkın ezasını ve hattâ hemşehrilerinin kurbanı oluşunu kabulü; evet, bütün bunlar ve ilâveten kesintisiz tebliği, tuhaflıklara karşı koyuşu, başarıya inancı ve felâketler karşısındaki insan üstü güven duygusu, zafere götüren sabır ve azmi, tek bir fikre olan tutkulu bağlılığı ve asla imparatorluk peşinde olmayışı; bitmez duası ve ibadeti, Allah’la olan manevî konuşmaları, vefatı ve vefatından sonraki muzafferiyeti; bütün bunlar, bir yalana değil, sarsılmaz bir inanca şahidlik etmektedir. Esaslı bir akideyi yeniden yerleştirme hususunda O’na güç veren bu inançtı. Bu akîde de, iki taraflıydı: Allah’ın Birliği ve Allah’ın maddî olmayışı. Birinci taraf, Allah’ın ne olduğunu, ikinci taraf da ne olmadığını anlatıyordu. Fikirlerin filozofu, hatibi, elçisi, ortaya koyucusu, cenkcisi ve fâtihi; aklî inançların, tasvir, timsal ve heykelleri olmayan bir dinin ve yirmi dünyevî ve bir manevî devletin kurucusu Muhammed. İnsan büyüklüğünün tesbitinde kullanılan bütün ölçüler içinde soruyoruz: O’ndan daha büyüğü var mıdır? (History of Turkey (terc), New York, 1851;, c. 2, s:276-27.)
O’ndan daha büyüğü değil, O’nunla tartıya konabilecek bir ikinci insan var mıdır?
The 100: A Ranking of the Most Influential Persons İn History (Tarihin En Etkili 100 Kişisi) isimli eserin yazarı Michael Hart, bu eserinde tarihin en etkili birinci kişisi olarak Allah Rasûlü Hz. Muhammed’i (s.a.s.) seçer ve bunun sebebini de şöyle açıklar:
Benim Muhammed’i tarihin en etkili kişileri listesinde birinci sıraya koymam bazı okuyucuları şaşırtmış olabilir ve bazıları tarafından da sorgulanabilir. Fakat O, hem dünyevî, hem de dinî sahada tam muvaffak olmuş yegâne kişidir… Muhammed’in İslâm üzerindeki kendine ait tesiri, İsa Mesih ve St. Paul’ün (Pavlos) Hıristiyanlık üzerindeki toplam tesirinden daha büyüktür. Aynı anda hem dünyevî, hem de dinî sahadaki emsalsiz başarısıdır ki, Muhammed’e insanlık tarihinin en etkili yegâne kişisi unvanını kazandırmaya yeter. (The 100: A Ranking of the Most Infiuential Persons In History, New York, 1978,)
Bütün bunlar, Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı içlerinde temsil ve tebliğ ettiği, yayıp hakim hale getirdiği Kureyş, Evs ve Hazrec’e mensup insanların nasıl bir kapasiteye sahip bulunduklarını, onların insanlık tarihinin en kapasiteli insanları olduklarını ortaya koyar. Böyle insanlar, müsbet bir mesajla yetiştirildiklerinde nasıl emsalsiz icraat ve eserler ortaya koyarlarsa, menfî bir sistemde, menfî bir inançla da emsalsiz kötülüklerin, vahşetin, ahlâksızlığın sınır tanımaz temsilcileri olurlar. Bu tür insanların eğitimi de en zor eğitimdir; zekâ ve kapasite ne kadar yüksekse, onları eğitmek ve tatmin etmek da o kadar zor olur. İşte Peygamber Efendimiz (s.a.s.), tarihin en kapasiteli, dolayısıyla Cahiliye denilen İslâm öncesi dönemde küfürde, şirkte, zulümde, cefada, kötülüklerde, ahlâksızlıkta, vahşette, nifakta en önde insanlarını eğitti; onların zihinlerinin muallimi, kalblerinin mürşidi, ruhlarının terbiyecisi oldu. Çok geniş çöllerde alabildiğine vahşî, âdetlerine bağlılıkta son derece mutaassıp ve inatçı toplulukları pek kısa bir zamanda öylesine eğitti, onlara öylesine muallim (öğretmen) ve mürşid oldu ki, onları güzel ahlâkın bütün şubeleriyle donattı ve yalnızca kendi dönemleri itibariyle değil, Sahâbe adıyla, Kıyamet’e kadar gelecek bütün nesillere rehber, muallim ve üstad eyledi. Bunu asla güç kullanarak yapmadı; zaten o gücü yoktu, tek başına ortaya çıkmıştı; kaldı ki, güç kullanarak böyle bir eğitim de asla mümkün olamaz. Onların akıllarını, kalblerini, nefislerini fethetti; kalblerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi, ruhların sultanı oldu.
Görüyoruz ki, getirdiği nur, çok kısa ve tarihte misli değil, benzeri bile görülmedik bir tarzda birden cihanın doğusunu ve batısını tutuveriyor; çok kısa bir zamanda beşerin önemli bir kesimi ona tutunup, O Zât’ın getirdiği hidayeti kabûl edip, zeminden semâya yükseliyor ve O’nun yolunda her şeyini ortaya koyuyor; yeryüzünün çok önemli bir kesimi O’nun Mesaj ı’na teslim oluyor, onu hayatına hayat yapıyor, onunla muhteşemlerden muhteşem bir medeniyet kuruyor ve o Mesaj, ilk günden beri fasılasız onbir asır âdeta cihana hükmederken, maddî hakimiyet sağlama ve hayata bütün boyutlarında yön verme noktasında kendisiyle irtibatın belli ölçülerde koparıldığı ve zayıf düşürüldüğü son üç asırda her türlü muhalefete rağmen zihinlere ve kalblere hükmetmeye devam ediyor ve insanlığın geleceğinin yegâne ümidi olarak kendini gösteriyor.
Hem o Zât (s.a.s.), öyle harika âlemlerden, hadiselerden ve öyle büyük inkılâplar ve ebedî bir gelecekten söz ediyor ki, yerküre bomba olup patlasa, bu kadar merak ve dikkat çekici olamaz. Fakat neye ne kadar önem vereceğini şaşırmış olan insanlar, bu inkılâplara, hadiselere, geleceğe verilmesi gereken önemi vermiyorlar, onları merak etmiyorlarsa, bu, onların yollarını şaşırdığını gösterir ve elbette onların dikkatlerini çekecek bombalar başlarında patlayacaktır. Ayrıca, o Zât’ın haber verdiği gelecek karşısında dünyevî istikbal ancak bir damla serap hükmünde olabilir. O Zât’ın haber verdiği saadetin bir dakikasına bin senelik mesudane dünya hayatı kâfi gelmez. O Zât’ın gelecekle ilgili olarak haber verdiği azap ve cezanın bir anlığına nispeten, dünyada bin sene çekilecek azap hafif kalır.
