Harun Tokak, 1955’te Uşak’ın Kırk’a köyünde doğmuş. Bir köy çocuğu…Hizmet Hareketi içinden çıkmış bir başarı hikayesi…
1979’da İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olan Harun Hoca’nın, eğitimciliği yanısıra, kariyerinde Başbakanlık Müşavirliği, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanlığı da var.
Özellikle, Yenişafak gazetesinde Pazar günleri, özgün bir üslupla yazdığı hikayeleriyle daha geniş kesimlere ulaştı. Türkiye basınında türünün ilk örnekleri olan ve Hoca’nın koşuşturmacaları arasında kaleme aldığı bu yazılar, gerek muhtevası, gerekse dil ve üslup özellikleri bakımından titizlikle incelenmeyi hak ediyor.
Yayımlanmış kitapları, Önden Giden Atlılar, Yoldakiler, Işık Süvarileri, Kime Emanet, Kınalı Küheylanlar. Şimdilerde, gurbet ellerde iş güç, derd-i maişet peşindeyken bile yazıya, sohbete devam ediyor. Ben Harun Bey’in asıl yazacaklarını, söyleyeceklerini henüz yazıp söylemediğini düşünüyorum; nitekim şimdiye kadarki yazılı ve sözlü eserlerini, bundan sonra ortaya koyacağı verimlerin bir dibacesi olarak görüyorum.
Harun Tokak, sadece yazısında değil, bilhassa sohbetinde, konuşmasında da özgün biridir. İçtendir. Gözü yaşlıdır. Sesi soluğu, davudi ve derunidir; gelişi güzel, ama çağıl çağıl akan duygu debisi yüksek gümrah bir nehirdir. Alelade günlük konuşmalarında dahi etkileyici bir şairaneliği vardır. Dinleyeni hiç sıkmayan bu Harun Tokak üslubuyla tarihi vakaları güncel olaylarla harmanlar, muhatabını mev’izenin içine çeker, kendisini dinleyene kelimenin tam anlamıyla bir irfan ziyafeti çeker.
Cemaat’te hitabetiyle temayüz etmiş Harun Hoca’nın 1994 yılında o lebaleb dolu Ankara Kocatepe Cami’indeki vaazı hala hatırlardadır.
Harun Tokak, The Circle’daki bu mülakatında hem geçmişe dair önemli değerlendirmeler, hatırlatmalar ve ayrıntılar sunarken, aynı zamanda gelecekle ilgili de değerli tespitlerde bulunuyor.
Kendinizi bize tanıtır mısınız? Harun Tokak kimdir?
Bu zor soruya Suya Düşen Kan kitabının girişindeki cümlelerden ödünç alarak cevap bulmaya çalışalım…
Fani dünyadan gelip geçen nice insanlar yanında benim
küçük hayat hikayemin hiçbir değeri olmadığını öğreneli yıllar oldu. Ama ben “ömür ağacının başında” durup geriye doğru baktığımda anlıyorum ki küçük hayatlarımızın içinde büyük hakikatlerin işaretleri, can yakıcı, hatta can alıcı soruların derin cevaplarına ipucu olabilecek hediyeler var…
1955’te küçük bir Batı Anadolu köyünde doğmuş biri olarak, her on
yılda bir ateşten gömlekler giyip çıkaran bir ülkede nice dönemler yaşadım,
nice acılara, nice adanmışlıklara ve başarılara da şahit oldum.
Batı Anadolu’daki o küçük köyümüzde çocukluğumda “köy akademisyenleri” denilen soylu insanlar vardı. Güneşi görünceye kadar yanımızı yöremizi bu kandiller aydınlattı. Yolda yürüyüşleri, caminin şadırvanında buz gibi suyla abdest alışları, yüreklerinden taşan Kelime-i Şehadetleri, namazda duruşları, duaları, ciddiyetleri, asaletleri, o benim çocuk ruhuma birer emanet gibi yükledikleri hakikatler, bana ve benim gibi nicelerine hayatın dar ve karanlık geçitlerinde bocaladığımız dönemlerde bir rehber, yolumuzu aydınlatan bir ışık oldu.
İlköğrenimimi köyümde tamamladım. İmam Hatip Lisesini Uşak’ta okudum. 1979’ da İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun oldum. Anadolu’nun değişik şehirlerinde öğretmenlik yaptım. Başta eğitim olmak üzere değişik alanlarda faaliyet gösteren pek çok sivil toplum kuruluşunda inisiyatifler aldım.
MEB’de eğitim uzmanlığı, Başbakanlıkta müşavirlik, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanlığı gibi görevlerde bulundum. Aydınların bilgi ve birikimlerini paylaştığı Abant Platformu’nun ve Avrasya’nın seçkin aydınları ile birlikte Diyalog Avrasya Platformu’nun kuruluşlarında yer aldım.
Bu çalışmalardan dolayı Güney Ukrayna Devlet Pedagoji Üniversitesi tarafından fahri profesörlük ünvanı ile taltif edildim.
2006-2012 yılları arasında Yeni Şafak Gazetesinde Pazar yazıları yazdım.
Bir yazar, bir düşünce adamı olarak beslendiginiz kaynaklar?
Beslendiğim ana kaynaklar Çağımızın iki muhteşem sesi ve soluğu olan Üstad Bediüzzaman’ın ve Fethullah Gülen Hocaefendinin külliyatları ve öğretileridir. Ama bununla birlikte başta ülkemiz klasikleri olmak üzere Doğu ve Batı klasiklerinin tamamından istifade ettiğimi söylemeliyim.
Nelerle meşgulsunuz bu aralar?
Şu aralar tamamlamam gereken bazı kitaplar vardı, onlarla meşgul oluyorum. Bunlardan Anam ve Davam, Ben Mekke, Ben Medine tamamlandı sayılır. Anam ve Davam, 2015 Ağustosunda Hakka yürüyen anamın hastalığının seyrini ve o günlerde yanıma gelip giden arkadaşlarımızla konuştuğumuz “geçmiş güzel günlerin” bir yadı niteliğinde. Bir nevi küçük köyümüzdeki toprak evin önünden, ilkin beni gurbetlere uğurlarken başındaki beyaz yaşmağının ucuyla gözünde biriken yaşları silen anamı, son yolculuğuna uğurlarken gözümden ve gönlümden dökülenler… Bir nevi otobiyografi de denebilir.
Haftada bir siyer sohbetleri yapıyorum. Bunlar bir televizyon kanalında ve youtube’da yayınlanıyor. Eh emekli maaşımıza da el konduğu için rızkımızın peşinden koşturuyoruz. Mağdurların ve masum bebeklerin bereketinin de içinde olduğuna inandığım, şimdilik minik ama büyümeye müsait bir işletmenin hayata geçirilmesi için uğraşıyoruz.
Okuduğunuz kitaplar? Bir kitap tavsiyesi?
Buralarda kitap bulmak o kadar kolay olmuyor ama bazen Türkiye’den gelenlere sipariş ediyoruz.
Fethullah Gülen Hocafendinin Yolun Kaderi’ni, Ahmet Ümit’in İstanbul Hatırası’nı, Hilmi Ziya Ülken’in Aşk Ahlakı’nı, Kenize Murad’ın Begüm’ünü, Nikos Kazancakis’in Yeniden Çarmıha Gerilen İsa’sını son okunanlar arasında sayabiliriz.
Uzun yıllar Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın yöneticiliğini yaptınız. Bu kurumun Cemaat içinde çok özel bir yeri vardı. Geriye dönüp baktığıızda GYV’in, Türkiye’ye neler kattığını düşünüyorsunuz?
GYV daha 30 Haziran 1994’deki Dedeman Hotel’deki ilk kuruluş toplantısında büyük bir boşluğu dolduracağını gösterdi. Vakfın onursal başkanı Fethullah Gülen Hocaefendi, aralarında çok sayıda gazetecinin de bulunduğu kalabalık bir grubun karşısında konuşmuş ve burada söylediği sözler geniş yankı yapmıştı. Hocaefendi Dedeman’da “Demokrasiden dönüş yok” diyerek, hem laik çevrelerin dikkatini çekmiş hem de o güne kadar İslam ve demokrasi ilişkisine çok yoğun kafa yormamış olan -birilerinin deyimi ile- “İslami kesimi” silkelemişti.