Demek oluyor ki, şu harikalarla dolu kâinatın zahirî perdesi altında pek büyük ve her bakımdan harikulâde hadiseler bizi bekliyor. Bunları ise, ancak harikulâde ve mûcizeler sahibi bir zat haber verebilir. Hem O’nun haber verme tarzından da anlıyoruz ki, o Zât, görüyor ve gördüğünü söylüyor; bütün kâinatları yaratan ve kabza-i Kudreti’nde tutan Zât’ın bizden neleri yapıp, neleri yapmamamızı istediğini bildiriyor.
Görüyoruz, o Zât (s.a.s.), öyle büyük bir namazda dua ediyor, Cenab-ı Allah’tan öyle şeyler istiyor ki, âdeta bütün varlık, hayatıyla, hal ve duruşuyla, yaptıklarıyla O’nun azametli namazıyla namaz kılıp, O’nun duasını tekrar ediyor.
O Zât (s.a.s.), öyle büyük bir cemaatin içinde dua ve niyazda bulunuyor ki, sanki Hz. Adem’den Kıyamet’e kadar bütün inanmış insanlar, bütün peygamberler, velîler, safîler, nûranî ve kâmil zatlar, O’nun arkasında saf tutmuş ve O’nun duasına “Amin!” diyorlar.
O Zât (s.a.s.), öyle büyük bir ihtiyaç, herkesin en büyük derdi ve ihtiyacı için dua ediyor ki, değil sadece yeryüzündekiler, göklerdeki bütün varlıklar da O’nun duasına iştirak ediyor, “Evet Rabbimiz, biz de O’nun istediğini istiyoruz!” diyorlar.
O Zât (s.a.s.), öyle içten, öyle hazinane, öyle bir iştiyakla ve öyle bir tazarru ve niyaz, öyle bir merhamet ve şefkat celbedicilik içinde dua ediyor ki, bütün kâinatı harekete geçiriyor, ağlattırıyor ve duasına iştirak ettiriyor.
Hem öyle bir maksat ve gaye adına dua ediyor ki, insanlık başta olmak üzere bütün varlığı esfel-i sâfilînden, çukurların en çukurundan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, manâsızlık, gayesizlik ve hikmetsizlikten, tesadüflerin oyuncağı olmaktan kurtarıyor ve onları en yüceliklere çıkarıyor; her bir varlığa baha biçilmez nişanlar gibi manâlar, hikmetler, maksatlar takıyor.
Hem öyle her şeyi işiten, gören, her şeye gücü yeten ve merhameti sonsuz bir Zât’tan istiyor ki, o Zât (c.c.), en küçük bir varlığın, okyanusların dibindeki bir mikroorganizmanın bile ihtiyaçlarını duyuyor, görüyor ve yerine getiriyor. Dolayısıyla o Zât (s.a.s.), mutlak Kerim ve mutlak Rahîm Rabbi’nden, istediğini vereceği itimadı ve inancıyla istiyor. Öyleyse, o Zât’ın duasına katılmak ve “Amin!” demek, dünyada yapılabilecek en akıllıca iş olsa gerektir.
İnsanlığın bütün hayırlılarını arkasına alıp, Arş-ı A’zam’a dönerek dua eden bu Zât, acaba ne istiyor? Ebedî saadet istiyor; ölümsüzlük istiyor; dünyanın bir senelik mesut hayatı bir dakikasına kâfi gelmeyecek Cennet’i istiyor ve bin senelik Cennet hayatı bir anlığına kâfi gelmeyecek Allah’ın Cemali’ni istiyor. Eğer O’nun istediklerini Hz. Allah’ın yaratması adına başka hiçbir sebep bulunmasaydı bile, bu Zât’ın onları istemiş olması, Hz. Allah’ın O’nun istediklerini yaratmasına kâfi gelirdi. Şu başdöndürücü güzellik ve ihtişam ve kusursuz sanat timsali kâinatı yaratan, bu kâinat içinde en küçücük varlıkların ihtiyaçlarını bile muntazam şekilde gören ve gideren Zât’ın keremi, rahmeti, güzelliği, beşerin hem de en büyüğü tarafından istenen en büyük arzusunu reddetmeyi, en büyük ihtiyacını görüp gidermemeyi kabûl eder mi? Asla!
Bu Kitab’a denk hiçbir kitap olmamıştır ve olmayacaktır; bütün yaratılmışlar bir araya gelse o Kitab’ın bir âyetinin bile mislini meydana getiremezler. İşte bu Kitab’ı Cenab-ı Allah’tan alıp, insanlığa ve cinlere tebliğ eden yine O Zât’tır (s.a.s.).
Ali Ünal’ın “Risale-i Nur’da Külli Kaideler” adlı kitaptan alınmıştır.
]]>MEYVE, SON AMA ÇEKİRDEĞİ BARINDIRMAKLA AYNI ZAMANDA İLKTİR
Bu çalışmanın birinci bölümünde de zikredilen bu küllî hakikat, “Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” âyeti kerimesi ve “Sen olmasaydın, kâinatları yaratmazdım!” hadis-i kudsîsindeki manâyı açıklayıcı anlam ve muhtevaya sahiptir.
Nasıl ki bir ağaç meyvesi için yetiştirilir, dolayısıyla ağacın varlığından birinci gaye meyvesidir ve meyve, ağaçta en son ortaya çıksa da, ağacın onu dikenin, yetiştirenin zihninde ağacın varlığı açısından ilktir; bunun gibi, her iş, davranış ve faaliyet de bir gayeye oturur ve gaye, o iş, davranış ve faaliyetin varlığında ilktir. Gayesiz ve abes hiçbir şey yapmayan, yapmamak şânından olan Cenab-ı Allah’ın (c.c.) her bir eseri ve icraatı da elbette pek çok gayelere dayanır. Bu sebeple, gerek Cenab-ı Allah’a, gerekse insanlara ait her işte, her eserde ve faaliyette gaye en öncedir, fakat bu gaye, eser ve icraatın tamamlanmasıyla, yani en son ortaya çıkar. İşte, varlık silsilesinde en sonda olan, silsilenin neticesi, meyvesi ve gayesi olup, dolayısıyla onun varlığında en evveldir.