Birlikte, kardeşçe yaşamanın yeni bir işaret fişeği gibi algılanan bu ilk toplantıdan sonra, Hocaefendi’nin toplumun diğer kesimlerine açılma hamleleri hızlanarak devam etti. Siyaset, sanat ve spor camiasından, adı Cemaat’le anılması mümkün olmayan isimlerle bir araya geldi. Toplumun hemen her kesimini temsil eden geniş katılımlı iftarlar düzenlendi. Gazeteler ziyaret edildi. Tabii Hocaefendi bunları yaparken, kamuoyunda da yoğun bir tartışma başladı. “Gülen ne yapmak istiyordu?” Bu soru haksız da sayılmazdı. Çünkü Hocaefendi, İslamcı camia arasında tanınsa da, o güne kadar kamuoyunun geniş kesimi tarafından yakından bilinmeyen bir isimdi.
Türkiye’de farklı din mensupları da yaşıyordu ve toplumsal barış için bu grupların temsilcileriyle de görüşülmesi gerekiyordu.
Hocaefendi o günlerde dinler arası diyalog çalışmalarında ilk adımı, sessiz sedasız bir şekilde atmış, İstanbul Rum Patriği I. Bartholomeos’la 6 Nisan 1996’da görüşmüştü. Bu tarihi buluşma beklendiği gibi büyük ses getirdi. O günlerde Devlet, Ortodoks Patrikhanesi’nden hiç hoşlanmıyor ve küçümsemek için de resmi yazışmalarda Fener Rum Patrikhanesi adıyla anıyordu. Dünya, Fener Rum Patrikhanesi diye küçümseyerek andığımız ve Eyüp Kaymakamlığı’yla muhatap ettiğimiz Patrik’i ve Patrikhane’yi ekümenik olarak kabul ediyordu. Hocaefendinin düşüncesine göre Türkiye, Patrikhane’nin bu imajından yararlanmalı, kendine ve vatandaşlarına güvenmeliydi.
Hocafendi kendisine yöneltilen yoğun eleştirilerin hiçbirini dikkate almayarak Musevi Cemaati liderleri başta olmak üzere Katolik ve Süryani din adamlarıyla da görüştü.
O gün için bu görüşmelerin ne anlam ifade ettiğini daha iyi anlamak için Süryani Kadim Metropoliti’nin söylediği söz hala hatırımdadır, “Bu gün bizim için bayramdır, 35 seneden beri İstanbul Müftülüğüne bayram tebriği yazıyoruz tebriğinizi aldık diye bir cevap bile vermiyorlar”
Hocaefendinin ziyareti ve vakfın geniş katılımlı iftar sofralarına daveti ile bu insanların ülkemizde yaşadıklarının farkına varıldı.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın 11 Şubat 1995’de Yeşilköy’deki Polat Renaissance Otel’de başlattığı iftar sofraları evrensel barışa doğru çok değerli adımlar haline geldi.
Hocaefendinin “Hoşgörü bizim yamaçlarımızın gülü, çiçeğidir.” Sözleri ile başlayan çok katılımlı, çok renkli iftar yemekleri sadece ‘iftar yemeği’ değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmaya, uluslararası ilişkilere katkı sunan farklı bir etkinlik olmaya başladı.
İnsanlar değişik mahfillerde Hocaefendi’yi dinledikçe yeni bir “ümit kahramanı” ile karşı karşıya olduklarını anlamakta gecikmediler.
Artık her yıl geleneksel hale gelen İftar sofralarına, meclis başkanları, bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları, parti genel başkanları, semavi dinlerin reisleri, patrikler, metropolitler, yerli yabancı basın mensupları, sanatçılar, bilim adamları, din adamları ve iş adamları katılıyordu.
Nereden geliyordu bu teveccüh?
Her şeyden önce insanlar hatırlanmaktan dolayı çok memnundu.
O iftar akşamlarında pek çok insan kendini ifade etme ve duygularını dile getirme imkanı buluyordu.
Prof. Dr. Nur Vergin’ in sevinç ve sitem kokan şu sözleri hala zihnimin bir kenarına ilişmiş öylece durmaktadır;
“Hep hayıflanırdım. Üç seneden beri oruç tutan birisi olarak hep derdim ki “Ya Rab, bu Türkiye Müslümanları neden beni de bir iftar yemeğine çağırmazlar.” Çok şükür, bir yeni arkadaşınızı, yeni dindaşınızı böyle güzel bir davette, böyle bir çağrı altında görüyorsunuz.”
Mehmet Altan’ın konuşması da hafızalardan silinir gibi değildi;
“Gazeteciler ve yazarlar daha çok kendilerini mahkeme önlerinde buldukları için ben böyle bir toplantı ile karşılaşınca şaşırdım. Çok renkli, çok sesli ve çoğulcu yapıda bizim arzuladığımız Türkiye’nin maketi olarak görülüyor.”
Ocak 1996 yılında Çırağan’da yapılan Hoşgörü Ödülleri Gecesi, toplumun, laik- anti laik, Kürt -Türk, Sünni- Alevi gibi kamplara ayrıldığı, ülkenin parçalanmış bir kristal haline geldiği o günlerde yeniden bir sevgi ve hoşgörü toplumu oluşturma yolunda atılmış büyük bir adım oldu.
Fethullah Gülen Hocaefendi ile Prof. Dr. Toktamış Ateş’in birbirine kenetlenen elleri gecenin en anlamlı fotoğraflarından biri olarak hafızalara kazındı.
Toplumsal uzlaşmaya doğru büyük bir adım atıldı.
Sonrasında 28 Şubat rüzgârları ile hava birdenbire yeniden sertleşti.
Erbakan Hoca başbakanlığı bırakmaya zorlandı, anlaşma gereği Tansu Çiller başbakan olması gerekirken, Cumhurbaşkanı Demirel, hükümeti kurma görevini Mesut Yılmaz’a verdi.
Askerler ayaktaydı. Refah Partisi’nin kapatma davası Anayasa Mahkemesi’nde sürüyordu.
O güne dek toplumda maya tutan, çoğulculuk ve çok kültürlülük şemsiyesi altında, kimliklerin sosyal barış içinde bir arada yaşama azmi yeniden kırılmış; yerini kıstasları belirsiz tartışmalar ve kutuplaşmalar almıştı.
Hocaefendi, Hürriyet gazetesine verdiği bir röportajda kendi teşvikleri ile açılan okulları devlete devredebileceğini söyleme mecburiyetinde bırakılmıştı.
Vakıf sertleşen havayı yumuşatmak için bu defada Hilton Otelde “Ulusal Uzlaşma Teşvik” gecesi düzenledi.
Gecede, başta Hocafendi ve dönemin Cumhurbaşkanı Demirel olmak üzere Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr. Şerif Mardin, Prof. Dr. Nilüfer Göle, Hülya Koçyiğit, Sakıp Sabancı, Üzeyir Garih, Mehmet Ali Birand, İhsan Doğramacı gibi isimler de vardı.
Şimdi, hapiste olan Nazlı Ilıcak’ın çeliğe su verme misali yaptığı konuşma muhteşemdi.
“Ben, Sayın Cumhurbaşkanı’nın burada olmasını, bir çirkinliği ve bir hatayı düzeltme gayreti olarak görüyorum. Sayın Demirel’in burada bulunması Fethullah Hoca hakkında Ankara’da ileri geri konuşanlara cevap niteliğindedir. Sayın Hocamız çok ince ruhlu bir insandır. Bu yüzden de kendisiyle bağlantı kurulan okulları Milli Eğitime devretmeye kalkmıştır. Kendisi verse bile bizler buna razı olmayız. Muhterem Hocam! Sayın Demirel’in Zincirbozan’dan bana yazdığı iki cümleyle hitap etmek isterim: “Kamer esna-i zaafında bile müşarün bi’l benan olmuş ” (Ay en zayıf halinde bile ‘işte orada’ diye parmakla gösterilir) “Bir gece daima iki gündüz ortasındadır. “Muhterem Hocam! Siz de bütün söylentilere rağmen ayaktasınız.”
Gecenin sonunda Cumhurbaşkanı Demirel, sahneye Hocaefendi ile birlikte çıktı. “Devlet adamlığı” dalındaki ödülünü Hocaefendi’nin elinden aldı.
Demirel’in o geceki konuşması sert esen 28 Şubat rüzgârlarını göğüsleme mahiyetindeydi.
“İbret dolu, ders dolu bir geceydi.” Diye başladı sözlerine. “Birliğimizi, dirliğimizi güçlendiren sizlere teşekkür ediyorum. Tarihimizin derinliklerinden gelen direktifleri hatırladık. Hoca Ahmet Yesevî’leri, Hacı Bektaş-ı Veli’leri hatırladık. Bunlar bizim büyük medeniyetimizin mimarlarıdır. Hep barış içinde yaşamayı, birlikte, beraberlikte olmayı bize tavsiye etmişlerdir. Büyük Atatürk’ün “Yurtta barış cihanda barış” vecizesiyle geçen yetmiş dört senede, içte dışta, barışta yaşamayı başardık. Bu ülkenin insanları hangi kökenden gelirse gelsin bin sene içinde bu toprakları vatan yapmışlardır. Ona sahip oldukları sürece mutlu olmuşlardır. Dünyanın çalkantılardan geçtiği bir dönemde birlik, beraberlik, kardeşlik, dirlik, düzenlik bizim vatandaşımızın sahip çıktığı en önemli kavramdır. Sözde değil hayata geçirmiştir bunu. Aranıza tefrika sokmayın. Sizi birbirinize düşürmek isteyenler olursa karşı çıkın. Hangi inançtan, hangi etnik kökenden gelirseniz gelin hepiniz bu yüce milletin ferdisiniz. Devlet sizindir. Bedeli ecdadımız tarafından ödenmiştir. Gelin birbirimize sarılalım.
Bu istikametteki gayretleri hep takdirle karşıladım. Bu tören çok öğretici olmuştur. Gönül isterdi ki bu töreni Türkiye’den herkes izleyebilsin. Bu ülke bize emanettir. Biz bu emaneti bizden sonra gelecek nesillere götüreceğiz. Vatandaşlarım bunu idrak edeceklerdir. Dost arıyorsak, bize dost kendimiziz. Kendi kendimizi yıpratmazsak bizim bileğimizi kimse bükemez. Bizim milletimiz barışsever, huzur sever, dirlik iyiliksever yüce bir millettir. Yüzde 99, 9’unun Müslüman olduğu milletimizin her ferdi hep barış ister. Çünkü Müslümanlık barış dinidir ve barış tavsiye eder. Barış içinde yaşamayı başarmak bizim nesillerimizin görevidir. Bu ödülü Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne, Türk milletinin mutluluğuna, barış içinde yaşamasına verilmiş sayıyorum. Çünkü ben Türk devletini, milletin birliğini bütünlüğünü temsil ediyorum. Türk milletinin birliğini, dirliğini güçlendirecek bu akşamki gibi hareketlerin hepsinin de yanındayım. Meclis bana cumhurbaşkanlığı görevini tevdi ettikten sonra ülkenin her köşesinin ve her kişisinin cumhurbaşkanıyım. Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.”
Bu sözleri devletin en tepesindeki insan, Cumhurbaşkanı Demirel söylüyordu.
Herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde değil, generallerin hizmet hareketine ve diğer cemaatlere savaş açtığı bir zamanda Hocaefendi’nin onursal başkanı olduğu bir vakfın gecesinde, Ankara’nın ve bütün Türkiye’nin hatta bütün dünyanın duyacağı şekilde söylüyordu.
Hocaefendi bütün eleştirilere rağmen doğru bildiği yolda ilerledi ve 9 Şubat 1998’de dünya Katoliklerinin lideri Papa II. Jean Paul’le görüştü.
Papa 2. John Paul ve Fethullah Gülen Hocaefendi buluşması, yıllardan beri konuşulan din müntesipleri arasındaki diyalog görüşmelerinin kamuoyuna en somut yansımasıydı.
Hocaefendi, Vatikan dönüşü Atatürk Havaalanında bekleyen bir basın ordusuna bu tarihi buluşmayı değerlendirdi;
“Papa 2. Jean Paul’a, dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekân kılma yolunda, dünya barışı için işbirliği yapabileceğimizi, başlayan diyalog adımlarını devam ettirmek istediğimizi, Harran’da ortak bir teoloji fakültesi kurulabileceğini, Kudüs, Urfa gibi üç din için de kutsal olan şehirlerde dini liderlerle buluşarak ortak fotoğraf verilebileceğini, bu şehirlerin bir barış adası çerçevesinde, din açısından bilim üssü haline getirilebileceğini, başta bu şehirler olmak üzere dünyanın değişik merkezlerinde insanlığın ortak problemlerinin çözümü için birlikte konferanslar düzenleyerek, muhtemel medeniyetler çatışmasına karşı dalgakıranlar oluşturabileceğimizi, söyledim.”
Bu Tarihi buluşma Türkiye ve dünya basınında geniş yankı uyandırdı. Başta Hürriyet ve Zaman olmak üzere Türkiye’de yüksek baskılı gazeteler bu görüşmeyi birinci sayfalarından duyurdular.
Bütün bu olanların ortak teması şuydu: “Çoktandır büyük düşünmeyi unutmuştuk…” Gülen bunu hatırlattı.
İtalya dönüşünden bir hafta sonra da Hocaefendi Harbiye’deki vakıf merkezimizde Kudüs Hahambaşısı Eliyahu Bakhsı Doron ile görüştü.
Hocaefendi, bu buluşmalardan birkaç gün sonra bir akşam Taha Akyol ve Cengiz Çandar’ın birlikte sunduğu NTV’deki Püf Noktası programına katıldı.
Cengiz Çandar’ın programın başında Hocaefendi’yi tanıtırken yaptığı konuşma tam bir manifesto idi:
“Bugün son derece değerli önemli bir konuğumuzla birlikte söyleşeceğiz. Bu konuğumuz yüzlerce yıl öncesinden, ta Orta Asya’dan Hoca Ahmet Yesevi ile başlayıp Anadolu’da Yunus Emre’den, Mevlâna Celaleddin Rumî’den bugüne kadar uzanan yüce fikir çınarımızın günümüze uzanan belki de en önemli dalı. Kendisi tasavvuf geleneğine bağlı olduğu için son derece alçakgönüllü olduğundan dolayı kendisini tanıtmak için söyleyeceğimiz sözlerden mutlaka rahatsızlık duyacaktır. Onun affına sığınarak kendisi için 21. Yüzyıl Türk ve Anadolu Müslümanlığının yükselişine sahip olacaksa, bu ruh ve mana hareketinin en önemli mimarlarından birisi Fethullah Gülen’dir, diye başlayan tanıtmayla adını zikretmiş olayım. Ayrıca “Fethullah Gülen; öğretisi Batı modernliğini İslami muhafazakârlıkla sınamakta, mânalandırmakta, daha ötesi modernliği Batı’nın malı olmaktan çıkarmak istemektedir” diye Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin kendisini tanımladığı bir şahsiyet. Çetin Altan kendisi ile yapılan ufuk turunda “Kaldırın şu Osmanlı haritasını, ufkumu daraltıyor deyip yerine dünya haritası astırması, hocanın evrensel bir bakış ve evrensel değerler ortaya koyan düşüncelerini, tüm insanlığa aktarmayı planlayan geniş perspektifli bir insan olduğunu gösteriyor” diyor. Fethullah Gülen ayrıca Hristiyan dünyasının büyük ismi Papa ile yakın tarihte görüştüğü için güncel siyasi tartışmalara da ismini getirmiş birisi. Ama biz siyasetle yetinmeyeceğiz. Çok geniş bir düşünce evreninde kendisinin fikirlerinden yararlanmaya ve sizleri de bu fikirleri paylaşmaya davet edeceğiz.”