Cenab-ı Allah (c.c.), kâinatı tanınması ve kâinattaki şuurlu varlıkların Kendisi’ni tanıyıp O’na ibadet etmeleri için yaratmıştır. “Ben, cinleri ve insanları ancak (Beni tanısınlar ve) Bana ibadet etsinler diye yarattım.” âyeti de, bu gerçeği açıkça ifade etmektedir. Bütün kâinatta Cenab-ı Allah’ı en iyi tanıyan, O’na en üst seviyede ibadet eden, dolayısıyla kâinatın yaratılış gayesini öncelikle yerine getirenler, peygamberlerdir. Şu halde, peygamberler, kâinat veya varlık ağacının en önemli meyveleri olup, bir bakıma kâinat, onlar için yaratılmıştır. Peygamberler içinde ise onların sonuncusu olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), peygamberlik manâ, muhteva ve vazifesinin en önde gelen ve en kâmil temsilcisidir. Çünkü:
İşte bu önemli gerçekler sebebiyledir ki, bütün önceki peygamberler Allah Rasûlü’nün âdeta birer mukaddimesi gibi iken, Allah Rasûlü, peygamberlik misyonunun küllî ve evrensel tek temsilcisi olmuştur. Bu sebeple de O, Cenab-ı Allah’ın tanınmak ve Kendisi’ne ibadet edilmek için yarattığı varlık ağacının en büyük ve eşsiz meyvesi, dolayısıyla da yaratılmaktan ana gayedir. Yaratılış ağacının meyvesi olarak, yani zâtıyla peygamberlik silsilesinde son, ama gaye olarak ise mahiyeti ve manâsıyla, varlığının temelini teşkil eden nûruyla yaratılışta ilktir.
BÜTÜN PEYGAMBERLER, PEYGAMBER EFENDÎMİZ’E ŞAHİTTİRLER
Yukarıda üzerinde durulduğu gibi ve burada aynı gerçeği tekrar ifade edecek olursak, bir işte maksat ve netice, bir ağaçta meyve önce düşünülür; bir başka ifadeyle, bir işe onunla gerçekleştirilmek istenen gaye sebebiyle girişilir ve hangi meyveyi almak istiyorsak o meyveyi verecek ağaç dikilir ve yetiştirilir. Dolayısıyla, işin gayesi veya neticesi, ağacın meyvesi, öyleyse varlığın da gayesi ve/veya meyvesi fizikî olarak en son olsa da, niyette ve manâ olarak en öncedir.
Kâinatın yaratılmasından gaye Cenab-ı Allah’ı tanıtacak bir kitap olması, insanın yaratılmasından gaye ise bu kitabı okuyup, Cenab-ı Allah’ı tanıması ve O’na ibadet etmesidir. İslam, kâinat kitabının tercümanı, dolayısıyla Cenab-ı Allah’ın kâinatı yaratmaktaki gayesinin gerçekleşme yolu veya vasıtasıdır. Önceki peygamberlerin her biri, İslâm’ı belli bir zaman, belli bir veya birkaç kavim için ve belli şartlarda geçerli olmak üzere temsil ve tebliğ etmesine mukabil, onu bütün zamanlar, mekânlar, şartlar ve insanlar için geçerli olmak üzere nihaî boyutlarıyla temsil ve tebliğ eden Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) olmuştur. Demek oluyor ki, Cenab-ı Allah’ın varlığı yaratmaktaki gayesi, en mükemmel, eksiksiz ve kusursuz olarak Peygamber Efendimizle (sallallahu aleyhi vesellem) gerçekleşmiştir.
Bir ağaç, meyvedeki çekirdekte başlar ve nihayet meyvede biter. O bakımdan, ağacın fizikî varlığında son ve netice, dolayısıyla ağacın varlığından gaye olan meyve, çekirdeği ile de ağacın tamamını en yoğun biçimde kendinde taşır. Ayrıca, maddî-fizikî varlık daima ilmî-manevî varlığın dışta tezahüründen ibaret olup, bir şeyin maddî-fizikî varlığı, hem varoluş gayesinden, hem de ilmî-manevî varlığından sonra gelir. İşte, mademki Cenab-ı Allah’ın varlık veya kâinat ağacını yaratmaktaki gayesini gerçekleştirme vasıtası olan İslam’ı bütün zamanlar, mekânlar, şartlar ve insanlar için olmak üzere insanların eline veren ve kâinatın da, insanın da yaratılmasındaki gayeyi mükemmel olarak gerçekleştiren Peygamber Efendimiz’dir, öyleyse Peygamber Efendimiz (s.a.s), varlık ağacının meyvesi, peygamberler içinde gönderilmede son, fakat manâsı ve ilmî-manevî varlığı itibariyle bütün peygamberlerden de, yaratılmış bütün varlıktan da öncedir. Bunun yanısıra, madem Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), varlık ağacının meyvesi, dolayısıyla gayesi olarak ilmî-manevî varlığıyla varlık ağacından öncedir ve madem meyve, içindeki çekirdeği itibariyle ağacının tamamını en yoğun biçimde kendinde taşır, öyleyse Peygamber Efendimiz, bütün varlık ağacının çekirdeği de olmakla, varlık ağacında biten bütün peygamberlerin peygamberliği Efendimiz’in peygamberliğinden bir cüzdür; manâsını O’nun peygamberliğinde bulur ve ondan alır. Bütün peygamberler, Peygamber Efendimiz’in nihaî boyutlarıyla temsil ve tebliğ buyurduğu İslâm’ı belli zaman, kavim ve şartlara bağlı olarak belli boyutlarda temsil ve tebliğ etmişler, neticede aynı, gerçekleri ama biraz dar boyutlarda anlatmışlarsa, elbette onların davalarının tamamı, Peygamber Efendimiz’in davasıdır. Onlar, peygamberlikleriyle, peygamberlik vazifesiyle, temsil ve tebliğ ettikleri davalar ile Peygamber Efendimiz’in davasına destektirler; misyonları çerçevesinde, yani davalarının mutlak doğruluğu adına kendi-lerine bahşedilen bütün mûcizeler de, Peygamber Efendimiz’in davasının doğruluğuna birer delildir.
Peygamberler mücizeleriyle Peygamber Efendimiz’i ve bütün davasını desteklediği gibi, bütün velîler de, kerametleriyle yine Peygamber Efendimiz’i ve davasını veya davalarını desteklerler. Çünkü, bütün velîler, İslâm’ın bahçesinde bitmişlerdir. İslâm, Kur’ân ve Sünnet’e dayanır; Kur’ân, Hz. Cebrail tarafından getirilen ve Peygamberimiz’e okunan vahiy (vahy-i metlûv), Sünnet ise, Kur’ân’a dâhil olmayan ve değişik şekillerde gelen vahiy (vahy-i gayr-ı metlûv)’dur. Her iki vahyi alan ve tebliğ eden, Peygamber Efendimiz (s.a.s. )’dir. Bütün velîler, temelinde Kur’ân ve Sünnet bulunan İslâm ile ve Peygamberimiz’e tebaiyetle, yani O’nun arkasından giderek vilâyet (velâyet) mertebesine ulaştıkları gibi, yine İslâm ve Peygamberimiz’e tebaiyet sayesinde kerametlere mazhar olmuşlardır ve olurlar. Dolayısıyla onların velâyet ve velâyete bahşedilen kerametleri de, bütün davalarında Peygamber Efendimiz’e şahittir ve O’nu tasdiktir.