Hasılı, Vakfın kuruluşuna kadar her kesimin bir mahallesi vardı. Vakıftan sonra mahalleler, birbirine gidip gelmeye başladı.
Vakfın organize ettiği toplantılarla Türk aydını, üç yüz yıllık tedrici bir çöküşün, ufuksuz ve rüyasız kıldığı bir kültür coğrafyasının, bir kez daha pırıl pırıl, göz alabildiğince geniş ve evrensel bir hayat hamlesinin eşiğinde olduğunu hissetmeye başladı. Ve ufuklarına vuran bu güzel rüyayı selamlamaya durdular.
Bir de vakıf bünyesinde Abant Platformu var?
28 Şubat’ın ayak seslerinin duyulmaya başladığı günlerde hiç şüphe yok ki bütün bu tartışmaların merkezinde “Siyasal İslam”, “din-devlet”, “İslam-laiklik” ve “İslam-demokrasi” gibi kavramlar ve bunların birbiri ile olan ilişkisinin tam olarak tanımlanamaması yatıyordu. Cumhuriyetimizin seksen yıllık düşünce hayatında, kamplaşmalar; bir dönem partilerin ideolojik saplantıları, bir dönem Türk- Kürt ayırımı, bir dönem sağ-sol sürtüşmeleri, bir başka dönem laik-anti laik gerilimi ile hep süre gelmişti.
Bugün olduğu gibi o gün de bazı gazeteler ve televizyonlar Hocaefendi ile ilgili akla hayale gelmedik iftiralarla algı operasyonu yapıyordu.
Camia’ya ait evlerde kaldığı iddia edilen itirafçı öğrencilere basın toplantısı yaptırılıyor, bazı kanaat önderlerinin Hocaefendi’yi hedef alan sözleri ile kampanya köpürtülüyordu. “Bediüzzaman, Kürt devleti kurma hayali ile öldü. Gülen şimdi onun hedefini gerçekleştirmek istiyor, Öcalan, bir bölgeyi istiyor, Gülen bütün Türkiye’yi ele geçirmek istiyor” manşetleri atılıyordu.
Başbakan Bülent Ecevit bu yayınlara itibar etmiyordu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de ‘Yargısız infaz yapmayalım’ diye uyarıda bulunma ihtiyacı hissediyordu. FP Genel Başkanı Recai Kutan, ‘Gözleri dönmüş’ diye yayınlara tepki gösteriyordu.
Bu Hizmet Hareketini bitirme planıydı. Önce yalan haberlerle kamuoyu oluşturulacak sonra soruşturma ve dava açılacaktı.
Manşetlerle yargısız infaz ettikleri Hocaefendi’nin cezasını çekeceği yeri bile yazmışlardı:
“İmralı!”
Bugün de aynı değil mi?
Yeni Akit gazetesinde 26 Şubat 2014’te Abdurrahman Dilipak “Gülen’e İmralı yolu gözüktü” başlıklı yazıyı yazıyor, iktidar gazeteleri Star ve Sabah da aynı iddiayı sayfalarına taşıyordu.
İlginç olan; o gün Batı Çalışma Grubu ve derin devletin başını çektiği kampanyanın bugün sivil iktidar tarafından yürütülüyor olmasıydı. Üstelik hemen hemen aynı kara propaganda haberleri kullanılarak…
O günde aynı psikolojik harekât başlatılmış ve ‘Hocanın devleti ele geçirme planı’ diye kamuoyuna sunulan iddiaları Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı Nuh Mete Yüksel incelemeye almış ve 1999 Haziran’ında dava açmıştı. Gazeteler, her gün attığı manşetlerle, uydurma haberlerle, köşe yazılarıyla; televizyonlar haber ve programlarıyla açılan davaya destek veriyorlardı.
Milliyet’teki haberde 28 Şubat’ın en hızlı generali Erkaya’nın şu mesajı öne çıkarılıyordu:
“Türkiye Cumhuriyeti için en büyük tehlike Fethullah Gülen’dir.”
Aynı gün Sabah gazetesinin manşeti yine Gülen’di;
“Fethullah’ın Ölüm Komandoları.”
Her şeye rağmen bugünkü zulmün, o günkü askeri cuntaya rahmet okutacak kadar zirvede olduğunu da belirtmemiz lazım.
28 Şubat günlerinde sık sık tehdit ediliyorduk ama polis sabahın köründe evimizi basmamış, mahalleyi ayağa kaldırmamıştı.
“Bu gece evinizde yatmayın, yarın vakfı açık tutmayın” gibi uyarılar alıyorduk ama bugün olduğu gibi o gün de yüreğimizin bizi götürdüğü ufuklara doğru yol alıyorduk.
O günlerde, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı hemen herkesi şaşırtan işler yapıyordu. O güne kadar ‘olmaz’ denilen nice etkinliği büyük bir başarı ile gerçekleştirmişti. “Hoşgörü ve Ulusal Uzlaşma Ödülleri”, her kesimi kucaklayan “iftar yemekleri”, “Her Şey Bosnalı Çocuklar İçin” kampanyası ve sonrasında Bosna’da açılan okullar, “Türk Dünyası ve Akraba Toplulukları” kapsamındaki 10 ülkenin cumhurbaşkanlarına takdim edilen barış ödülleri toplumda büyük yankı uyandırmıştı.
Herkes, vakfın atacağı yeni adımları özlemle beklemeye durmuştu. Ülkemizde havanın gittikçe bozduğu, acıların bizi kamçıladığı, hemen herkesin her şey bitti, bitiyor dediği 28 Şubat rüzgârlarının fırtınaya dönüştüğü günlerde Abant’tan bir ses yükseldi. Bu ses Türk aydınının demokrat sesiydi. Bu ses her şeyin daha bitmediğini gösteriyordu.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, birbirinden çok farklı insanları Abant Gölü etrafında bir araya getirdiği zaman henüz kafalar çok karışıktı. “İslam ve demokrasi birbiriyle çelişmez” diyen akademisyenlerle; laikliği dinsizlik sayan ve öteki ile konuşulacak bir şeyi olmadığını düşünenler tartışma platformunda birlikte oldular. Önce her kelimeden tartışma çıktıysa da yemek ve çay molalarında yapılan sohbetler, insani duygular bir süre sonra herkesi kaynaştırdı. Başlangıçta var olan ürkeklik dostluğa, mesafeler anlayışa, sert bakışlar, sürtüşmeler nüktelere, fikri atışmalara, farklılıklar zenginliğe dönüştü.
Çok kısa sürede Abant Toplantıları bir klasik, bir gelenek haline geldi. Her yıl temmuzun ilk haftasında “Abant günleri” olarak akademik takvimdeki yerini aldı. Türk aydınları, “İslam ve Laiklik” “Kürt sorunu” “Alevilik” gibi ülkenin en çetrefilli sorunlarını cesaretle tartıştılar ve bildiriler yayınladılar.
Mehmet Aydın Hoca, ilk AK Parti hükümetinde bakan olunca başkanlığı, kaleme aldığı kaynak eserlerle ve yetiştirdiği öğrencilerle Türk fikir ve siyaset tarihine yön veren, sosyalist ideolojinin önemli isimlerinden biri olan Prof. Dr. Mete Tuncay üstlendi. Onun Abant Toplantılarına katılışını Hürriyet Gazetesi baş sayfadan vermişti.
Abant’ta pişen düşünce ve fikirler, olgunlaştı, ruh buldu. Bir ayağı Türkiye’de kalmak şartıyla, öteki ayağıyla Washington, Brüksel, Sorbon, Kahire ve Erbil’e kadar uzandı.
Belki de tarihinde ilk defa Türk aydını bu çapta inisiyatif alıyor, ulusal ve uluslararası sorunları yok saymak yerine, artık kafa yoruyor, tavır alıyor, bütün farklılıklarına rağmen çözüm arayışını dile getiriyor, edilgenliğin öldürücü baskısından kurtuluyordu.
Cengiz Çandar köşesinde Amerika Abant’la ilgili intibalarını şu sözlerle dile getirdi…
“…Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Washington’da “Abant Platformu’nun, Johns Hopkins Üniversitesi’nin uluslararası yüksek lisans ve doktora okulu SAIS’in iş birliğinde düzenlenen “İslam, Laiklik, Demokrasi: Türkiye Tecrübesi” başlıklı 7. toplantısında öyle bir konuşma yaptı ki Francis Fukuyama’yı dinlemeye gelenler, onun ardından konuşan Prof. Mehmet Aydın ile -deyim yerindeyse- “İrşad” oldular. Fukuyama, kimsenin aklında bir şey bırakmadı; Mehmet Aydın’ın konuşması ise, gün boyu yapılan konuşmalara ışık tuttu.”
Abant, bazılarının tabiri ile uçan üniversiteydi. Dünyanın önemli üniversitelerinde, hakkında tez çalışmaları başlamıştı.
Kısa zamanda onca tipinin boranın arasından geçerek, onca engeli, dar geçidi geride bırakarak nasıl bu vizyona ulaşmıştı? Çünkü Abant Toplantılarında ruh vardı, buluşturma vardı, farklılıkları yeşerterek kurulan birlik vardı, çoğulculuktaki birlik, birlikteki çoğulculuk vardı. Keşif vardı, saygı vardı, sezgi vardı, doğru anlama vardı, güven vardı, ortak kaygılar vardı, dışta kalan dünyaları hissetme vardı, diyalog ve hoşgörü vardı, sohbet ve muhabbet vardı, ülke sevgisi ve temel insanlık değerlerini paylaşma vardı, makul çözümler vardı, tam demokrasi vardı.
İşte biz buna “Abant Ruhu” diyorduk.
Abant, Türk aydınının başarısıydı.
Dünün çatışan insanları ve çatışan düşünceleri, yer yer ötekinin yok edilmesi üzerine kurulu tavırları Abant’ta, tartışa tartışa, konuşa konuşa “Ortak bildiri” yayınlama gibi tarihi bir başarıyı da her yıl tekrarlayabilmişti.
Aydınlar, zor konuları, zor zamanda, zor insanlarla Abant Ruhunun tılsımı etrafında kolay kıldılar. İslam ve Laiklik, Kürt sorunu, Alevilik gibi ülkenin en çetrefilli sorunlarını seçtiler, cesaretle tartıştılar ve bildiriler yayınladılar.
Bu tartışma ve tartışmalar sonucunda ulaşılan ‘ortak bildiriler’ toplumu ve siyaseti derinden etkiledi. Sertlikleri, radikal tavırları kırdı.
Abant Toplantıları, Türkiye’nin demokrat sesi oldu.
Sert ve acımasız siyasetin yüzüne, Abant Gölü üstünde gülümseyen nilüferlerin gölgesi düştü.
Bugün, her sorunun başında çözüm için uğraşan birileri varsa, mutlaka o Abant Ruhunun sınır tanımayan taşıyıcılarından birisidir.
Dikkatle bakarsanız siyasette de sosyal hayatta da akademik dünyada da görürsünüz onları…
Sizce Hizmet nedir?
Hizmet Hareketi, Anadolu’da başlayan insani ve İslami dirilişin Fethullah Gülen Hocaefendi’yle evrensel bir besteye dönüşmesidir. Merhum Aydın Bolak’ın tabiri ile “İman, Feragat ve Mefkure hareketidir.”
Hizmet hareketi, mefkuresizlikten bunalan Anadolu insanına yeni bir ufuk vermiştir. Benim gibi hayali köyünün dağları ile sınırlı milyonlarca insanın ufkunu ve sevdasını sonsuzluğa salmıştır. Yalnız menfaat, köşeyi dönme talimi yaptırılan insanımıza iman aşılıyarak, feragatın, mefkureye sadakatin dünyadaki en değerli haslet olduğunu ve Allah nezdinde de en büyük takdire insanlığa hizmet ederek mazhar olacağı fikrini insanımıza kazandırmıştır.
İşte dünyanın her bir köşesinde açılan mekteplerde görülen anlayıştır bu. Düşününüz, yazın +35, kışın -65 derece olan bir memlekette cüz’i bir maaşla yaşamaktadır bu eğitim ve sevgi seferberliğinin erleri. Bu seferberlik ve feragat hissi tarihin nadirattan rastladığı bir vakıadır. Hani Hıristiyan misyonerlerinin bir hedefi vardı, insanları Hıristiyan yapmak. Çağın yeni tanıştığı bu hareketin hedefi ise, insan yetiştirmek, güzel insan yetiştirmek ve bu insanları tüm insanlığa hediye etmektir.
Hiçbirimizin hayatı ebedi değildir. İman ebedidir. Allah ebedidir. Sevgi ebedidir. Hayır ebedidir. Bu hareketin bir güzel tarafı da, hepimizi gönülden hayırlara sevk etmesidir. Bu hayır yeni hayırları doğuracaktır.
Hizmet, Türklerin İslâmiyeti anlayış tarzının bütün insanlığa şamil, cihan şümul bir anlayış olduğunu ve böylelikle İslam’ın cihan şümul bir din olduğu hakikatini bir kere daha kavramamıza sebep olmuştur. İslam’ın bir kavga, bir iftira, bir çirkinlik dini değil, bütün güzellikleri nefsinde toplayan bir inanç manzumesi olduğunu tescil etmiştir.
Bu harekete gönül veren insanların dünyanın dört bir yanına yayılmalarının amacı, gittikleri yerlerdeki insanları tanımak, sevmek ve onlarla beraber yaşamak. Onlara cihan şümul bir sevgiyi anlatmak ve onları 21. asra girerken insanlığın hayrına kullanılacak tüm arayışlara sevk etmektir. Okullar, diyalog çalışmaları, yardım kuruluşları hep bu gayeye hizmet içindir.
Fethullah Gülen’e yakın isimlerden birisiniz, bize kısa bir Hocaefendi portresi çizer misiniz?
Hayalleri sınır tanımayan bir insanın portresini çizmek bana göre bir iş değil…
Sanırım 1997 yılıydı. Bir Osmanlı beyefendisi olan Aydın Bolak Bey İstanbul Sultan Ahmet’teki Four Seasons Otel’de bir akşam yemeğinde, aralarında Rahmi Koç’un da bulunduğu kırk kadar seçkin iş adamına bir konuşma yaptı. O konuşma benim için ufuk açıcı idi. Sanırım oradakiler içinde öyle oldu:
“Çocukluğumdan bugüne kadar cumhuriyet döneminde Hasan Basri Çantay, Hamdi Yazır, Babanzâde Ahmet Naim, Fatin Hoca gibi pek çok ulema ile tanıştım. Tefsir yazdılar, hadis tercüme ettiler… Hepsinde yüksek bir ilim, müstesna bir ahlak vardı. Fakat hiçbir zaman bir mücadele insanı olmadılar. Yetmişimde ilk defa o güne kadar hiç şahit olmadığım derinlikte bir ilim ve ufukla tanıştım ben, o ufuk bize bambaşka bir şey söylüyordu. Hem de çok güçlü bir sesle, güçlü bir mantıkla… O zât etrafında büyük bir sevgi hâlesi oluşturan Fethullah Gülen Hocaefendi’dir. Sizlerden ricam şudur… Hepiniz bu sevgi hâlesinin etrafında toplanınız, hepiniz bu sevgi aleyhine söylenen bütün dedikoduları cevaplandırınız; o zaman çocuklarımız mesut ve müreffeh bir Türkiye’nin çocukları olacaklardır.”
Hocaefendi’yi ilk defa lise yıllarımda bir Cuma günü Edremit’te dinlemiştim.