BİR KİTAP OLARAK KÂİNAT VE ALLAH RASÛLÜ
Nasıl Kur’ân bir kitap ise, insan da, kâinat da, birer kitaptır. Bu üç kitabın üçü de, Cenab-ı Allah’ın varlıkta tecelli eden bütün İsimleri’nin tecellilerini haiz, dolayısıyla Cenab-ı Allah’ı tanıtan üç küllî muarrif, yani O’nu tanıtıcı üç evrensel kitap, O’na tutulmuş en kapsamlı ve parlak üç aynadır. Nasıl bir sarayın planı, yani plan ve proje olarak varlığı, ayrıca fizikî varlığı ve onu baştan sona tanıtan bir kitap veya broşür, manâ ve muhteva bakımından birbirinin aynısı ise, bu üç kitap da, Cenab-ı Allah’ın İsimleri’nin tecellilerini haiz olmakla aynı manâ ve muhtevaya sahiptir ve bu aynı manâ ve muhtevanın farklı malzemeyle meydana getirilmiş şekilleridir. O bakımdan, bunlar, aynı zamanda birbirlerine de tercümandır.
İşte, Peygamber Efendimiz’in nûru, kâinat kitabının Yazarı’nın kaleminin mürekkebidir. Nur, varlığı malûm, hususiyetleri belli ölçüde bilinmekle beraber, mahiyetini tamamen bilebilmek mümkün değildir. Işığa, nûrun fizikî âlemdeki tecellisi veya en açık misali olarak bakılabilir. Kâinatın temel varlığı belki nurdur ve “Allah, göklerin ve yerin nûrudur” âyetinde ifade buyurulduğu üzere, varlık noktasında kâinatın Allah’ın Nûru’na dayandığı, Cenab-ı Allah’ın kâinat adına ilk yarattığının nur olduğu söylenebilir. İşte bu nur, Peygamber Efendimiz’in mahiyeti, varlığının özü ve temelidir. Dolayısıyla, bütün kâinat bu nurdan yaratılmakla, Nûr-u Muhammedi, kâinat kitabının Kâtibi’nin kaleminin mürekkebidir; Allah, kâinat kitabını Nûr-u Muhammedi ile yazmıştır. Nitekim, bir hadis-i şerifte, “Allah’ın ilk yarattığı, benim nûrumdur.” buyurulmaktadır.
BİR AĞAÇ OLARAK KÂİNAT VE ALLAH RASÛLÜ
Kâinata bir kitap olarak bakılabildiği gibi, bir ağaç olarak da bakılabilir. Aslında kitap, taşıdığı ana fikir ve yazılış gayesi, manâ ve muhtevası, manâ ve muhtevanın meydana getirdiği bölümleri, paragrafları, cümleleri ve kelimeleriyle bir ağaç; bir ağaç da, çekirdeği, kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri ve meyveleriyle bir kitaptır. O bakımdan, kâinata hem bir kitap, hem de bir ağaç olarak bakılabilir. Nitekim özellikle Müslüman sûfîler, kâinata bir ağaç olarak da bakmış ve meselâ Muhiddin ibn Arabî, Şeceretü’l-Kevn (Yaratılış Ağacı) isimli bir kitap da kaleme almıştır. İşte, varlığın kendinden yaratıldığı Nûr-u Muhammedi, Peygamber Efendimiz’in nûru, bu ağacın çekirdeğidir. Nasıl çekirdek, ondan çıkacak ağacın bütün programını, sistemini, hayatını idarede geçerli kanunları, ayrıca, noktanın bütün harflerin âdeta yoğun özeti olması gibi, yoğun şekilde ağacın tamamını kendisinde taşır, öyle de, Peygamber Efendimiz’in nûru, kâinatın çekirdeği olarak onu en yoğun biçimde kendinde taşır. Varlık ağacı ondan çıkmıştır ve nihayet en parlak ve en kâmil meyvesi olarak da onu vermiştir. Yani Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), mahiyetiyle, varlığının aslî boyutuyla kâinat ağacının çekirdeği, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) olarak zâtıyla, bu ağacın en parlak ve en mükemmel meyvesidir.
BİR CANLI OLARAK KÂİNAT VE ALLAH RASÛLÜ
Kur’ân-ı Kerim’de yeryüzü canlı bir hayvana benzetilir: “O ki, yeri (evcil ve uysal bir hayvan gibi) size boyun eğdirmiştir. Öyleyse onun omuzları üzerinde rahatça dolaşın ve Allah’ın sizin için hazırladığı rızıktan istifade edin. Ama unutmayın ki, nihayet arzolunma O’nadır” Bir at veya devenin omuzlarında seyahat etmek oldukça güç olmasına mukabil, yeryüzünün çok sayıda omuzları üzerinde ve arasında rahatça seyahat edilebildiğine göre, demek ki yeryüzü, insan için attan da, deveden de daha uysal bir binektir. Ayet, Cenab-ı Allah’ın insanlar için hazırlayıp depoladığı rızkın daha çok yeryüzünün omuzlarında, omuzlarının içinde ve arasında (dağlarda, dağlar arasındaki ovalarda) olduğunu ima etmekte ve dolayısıyla insanlara dağlarda Allah’ın yaratmış bulunduğu rızıkları (bitki, maden, su kaynakları vb.) araştırıp keşfetme teşvikinde de bulunmaktadır. İşte nasıl yeryüzü âdeta bir hayvan, yani canlı bir varlıktır, kâinata da böyle canlı bir varlık olarak bakılabilir. Çünkü hayat, kâinattan süzülmüş onun nihaî bir hülâsasıdır. İşte, kâinata bir canlı olarak bakıldığında Nûr-u Muhammedi, bu canlının rûhu olur. Çünkü nasıl bir ağacın ukde-i hayatiyesi, hayatının kaynağı, zembereği ve bir motor gibi tamamına hayat üfleyen merkezi, ağacın hayatının motoru, çekirdeğin- dedir; bunun gibi, kâinat ağacının çekirdeği olan Nûr-u Muhammedi, kâinat bir canlı olarak düşünüldüğünde onun rûhu olur. Öte yandan, Kur’ân-ı Kerim, İlâhî Mesaj’ı hayatın hayatı, gerçek hayat olarak takdim buyurur: “Ey iman edenler! (Rasûlüllah, Allah’ın çağrısı olarak) sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah’a ve Rasûlü’ne icabet edin!” İşte Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), risaletiyle, yani misyonuyla nasıl kâinatın hayatının hayatı ise, kâinat nasıl mânen ancak O’nunla, O’nun getirdiği mesajla dirilik kazanıyorsa, O’nun mahiyeti, varlık temeli olan nûru da, kâinat bir canlı gibi düşünüldüğünde onun rûhu olur.