Ataerkil saltanatın, kılıcın kutsandığı, erkekliğin hâlâ neredeyse zulüm ve katı kalplilikle bir görüldüğü, geçmişin hüsranıyla tahammülsüzleşmiş, himmeti unutmaya yüz tutmuş bir ülkenin kürsülerinde ağlıyordu. Durmadan ağlıyordu. Onu gören, dinleyen yarı yaralı, yarı yarıya hayatın kenarında doğmuş çoğunluk şaşkındı. Erkek ağlamazdı da bu hepimizden daha mert ve cesur adam neden ağlıyordu? Dinmek bilmeyen bu gözyaşları nasıl ateşli bir ruhtan fışkırıyordu? Derin ela gözleri neler görüyordu? Ruhunda hiç dinmeyen nasıl bir ateş yanıyordu da böyle bir âlemde yakasını yırtarak, göğsünü parçalayarak kendini teşhir ediyordu. Bu nasıl bir masumiyet, nasıl bir adanmışlıktı ve nasıl bir keşif vardı arkasında?
O Cuma günü gözlerim, küçük çocukların gözleri gibi hayretten iri iri açıldı.
Ağlıyordum…
Ömrümde ilk defa bir camide ağlıyordum. Hem de hıçkıra hıçkıra… Ama ağlayan sadece ben değildim, koca koca profesörler, hâkimler, öğretmenler, öğrenciler, işçiler… Hasılı her kesimden insan çocuklar gibi ağlıyordu.
Nice âlimler, hatipler dinlemiştim ama bu ses başkaydı…
Hocaefendinin sözleri tıpkı Yunus’un sözleri gibi o kadar gönüldendi ki sanki toprakların, kayaların, yosunların arasından arı-duru bir su fışkırıyor, yürekler ümit ve inşirahla doluyordu.
Kürsüdeki insan, sade bir vaizden ziyade bin yıllık Anadolu’nun çağdaş bir bilgesiydi. Doğu Anadolu’nun koyun kuzu meleyişleri, böcek-kuş çığlıkları ile dolu bir köyünde doğmuş, hayâ ve ilim sahibi bu büyük âlim, son derece sade, samimi ama ciddi konuşuyordu.
Tarihimizin ve coğrafyamızın yoğurduğu bir Gandi, gözyaşları ile toplumun günahlarını yıkamak isteyen bir Yunus vardı karşımda. Bu ilk karşılaşmada yeni bir ufuk ve fikirle karşı karşıya olduğumu farkettim. O ufuk, dinleyenlere bambaşka bir şeyler söylüyordu, hem de güçlü bir mantık ve güçlü bir ses ve solukla söylüyordu.
O gün bugün hayallerim, düşlerim, sevdalarım değişti.
Onun bakışlarında bütün bir insanlığa yetecek aşkı ve sevgiyi gördüm. Yaşamak değil yaşatmak idealiydi onunkisi. Onun için o günleri bir ömre bedel bilirim.
Ben hayalleri köyünün dağları ile sınırlı bir köy çocuğu idim. O gün Hocaefendi şöyle sesleniyordu;
“Açın sinenizi, ummanlar gibi olun kalmasın dünyada mahzun bir gönül.”
Ege’nin camilerinden yükselen bu seslerle diriliş türküleri küresel bir besteye dönüşmüş ve ufuklar birbirine sevgiyle seslenmeye başlamıştı. Milyonlarca gencin sonsuz ufuklara kanat vurmasına vesile olan bu dertli insana kuşağımız adına minnet borçluyuz.
Süreç’te Cemaat’in şeytanlaştırıdığını gördük. Kimi eleştiriler de “içerden” geldi, gelmekte. Sizce, biraz daha eleştirel bir açıdan bakıldığında, bir “özeleştiri” mahiyetinde, bir, Hizmet Hareketi’nin yanlışları olduğunu düşünüyor musunuz, iki düşüyorsanız, nerelerde yanıldığıni, nerelerde hata yaptığını gözlemliyorsunuz?
Aslında ben bu tür konuların uluorta konuşulmasından yana değilim. Büyük davaların ve hareketlerin başına gelenler her zaman hatalarından olmaz. Çoğu zaman doğru yapanların da yolu kesilmiştir. Şimdi İmam-ı Azamlar, İmam-ı Rabbaniler, Mevlanalar, Bediuzzamanlar yanlış yaptıkları için mi onca çileye maruz kaldılar diyeceğiz. Ben bu hareketin özündeki sevgiyi çok değerli buluyorum ve o sevgiye güveniyorum. O sevginin, fırtınalı okyanuslarda parçaları dağılmış bir gemiyi yeniden derleyip toparlayacağına imanım var.
Ama illa ki bir yanlıştan söz edecek olursak, son senelerde siyasetle içli dışlı olmamız büyük hata idi. Şimdi bir kobra gibi bizi her geçen gün biraz daha nefessiz bırakmak için sıktıkça sıkan, elinden gelen her kötülüğü organize biçimde gerçekleştiren, bütün kurumları ile üzerimize abanan AKP’nin üzerine abanmayacaktık. Şark milletlerinde siyasetin sadece bir iktidar ve saltanat sevdası olduğunu unutmayacaktık. Müslüman Kardeşler de ilk vurgunu siyasetten yemişlerdi.
Hizmet hareketini eleştiren samimi kardeşlerimize de “öteki” gözüyle bakmıyorum. Onlar; belki yüreklerine yedikleri zıpkının acısıyla, belki de söylediklerimiz dikkate alınır bir katkımız olur düşüncesi ile bunu yapıyorlar.
Ama bu eleştiriler illa ki olacaksa da Mabeynle sınırlı kalması, ömrü hep insanların gözleri önünde geçmiş çağımızın sesi olan zarif ve afif bir insana karşı daha dikkatli olunması, hele de Elijah Muhammed’li “bağlamından koparılmış” örneklemelerin hiç olmaması gerektiğini düşünüyorum. Ben bu arkadaşlarımızı yakından tanıdığım için samimiyetlerine inanıyorum. Hiç değilse Hocaefendi’ye olan eleştirilerini yeniden gözden geçireceklerini ve tashih edeceklerini düşünüyorum.
Neyse, şimdi Türkiye’den hicret etme zorunda kalan ve oradan çıkamayan kardeşlerimizi düşünme vakti. Kuyunun dibinde itiş kakış, kuyuyu derinleştirmekten başka bir işe yaramaz, çıkmanın yolu sırt sırta vermektir.
Bulunduğunuz yerden bu günkü Türkiye nasıl görünüyor?
Siyaset tırpanı, yüz yıllık insani ve İslami birikimi biçti. Anadolu’nun bereketli topraklarına fitne ve iftirak tohumları saçıldı. Güven duygusu ağır yaralı. Sosyal dokular delik deşik. İnsanların içindeki yardım duygusu söndürüldü. Bunca baskın ve tutuklamalara rağmen evlerinden tek bir silah çıkmayan Anadolu’nun arı-duru insanlarını terörden yargılar ve onlara, kurumlarına yardım edenleri terörist ilan ederseniz, yarın bir başkalarını etmeyeceğiniz ne malum. Yüzbinlerce insan haksız yere taş duvarların arkasında, bebekler emeklemesini, konuşmasını dört duvar arasında öğreniyor. İnsanların, ölümü göze alarak kaçtığı bir ülke haline geldi Türkiye. Olanları ibretle izliyoruz.
Kırgınlıklarınız?
Hiç kimseye kırgın değilim.
Hizmet Hareketi’ni nasıl bir gelecek bekliyor?
Tarihçilerin tespiti ile, “Büyük insanların yetişmesinde, büyük olayların, büyük değişmelerin ve sosyal çalkantıların rolleri vardır.”
Fırtına ve kar, çiçekleri öldürebilir ama tohumları asla…
Üstad Bediuzzaman diyor ki… “Baharda şiddetli yağmur ve fırtınalar olur. Bu yağmur ve fırtınalar; bitkileri, tohumları ve ağaçları harekete sevk eder. Bitki tohumları fırtınalarla ve sellerle etrafa yayılarak hayat yeteneklerini harekete geçirirler. Farklı farklı, renk renk, güzel kokulu çiçekler açarlar. Arpa, buğday gibi zirai bitkiler, fırtınalı yağmurlarla büyürler ve bereketlenirler. Ağaçlar yeni bir dirilişe mazhar olur, çeşit çeşit meyve verirler. İşte, bütün bu gelişmeler o fırtına ve yağmurların sonucudur.
Kerbela, İslam baharında kopan bir fırtınaydı. Kerbela fırtınası, sahabe ve tâbiinin kabiliyetlerini kamçıladı. Uyanan manevi duygular ve yetenekler, İslâm tehlikededir düşüncesiyle; her birini kabiliyetlerine uygun olarak İslâm’a hizmete koşturdu. Böylece o insanların bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı İslâm Hukuku’na ömürlerini adadılar. Usûlüddin âlimleri de iman hakikatleri ve İslâm inançları konularında hummalı bir çalışmaya girdiler. Böylece o zamanın baharında, renk renk çok çiçekler açtı.
O fırtınalarla farklı yetenekler yetişti.
Şiddetle çalkalanan ve sarsılan o asırda; gayretler ve istidatlar uyandı. İmam Malikler, Ahmet bin Hanbeller, İmam Şafiler, İmam-ı Azamlar gibi büyük müçtehitler, emsalsiz muhaddisler, yüksek hadis hafızları ve Beyazıd-ı Bestamiler, Harakaniler, Abdülkadir Geylaniler, Hoca Yusuf Hemadaniler, Ahmet Yeseviler, Şah-ı Nakşibendiler, İmam Rabbaniler gibi mana âleminin büyük velileri yetişti.”
Ehl-i Beyt’in yaşadığı acılar Kerbela ile sınırlı kalmadı.
Sonrasında da Ehl-i Beyt’e ve sevenlerine dünya dar edildi.
Emevi iktidarının zulüm ve baskılarının ardı arkası kesilmedi.
Ehl-i Beyt’ten olanlarla görüşmek, konuşmak yasaklandı. Yokluğa mahkûm edildiler.
Ama tohum direndi. Bir yudum su erişmese de güneşin ısısını duymasa da kanla sulanmış tohum, yangınla kıraç kalmış toprakta direndi. Sessizce olgunlaşıp büyüdü.
Gittikçe artan baskı, zulüm ve horlamalar sonucunda Allah’ın takdirine teslim olan Ehl-i Beyt yeni ülkelere hicret etti.
Kıymetleri bilinmediği zaman tıpkı dedeleri Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi, yeni insanların diyarlarına, yeni ülkelere hicret ederek asıl işleri olan İslam’ın ışığını yeni sinelere ulaştırmanın derdine düştüler.
Çünkü Allah’ın takdirine teslim olmak zaaf değil, güçtü. Hem de hiçbir gücün kıramayacağı bir güç.
Yeni ülkelerde Ehl-i Beyt mevsim mevsim gelişti, iklim iklim zenginleşti. Kerbela’nın kederlerinden tutuşan kandiller yollara düştü.
Ülke ülke ulandı. Orta Asya bozkırlarına, Maveraünnehir’e, Horasan’a, Türkistan’a kadar ulaştı.
Ehl-i Beyt’in siyaset ve imarete bulaşmamış arı duru İslam anlayışı, Hoca Ahmet Yesevi dergâhında binlerce insanın gönlüne girmeyi başardı.
Ahmet Yesevi’nin dergâhında yetiştirdikten sonra Hint kıtasından İdil boylarına, Çin Seddi’nden Tuna Boylarına kadar uzanan geniş bir coğrafyayı tebliğ ve irşatla görevlendirdiği dervişlerin saysının 99.000 civarında olduğu söylenir.
Kalabalık Türk oymakları, karşı durulması imkânsız gibi görünen bu fırtınanın önünden doğudan batıya doğru sel gibi akarken, etkin unsurunu Horasan okullarının oluşturduğu manevi akımları da taşıdılar.
Anadolu’ya göçen Türk kitlesi içinde yer alan dervişler, Anadolu’da yepyeni bir tasavvufi hayatın boy atmasını sağladılar.
Kerbela’nın kederlerinden tutuşan kandillerin aydınlığında nebean eden bilgelik ırmağı, bu vesile ile Orta Asya’nın bu bereketli topraklarından Anadolu’ya aktı.
İnsanlığı, boğuştuğu ölüm sularından çekip alan mana erleri Anadolu’dan Balkanlara aktılar.
Bugün Hareket kendi Kerbelasını yaşıyor. Bir yangın ormanından dünyanın dört bir yanına yayılan alevli dalların, kısa zamanda dünyayı bir meşale ormanına çevireceğine inanıyorum. Şairin dediği gibi “sen yanmazsan ben yanmazsam nasıl aydınlanır karanlıklar.”
Büyük davalar ve büyük hareketler acılarla kök salar ve kalıcı hale gelir. Şimdiye kadar vefa, sadakat, iffet, isar, fedakârlık, cömertlik gibi pek çok imtihanı başarı ile vermiş olan Hizmet hareketinin bu zorlu sınavı da başarı ile vereceğine olan inancım tamdır. Gelişmeler de o istikamettedir.
Memleket özlemi?
Onu hiç sorma. Her gece köyümün sokaklarında bağlarında, bahçelerinde, dağlarında, kırlarındayım.
İnsan köyünün yıkık duvarlarını bile özlüyor. Dünya bir yana benim dağlar arasındaki küçük köyüm bir yana…
Kaynak: The Circle
]]>Bu âyet-i kerime, Firavun ailesi içinde neş’et edip, Hazreti Musa’ya en kritik anda destek veren bir mü’minin (Mü’min-i âl-i firavn) adının verildiği Mü’min Sûresi’nde geçmektedir. Firavun’un “Bırakın, ben Musa’yı öldüreyim; varsın o da Rabb’ine yalvarsın. Doğrusu ben onun, sizin dininizi değiştirmesinden ve bu yerde, bu ülkede fesat çıkarmasından korkuyorum.” dediğini anlatmaktadır.
Milletlerle dostane ilişkiler başlığı altında, uluslararası ilişki çeşitlerinin en önemlisi olan barışa dayalı ilişki çeşitlerini inceleyeceğiz. Bunlar, uluslararası barış, antlaşma yapmak ve yapılan antlaşmalara uymak, eman/iltica, kültürel ilişkiler, ticarî ilişkiler ve inanmayanlarla dostluktur.
Bu kavram, Kur’ân’da “silm/selm/selem” ve “sulh/salah/ıslah” terimleriyle ifade edilmektedir. Bu kavramlarla, gerek fert ve gerekse toplumların -farklılıklarına rağmen- huzur ve güven içinde yaşamaları hedeflenmektedir: “Ey inananlar! Hep birden barışa girin, Şeytan’a ayak uydurmayın. O size apaçık düşmandır”.[17]
Gerek Kur’ân ve gerekse tüm ilâhî kitaplar, insan hayatını mukaddes tanır. Dini, düşüncesi, kimliği ve kişiliği ne olursa olsun bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürme gibi telakki eder. Bir insanın hayata dönüşüne vesile olmayı da bütün insanlığı hayata döndürme olarak algılar.[18]
Kur’ân, barışı ulusal ve uluslararası barış olmak üzere iki kategoride ele alır. Müslümanlar arasındaki barışa ilişkin olarak Kur’ân, Müslümanların kendi içlerinde çekişme ve ihtilafa düşmemelerini ister.[19]
İnsanlar arasında barışın sağlanması Kur’ân’ın temel hedeflerindendir. Kur’ân, bütün insanlara hep barış içerisinde yaşamalarını emreder. Bu düşüncenin sonucu olarak şayet gayri müslim toplumlar Müslüman topluluklarla barış yapmak isterlerse Müslümanların da barış yapmalarının gereği vurgulanmaktadır: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. Doğrusu, O İşiten ve Bilen’dir. Eğer seni aldatmak isterlerse, Allah sana yeter. Seni ve inananları, yardım ederek destekleyen O’dur.”[20] Bu âyette diğer topluluklar barış yapmak istedikleri takdirde Müslümanların da barış yapmaları emredilmektedir. Müslümanlara barışı emreden bu âyetin, Tövbe sûresinin 5, 29 ve 36. âyetleriyle neshedildiğine ilişkin tefsirlerde çeşitli rivayetler yer almaktadır.[21] Bazı müfessirler, bu ve benzeri âyetlerle Kur’ân’ın birçok âyetini, hatta anılan âyetten sonra inmiş olan âyetleri dahi neshetme çabası içine girmişlerdir. Taberî (ö. 310/923), bu âyetin neshedildiğine, ne Kur’ân’da, ne Sünnet’te ve ne de aklî bir delil bulunduğunu söylemektedir.[22] İbn Kesir (ö. 774/1373) de Hz. Peygamber’in Hudeybiye’de Mekkeli müşriklerle barış yaptığını, bu âyetle Tövbe sûresindeki yukarıda anılan âyet(ler) arasında bir çelişki bulunmadığını dolayısıyla neshin olmadığını söylemektedir.[23] Çünkü Tövbe sûresindeki âyetler, saldıranlara karşı savaşmayı emrediyor, buradaki âyet ise barış isteyenlerle barış yapılmasını istiyor.