BİR İNSAN OLARAK KÂİNAT VE ALLAH RASÛLÜ
Kâinat bir canlı gibi düşünülebildiği gibi, canlılığın nihaî mertebesi olan bir insan gibi de düşünülebilir. Çünkü, nasıl bir ağacın hayatının, varlığının ve canlılığının kaynağı çekirdeğidir ve ağaç, meyvesi için yetiştirilir ve onun hayatı gider, çekirdeği kendinde barındıran meyvede son bulur; yani denebilir ki, ağaç, bir bakıma meyvesinden ibarettir; bunun gibi, insan da, insanlığın kâmil temsilcisi olan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) ile nasıl kâinat ağacının çekirdeğidir, aynı şekilde, onun meyvesidir de. Yani, yaratılış, çekirdeği olan İnsanî mahiyetle, bu mahiyetin kâmil temsilcisi Hz. Muhammed’in nûruyla başlamıştır ve silsile silsile nihayet insanda son bulmuş, insanı netice vermiştir. Şu halde, bir ağaca varlığından gaye, varlığının temeli ve nihayet neticesi olması hasebiyle bir meyve olarak bakınabileceği gibi, kâinat ağacına da meyvesi olan insan nazarıyla bakılabilir. İşte, kâinata tür farkı görmeksizin bir canlı olarak bakıldığında nasıl Nûr-u Muhammedi onun rûhu olursa, ayrıca, Hz. Muhammed’in risaleti, misyonu, getirdiği İlâhî Mesaj kâinatın hayatının hayatı olması hasebiyle de Nûr-u Muhammedi kâinatın yine rûhu olursa, kâinata insan olarak bakıldığında ise Nûr-u Muhammedî, onun aklı olur. Nûr-u Muhammedî ile, bir başka ifadesiyle, Hz. Muhammed’in mahiyetiyle Kur’ân’ın mahiyeti, bir bakıma özdeştirler. İkisi de, aynı gerçeğin ifadesidir. Bu sebepledir ki, zâtı itibariyle Hz. Muhammed için de “Yürüyen Kur’ân” denmiştir. Cenab-ı Allah’ın Kelâm sıfatından gelen Kur’ân, O’nun İrade ve Kudret sıfatlarından bir insan olarak gelmiş olsa idi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) olarak gelirdi. Buna karşılık, Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), Allah’ın Kelâm sıfatından bir kitap olarak gelse idi, Kur’ân olarak gelirdi. İşte Kur’ân, kâinatın aklıdır. Çünkü yerküre, kâinatın başıdır. Kâinat, Kur’ân’la düşünür; kendisine Kur’ân’la yön verir; Kur’ân’la şuur kazanır; Kur’ân’la öğrenir. Eğer Kur’ân, Allah korusun, kâinatın kafası, olan yerküreden çıksa, bu defa, yerküre de, kâinat da divane olacaktır. Bu durumda, kâinatın akıldan boş kalan kafasını bir gezegene çarpıp, kıyametin kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir. Dolayısıyla Kur’ân, Arş’ı ferşe, yani kâinatın bütün unsurlarını birbirine bağlayan bir zincirdir; Cenab-ı Allah’ın ipidir. Kâinatın dengesi, her şeyin yerli yerinde hareketine devam edip vazifesini yerine getirmesi, “genel çekim kanunu”ndan çok Kur’ân’la mümkün olmaktadır. İşte, bir bakıma Kur’ân’ın mahiyetiyle özdeş olan Hz. Muhammed’in nûru, kâinata bir insan olarak bakıldığında onun aklı olur. Kâinat, ancak bu aklıyla doğru düşünüp doğruyu bulabilir ve doğru davranabilir; bu aklıyla hayatını ve hayatiyetini devam ettirebilir; bu aklıyla deli-divane olmaktan sâlim kalabilir.
BİR CENNET BAHÇESİ OLARAK KÂİNAT VE ALLAH RASÛLÜ
Kâinata pek güzel bir Cennet bahçesi gibi de bakılabilir. Gerçekten kâinat, gökleri ve yeri, buraları süsleyen Cemalullah’ın tecellisi eşsiz ve sonsuz güzelliklerle pek hoş bir Cennet bahçesidir. Kâinatı süsleyen sistemlerden zerrelere kadar her şey -galaksiler, güneşler, aylar, yıldızlar, gezegenler, bilhassa yeryüzü ve içindeki, üzerindeki varlıklar- bu bahçenin ağaçları, çiçekleri, bağları, bostanları, nehirleri, çağıldayan kaynakları ve binbir çeşit hayvanlarıdır. Elbette böyle bir bahçenin, onu süsleyen rengârenk çiçeklerini, eşsiz güzelliklerini takdir edecek, bu takdiri bilhassa gülleri üzerinde rikkatle, secilerle, en yanık ve en içten neşidelerle dile getirecek, dile getirerek, bahçenin sonsuz güzellikteki Sahibine bahçenin varlığının gerektirdiği şükür vazifesini ifa edecek bir bülbülü olacaktır. Bu bülbül, bu takdir ve şükür vazifesini yerine getirirken, insanlığın hayvan, bitki ve cemadât veya madenlere; hayvanât kabilelerinin bitkilere; bitki taifelerinin toprağa, suya, madenlere ve bütün yeryüzünün semâya olan ihtiyacını ve bu ihtiyacın karşılanmasını; göklerle yer ve yeryüzündeki mâdenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlar arasındaki münasebetleri en güzel ve kâinatı harekete getiren nağmeleriyle ilan edecektir. Ayrıca, sözkonusu ihtiyaçları karşılamada Bahçe Sahibi’nin cömertliğini, rahmetini, merhametini ve bunlardan kaynaklanan bitip- tükenmek bilmez hediyelerini alkışlayacak ve pınarları, nehirleri, madenleri, bitkileri, hayvanları, kubbesi ve kubbesinde asılı onca ışıkları adına Bahçe Sahibi’nin dergâhına en lâtif bir teşbih, tahmid ve tekbiri arzedecektir. İşte, kâinata böyle bir bahçe olarak bakıldığında, Nûr-u Muhammedi, bu bahçenin sözkonusu vazifeleri yerine getiren bülbülü, andelîb-i zîşanı olur.
BİR SARAY OLARAK KÂİNAT VE ALLAH RASÛLÜ
Kâinata, yeryüzü tabanı, semâ tavanı veya kubbesi, güneş, ay ve yıldızlar bu kubbede asılı elektrik lâmbaları olan muhteşem bir saray olarak da bakılabilir. Bir dereceye kadar hayvanlar ve bilhassa insanlar, bu sarayda onun sahibi olan Sultan’ın misafirleridir. Sultan’ın, sarayında ziyafete çağırdığı bu misafirleri, elbette sarayda belli bir nizam dâhilinde yiyecekler, içecekler ve elbette belli bir nizam dâhilinde davranacaklardır. Dolayısıyla, hem sarayı tanıyacaklar, içini gezip ondaki güzellikleri görecekler, kendileri için hazırlanan yiyeceklerden yiyip içeceklerden içecekler, koltuklarında oturup, sedirlerinde istirahat edecekler, fakat bütün bunları yaparken sarayın nizamını ihlâl etmeyecek, eşyalarını rastgele kullanıp kırıp dökmeyecek, etrafı kirletmeyecek, birbirleriyle vuruşup sarayı zelzeleye vermeyecek ve orada birer misafir gibi davranacak ve elbette insaniyet gereği sarayın Sahibi’ne karşı takdir ve teşekkürlerini ifade edeceklerdir. Bütün bunlar da, eşyasıyla bütün sarayı ve sarayda nasıl davranılması gerektiğini eksiksiz bilen bir teşrifat memurunun varlığını gerektirmektedir. İçindeki bütün eşyasıyla ve her türlü özellikleriyle sarayı, sarayda nasıl davranılması ve ondan nasıl ve hangi usuller çerçevesinde istifade edilmesi gerektiğini, ayrıca saray Sahibi’nin misafirlerinden neler beklediğini çok iyi bilen bu memur, misafirlere bunları anlatacak ve sarayda kaldıkları sürece onlara rehberlik edecektir. İşte Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem), kâinat sarayındaki bu en yüksek seviyeli teşrifat memuru, sarayın davetçisi, teşrifatçısı ve onun içindeki misafirlerin en büyük rehberidir.
Ali Ünal’ın “Risale-i Nur’da Külli Kaideler” adlı kitaptan alınmıştır.
]]>Sözünü ettiğimiz ve Türkiye’de, Türk devletinde ve halkında savunmacı ve tepkici bir zihin yapısının oluşmasına yol açan bu iki sebep, hem politika olarak Türkiye’nin hem de söz konusu Müslüman kesimlerin kendilerini, davranış ve tavırlarını kendilerine has bir aksiyon çizgisinde kendileri olarak konumlama yerine, daima düşmana, onun yaptıklarına ve yapacaklarına göre konumlama tavrı geliştirmelerine yol açmıştır. Yine aynı iki sebep ve onun yol açtığı bu tavırdır ki, hoşgörü ve diyalog hareketinin de yanlış değerlendirilmesinin ve ona karşı çıkılmasının en önemli sebepleri arasındadır. Çünkü hoşgörü ve diyalog hareketinde tepkicilik değil, bir inisiyatif kullanma, açılma, aksiyoner davranma, tavır, tepki ve davranışları kendi çizgisine göre ayarlama, kendini düşmana göre değil, kendi hareket çizgisine göre konumlama söz konusudur. Evet, büyük dinlerin mensupları arasında diyalog hareketini sadece resmî manâda ilk başlatan Vatikan olmuştur. Böyle olmakla birlikte, aynı harekete yıllar sonra bazı Müslüman grupların tamamen kendilerine has İslâmî aksiyon çizgilerinin bir gereği olarak cevap vermesi ve kendi çizgilerinde bir diyalog hareketi başlatması, hiç bir zaman Vatikan’ın izlendiği manâsına gelmez. Kaldı ki, birbirlerine en karşıt çizgiler ve hareketler arasında bile her zaman, hem de pek çok noktada buluşmaların, çakışmaların olması, bunların iki taraf arasında belli bir yakınlaşma meydana getirmesi ve bu yakınlığın ifade edilmesi gayet normaldir ve tabiîdir. Bu tür buluşma ve çakışmaları hemen karşılıklı etkileşime, hattâ bir tarafın diğerinin güdümünde davrandığına yormak, ortada kesin delil olmadığı sürece bir zan, hattâ suizan olmaktan öteye gitmez. Zan ise ilimden hiçbir şey taşımaz ve gerçek adına hiçbir şey ifade etmez (Yunus Sûresi/10: 36) ve zannın bir kısmı da ağır günahtır (Hucurât Sûresi/49: 12).
Hoşgörü ve diyalogun her düşünceyi, her inancı, hattâ inançsızlığı ve bunlara sahip olanları kendi konumlarında ve kendileri olarak kabul manâsında kullanılıp uygulanması ise, esasen hem beşerî münasebetlerde hem de kişinin kendi düşünce ve inancını başkalarına tanıtması, aktarması adına olması gereken temel bir düsturdur. Çünkü hoşgörü ve diyalog, her şeyden önce, Kur’ân-ı Kerim’in insanların farklı kavim ve kabileler halinde yaratılmasının hikmeti olarak zikrettiği (Hucurât Sûresi/49: 13) karşılıklı tanışma ve yardımlaşma, düşünce paylaşımı ve aktarımı, hattâ inancın tebliği adına vazgeçilmez gereklikte bir köprüdür. İkinci olarak, insanlar arası münasebetlerde aslolan sulhtür, savaş değildir. Allah, savaşı fitnenin, yani özellikleri küfrün ve şirkin sebep olduğu ve insanları birbirlerini anlamaktan ve karşılıklı iyi münasebetlerden alıkoyan her türlü kargaşa ve anarşi ortamının, baskı ve zorbalığın ortadan kalkması (Enfal Sûresi/8: 39), Allah’a ibadet edilmesine mani olmak isteyen kişilerin veya güçlerin bu maksatla söz konusu bir ortam meydana getirme faaliyetlerinin önünün alınması ve bu kişi veya güçlerin zararlarının def edilmesi için (Hac Sûresi/22: 40) emretmiştir. Hoşgörü ve diyalog, böyle bir ortamın hem olmaması, varsa aşılması, ortadan kaldırılması, farklı görüş, düşünce ve inançtaki insanların birbirlerini kavga ortamında değil de sulh ortamında tanıyıp gerçek insanî münasebetler içinde bulunmaları için gerekli zeminin savaşmadan hazırlanması faaliyetinin, hattâ bu zeminin adıdır. Savaş ve kavga ortamında herhangi bir müsbet düşüncenin başkalarına aktarılması ve özellikle bir düşünce veya inancın tebliğinde en başta gelen temsilin, o düşünce veya inanca fiilî örnekliğin başkalarına onları etkileyecek şekilde gösterilebilmesi imkânsız denecek derecede zordur. Ancak sulh ve iyi münasebetler ortamındadır ki insan, kendisini inancı, düşünceleri ve ahlâkıyla başkalarına anlatabilir.
Bu söylediğimizin tarihteki en önemli örneği Hudeybiye sulhüdür. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’de 13 yılı her türlü zorluğa, güçlüğe, karşı koymalara, alaya, işkenceye sabırla, hoşgörüyle, afla, kendisine bunları reva görenlere dua ve onları kurtuluşa çağırmakla geçirmiş ve daha sonra “çıkarılmasaydı (kendi gönlüyle) asla çıkmayacağı” Mekke’den hicret etmek zorunda bırakılmıştır. Hicret yurdu Medine’de de iki defa şehrin harimine kadar sokulan Mekkeliler ve müttefikleriyle üç defa savaşmak mecburiyetinde kalmıştır. Nihayet, Risalet’in başlangıcından Hudeybiye sulhüne kadar geçen 19 yıllık sure içinde Müslüman olan erkeklerin sayısı 2.000’i aşmazken (Hudeybiye sulhüne katılan Sahabe sayısı 1500 civarındaydı), Hudeybiye sulhü ile Mekke’nin savaşsız fethi arasında geçen iki yıl içinde bunun en az beş katı insan Müslüman olmuştur. Çünkü Mekke’yi fetheden İslâm ordusu 10.000 kişiden oluşuyordu. Bu hızlı yayılış, tamamen sulh atmosferinde gerçekleşmiştir. Hudeybiye sulhü ile Medine ve Mekke birbirlerinin -inancını değil- varlığını kabullenmiş, böylece ortaya çıkan sulh zemininde Müslümanlar inançlarını her tarafta anlatma imkânı bulmuş ve neticede binlerce insan İslâm’la şereflenmiştir. Bundandır ki Kur’ân-ı Kerim, Mekke engelinin, dolayısıyla İslâm’ın önündeki en büyük engelin aşılması demek olan Hudeybiye sulhü için feth-i mübîn, apaçık bir fetih, yani “ardına kadar açılan bir kapı” tabirini kullanır (Fetih Sûresi/48: 1).
Konuyu daha da aydınlatmak açısından başka konularda başka misaller de verelim: “Bakmaz mısın, kendilerine Ellerinizi savaştan çekin denilenlere!’ (Nisâ Sûresi/4: 77) bir âyetten bir cümledir. “Kendilerine savaş açılan mü’minlere, mukabil olarak savaşma izni verildi.” (Hac Sûresi/22: 39) de, yine bir başka âyete ait bir cümledir. Bunlar gibi, “Fitne ortadan kalkıp, din bütünüyle Allah’a hasredilinceye kadar onlarla savaşın.” (Enfâl Sûresi/8: 39) da âyettir. Bütün bunlara karşılık, “İman edenlere söyle: Allah’ın (ceza) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah, her topluma yaptığının karşılığını verecektir.” (Câsiye Sûresi/45: 14) de yine Kur’ân’da yer alan bir âyettir.
Aynı şekilde, “O Allah ki, Kitap Ehli’nden küfredenleri, Ahiret’ten önce dünyada ceza için ve sürgün edilmek maksadıyla bir araya toplayıp, yurtlarından çıkardı… Allah, onları hiç ummadıkları yerden bastırdı; kalblerine korku saldı onların. Öyle ki, evlerini bizzat kendi elleriyle yıkıyorlar, müminlerin yıkmasına da hiç ses çıkarmıyorlardı.” (Haşr Sûresi/59: 2) âyetleri Kitap Ehli hakkında olduğu gibi, “Ehl-i Kitap’la en güzel olan yoldan başkasıyla mücadele etmeyin! İçlerinden zulmedenler hariç onlara: ‘Biz hem bize indirilene iman ettik hem size indirilene, bizim ilâhımızla sizin ilâhınız aynıdır. Biz, O’na teslim olmuşuz’ deyin”. (Ankebût Sûresi/29: 46) âyeti de Kitap Ehli hakkındadır.
Verdiğimiz bu âyetler ve bunlar gibi Kur’ân’da yer alan daha pek çok âyet, zahirde birbiriyle çelişir gibi görünmektedir. Oysa bizzat Kur’ân, kendisinde çelişki bulunmamasını Allah’ın Sözü olmasına delil olarak zikretmektedir (Nisâ Sûresi/4: 82). O halde yapılması gereken, yasaklanmış bir tavır ve davranış olarak, zahirî bakışla birbirleriyle çelişkili gibi görünen Kur’ân âyetlerini delil gibi kullanıp tartışmak ve bu şekilde Kur’ân’ı muharebe meydanı haline getirmek değildir. Bu noktada, Kur’ân’ı anlama, Kur’ân’ın bir kısmının bir kısmını, yani âyetlerin âyetleri tefsir ettiği gerçeği, tahsis (umumî bir ifadenin ve ondaki hükmün bir olay, şahıs veya vakte özgü olduğunu idrak), ta’mim (genelleştirme), takyit (sınırlama), esbâb-ı nüzûl (âyetlerin iniş sebebi), nesh gibi ve daha başka önemli düsturlar ihtiva eden usûlüyle tefsir ilmi devreye girer. Söz konusu âyetlere bu çerçevede yaklaştığımızda ortaya çıkan gerçek şudur:
Bazılarınca Kitap Ehli’yle diyalogu kesinlikle ve her şartta men ettiği ileri sürülen Mâide Sûresi 51’inci âyette Kur’ân-ı Kerim, gerçekten “Yahudilerle Hıristiyanları dost edinmeyin!” buyurmaktadır. Ama aynı Kur’ân, Mümtehane Sûresi 8 ve 9’uncu âyetlerde, “Ancak Allah sizi, dininizden dolayı sizinle savaşan, sizi öz yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza destek verenlerle dost olmak ve onları sahiplenmekten men etmektedir.” buyurmakta, bunun da ötesinde, “Allah, sizi dininizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmak ve mümkün olduğunca âdil davranmaktan men etmez.” demektedir. Şu halde İslâm’da asıl düstur, bize karşı düşmanlık ve harp hali olmadıkça, herkese dostluk ve insanlık elini uzatmak, iyilikte bulunmak, düşmanlık ve harp halinde bile adaletten ayrılmamaktır. Yani, Mümtehane Sûresi’nin ilgili âyetleri, Mâide Sûresi’nin 51’inci âyetini takyit etmekte, yani sınırlamaktadır. Bu sınırlamayı, Mâide Sûresi’nin söz konusu âyetinin kaynaklarda zikrolunan iniş sebebi de desteklemektedir. Ayet, Medine’de münafıklığın başı Abdullah ibn Übeyy’in Müslümanlara rağmen Yahudilerle dostluğu, ittifakı devam ettirme kararı üzerine (Taberî, Razî) veya Müslümanlar aleyhinde müşriklerle ittifak eden Yahudilerle dostlukta bulunmama konusunda (Kurtubî) inmiştir. Dolayısıyla, kendileriyle dostluktan men edilen Yahudiler ve Hıristiyanlar, Mümtehane Sûresi’nin mezkûr âyetlerindeki kayıtta da açıkça beyan buyrulduğu üzere, Müslümanlara aktif düşmanlık içindeki Yahudiler ve Hıristiyanlar olup, men edilen dostlukla da ittifak, sahiplenme ve Müslümanlara rağmen dostlukta bulunma kastedilmektedir. Ayrıca, her ne kadar merhum Seyyid Kutup karşı çıksa da, âyetteki “Sizden kim onları dost edinirse hiç şüphesiz onlardandır. ’’cümlesi, “Hükmün müştaka ta’liki me’haz-i iştikakın illiyetini iktiza eder.” veya, “Hükmün müştak üzerine olması, me’haz-i iştikakın illiyetini gösterir.” (Bir sözden çıkarılan hüküm için temel alınan kelime, o hükme illet olmalıdır.) kaidesince, “Yahudileri ve Hıristiyanları Yahudilik ve Hıristiyanlıklarından dolayı da dost edinmeyi” yasaklamaktadır. Ayetin inmesine sebep teşkil eden Abdullah ibn Übeyy’in İslâm’ın ve Müslümanların azılı düşmanı bir münafık olduğu, Yahudileri Müslümanlara rağmen ve İslâm’a olan düşmanlığı sebebiyle dost edinmeye devam ettiği gerçeği de dikkate alındığında, âyetin men ettiği dostluğun İslâm karşısında Yahudiliği ve Hıristiyanlığı tutma manâsını da tazammun ettiği ortaya çıkar. Yukarıda naklettiğimiz ve Müslümanlarla dinlerinden dolayı savaşmayanların dost edinilebileceğini, hattâ onlara iyilikte bulunulabileceğini buyuran âyetler de, (Mümtehane Sûresi/6G: 8-9) bu manâyı açık olarak desteklemektedir.
Söz konusu gerçek sebebiyledir ki, tarih boyu her rasûl aynı iman, ibadet, ahlâk ve pek az istisnasıyla haram-helâl esasları ve düsturlarıyla gelmiş olmakla birlikte, zamana, şartlara ve kendilerine gönderildikleri kavmin karakterine, genel mizacına ve ihtiyacına göre bu esas ve düsturlardan bazılarına diğerlerine nazaran daha çok önem vermiş ve hangi dönemde, hangi kavimde, hangi şartlarda hangi esas ve düsturların daha çok öne çıkarılması gerekmişse, o dönemde, o kavme, o şartlarda gelen rasûl veya rasûller, bu esas ve düsturlarda diğer rasûllerin önünde olmuştur. Bundandır ki, Hz. Âdem (aleyhisselâm) safiyyullahtır; Hz. İbrahim (aleyhisselâm) halîlullahtır, yani hıllette, Allah’a hususî bir yakınlıkta diğer peygamberlerden öndedir; Hz. Musa (aleyhisselâm) kelîmullahtır, Hz. İsa (aleyhisselâm) ruhullahtır, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, her fazilette diğer peygamberlerin önünde olmakla birlikte, öncelikle habîbullahtır. Aynı şekilde, Bedir esirlerine yapılacak muameleyi ashabıyla istişare ederken de Efendimiz’in dikkat çektiği üzere, Hz. Nuh ile Hz. Musa, Hz. İbrahim ile Hz. İsa misyonlarındaki hususî yönler, önde oldukları noktalar ve ağırlık verdikleri meseleler açısından birbirlerine benzerler.
Sönünü ettiğimiz çerçeveden İslâmî tebliğ adına bugünkü dünyanın şartlarına baktığımızda, elbette saldırı karşısında savunma hususu mahfuz, Müslümanların tarihte olduğu gibi kuvvet kullanmalarının pek çok bakımdan mümkün olmadığını görürüz. Buna ilâveten, kaba kuvvete dayalı olarak umran kurmak mümkün olmadığı gibi, kuvvete dayalı olarak kurulan sistemler ve medeniyetlerin, kazanılan başarıların asla kalıcı olmadığına, olamayacağına tarih olanca açıklığıyla şahittir. Bugün dünya, Âhir Zaman’daki İslâmî hizmetleri tarif ve tavsif adına ilgili hadis-i şeriflerde geçen Mesihiyet’e, Hz. Mesih’te daha çok odaklanan ruha, İslâm’ın mesihiyet ruhuna, yani derin imana, maneviyata, manevî derinliğe, güzel ahlâka, af ve müsamahaya, sabra, sevgiye, merhamete, şefkate, sulhe, öldürmeye değil diriltmeye muhtaçtır. Bunlar ise bugün en fazla ve gerçek şekilleriyle İslâm’da vardır ve Müslümanlara düşen, bunları insanlığa sunmaktır. Tebliğ adına bugün İslâm’da devlet, İslâm’da ekonomi gibi konular anlatılamaz. Çünkü bunların en azından temsili yoktur, halihazır canlı örneği yoktur, aksine menfî örneği, İslâm dünyasının ve ülkelerinin ortada olan durumuyla, pek çoktur. Dolayısıyla bu konularda İslâm adına söz söylemek, büyük ölçüde teori, hattâ spekülasyon olmaktan öte geçmeyecektir. İşte, İslâm adına tebliğ deniyorsa, hem hoşgörü ve diyalog bizatihî bir tebliğdir, hem de sözü edilen İslâmî değerleri tebliğ adına bütün dünyaya, bütün düşünce ve inançlara açılımı sağlayacak bir kapı, onlara ulaşma adına bir köprü, bir koridordur.
Meselenin ikinci yanına gelince: Bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, bütün insanlar hata yapar, hem de çok hata yapar. Önemli olan, hata yapmamak değil, hatadan tevbe ile vazgeçebilmektir. Bu itirazı yapanlara söylenecek iki söz vardır. İlk söz, İslâm’ı yaşamada ne kadar hatasız ve günahsız olduklarıdır. Başkalarına ilk taşı “günahsız” olanlar atmalıdır. İkinci söz ise, hoşgörü ve diyalog iyi de, onu uygulayanlar hata yapıyorlarsa, bu itirazı yapanlardan beklenen, hoşgörü ve diyalogu sahiplenmek ve hatasız uygulamaktır.
NETİCE
Toplumlar ve insanlık çapında ortak iradeyi temsil eden büyük çoğunluğun yönelişlerini durdurmak mümkün değildir. Çünkü Kader, çoğunluğun iradî yönelişlerine ve dolayısıyla istihkakına göre hükmeder. Önemli olan, bunu görebilmek ve ona göre davranabilmek, umumî yönelişe yön vermenin mümkün olmadığı zamanlarda, bu yönelişin önünde boğulmamak, onun içinden koridorlar açmak ve o koridorlardan insanlara ulaşmaktır. Fethullah Gülen Hocaefendi, bundan 10-11 yıl önce Türkiye’nin, İslâm’ın ve insanlığın geleceği adına tarihin girdiği yeni kavşağı ve bu kavşağı dönmenin gerekli zemininin hoşgörü ve diyalog olduğunu görmüştür. Ve bu görüşün isabeti o günden bu yana ortaya çıkmış olduğu gibi, gelecekte de ortaya çıkacaktır ve hoşgörü-diyalog akımı, önüne çıkanların, çıkmaya çalışanların pek çoğunu önüne kattığı gibi, çıkmakta manâsızca ısrar edenleri de zamanla önüne katıp götürecektir.
]]>