Allah’ın Kur’ân’da Müslümanlara yapmalarını emrettiği barış, izzetli bir barıştır. Yani Müslümanların hakları korunmalı, çıkarları gözetilmelidir. Yoksa zillet içinde barış istemek, Müslümana yakışmayan bir davranıştır: “Gevşeklik gösterip de barış istemeye mecbur kalmayın…”.[24] Bu âyetten maksat, yukarıda da görüldüğü üzere, barışı reddetmek değil, gevşeklik gösterip de zillet ile barışa istekli olmamaktır. Bir başka ifadeyle, Müslümanların zayıf, düşmanlarının kuvvetli olduğu düşüncesini veren bir barışa taraftar olmanın doğru olmayacağı fikridir. Müslümanlar her şeyden önce güçlerini ispat etmelidirler.[25] Ancak ondan sonra barış görüşmeleri yapmalarında bir sakınca yoktur.
Sonuç olarak, Kur’ân’ın ana hedeflerinden biri insanlar arasında barışın sağlanmasıdır. Kur’ân, insanlara sürekli barış içinde yaşamalarını emretmektedir. Müslümanlara düşman olmayan, onlarla savaşmayan, dinlerine saygılı olan, onların temel hak ve özgürlüklerine saldırmayan kimselerle barış içinde yaşamalarını öğütlemektedir.
Kur’ân’da uluslararası ilişkilerin barış içinde devamını temin açısından uyulması gereken en önemli ilkelerden birisi de, “ahde vefa” yani, verilen sözün mutlaka yerine getirilmesi ilkesidir. Devletin bizzat kendi iradesiyle taahhüt ettiği uluslararası sorumlulukları yerine getirmemesi halinde, bir arada karşılıklı anlayış, işbirliği ve yardımlaşma içinde yaşamanın gerektireceği esaslara uyması da beklenemez. Millet ve devletlerin birbirlerine güvenleri sarsılınca, barış içinde yaşamak sözde kalır. Kur’ân, yukarıda temas edilen ilkeler yanında, verilen söz ve taahhüt edilen görevlerin yerine getirilmesinde azami duyarlılığı istemektedir.
Aslında, Kur’ân, ahde vefayı bütün hayatın esası kabul eder: “Ey iman edenler, (yaptığınız) akitleri yerine getirin…”.[28] Çeşitli rivâyet ve yorumlar âyette zikredilen “akitler”in insanın Allah ile, diğer insanlar ve toplumlarla olan her çeşit söz, ahit ve anlaşma gibi karşılıklı taahhüdü gerektiren her davranışı içerdiğini belirtmektedir.[29] Âyet, insanın bizzat kendisiyle, diğer insanlarla ve düşmanla olan ilişkilerinde uyulması gereken bir ilkeyi sunmaktadır. Ahde vefa ilkesi, herhangi bir fert, toplum ve devletin geçici çıkarları için asla ihlal edilemez. İnsanın faydalı zannettiği şeye aykırı bile görünse, her durumda ahde vefa göstermek maslahatın bizzat kendisidir.[30]
Verilen her söz ve taahhüt sorumluluk gerektirmektedir. Ahde vefa göstermeyenlerin Kur’ân’da Allah’a karşı sorumlu olacakları ifade edilmektedir: “…Ahdi de yerine getirin, çünkü ahidden sorulacaktır”.[31] “Sözleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getirin. Yeminleri, pekiştirdikten sonra bozmayın, çünkü Allah’ı kendinize kefil göstermişsinizdir. Allah yaptıklarınızı bilmektedir”.[32] Ayetten anlaşıldığına göre, verilen söz ve yapılan anlaşmalara riâyet hususunda Allah kefil tutulmuş olduğundan, anlaşmanın gereğini yerine getirmemek Allah’a karşı işlenmiş büyük bir suçtur.
Zikredilen âyetlerden de anlaşıldığı üzere Kur’ân, sözde durmayı ve antlaşmalara uymayı imanın bir gereği saymıştır. Bu sebeple Kur’ân, aldatma ve art niyetlerle anlaşmalar yapmayı ve yapılan anlaşmaları menfaat beklentisi ile vefasızlık gösterip ihlal etmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Günümüzde yapılan anlaşmaların zaman zaman ihlaline dayanak olarak gösterilen “devletin menfaati”, anlaşmalara riâyetsizlik hususunda meşru bir neden sayılamaz. Bir devlet veya devletler topluluğu ile yapılan anlaşmayı, menfaat sağlamak veya büyük ve güçlü devletlerin yanında yer almak düşünceleriyle ihlal etmek, anlaşmaları aldatma ve ihanete vesile yapmak kesinlikle yasaklanmıştır. Nitekim Kur’ân’da bu tür davranışların örneği şu âyette dile getirilir: “Bir milletin diğer bir milletten daha çok olmasından dolayı, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra örgüsünü bozan kadın gibi, yeminlerinizi, birbirinize karşı dolap çevirmeye alet etmeyin. Allah onunla sizi denemektedir. Aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz şeyi kıyamet günü elbette size açıklayacaktır”[33]. Ayetten anlaşılan, antlaşma yapan iki taraf arasındaki güç ilişkisi ne olursa olsun, temel ilke, verilen sözün yerine getirilmesidir. Kendinden güçlü olana verilen sözü yerine getirip, zayıf olana verilen sözü yerine getirmemek, ahlaksızca bir tutumdur.
Mevcut anlaşmayı bozanlara, ahde vefa göstermeyenlere yapılacak muamelenin ne olduğunu Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e şöyle bildirmektedir: “Sen kendileriyle anlaşma yaptığın halde onlar, hiç çekinmeden, her defa anlaşmalarını bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, onlar (a vereceğin ceza) ile arkalarında (ahdi bozacak) kimseleri de dağıt ki ibret alsınlar”[34]. Âyette işaret edilen anlaşma ya da sözleşmeler Müslüman toplumla gayri müslim gruplar arasındaki anlaşmalardır. Bununla birlikte, karşı tarafın davranışlarından ve bir kısım emarelerden anlaşmayı bozacağı anlaşılırsa, mukabil aldatma ve hıyanete başvurmadan anlaşma açıkça bozulabilir: “Bir kavmin, (anlaşmaya) ihanet etmesinden korkarsan, sen de (onlarla yaptığın anlaşmayı) aynı şekilde onlara at; çünkü Allah, hainleri sevmez”.[35] Âyette “ihanet etmesinden korkarsan” ifadesi, sadece zanna dayanan belirtiler değil, açık ve nesnel deliller olmalıdır.[36] “Onlara misilleme olarak sen de anlaşmayı geçersiz say” ifadesini Taberî şöyle açıklamaktadır: “Onlarla savaşa girmeden önce, ihanetlerini ortaya koyan açık delillere dayanarak onlarla senin aranda mevcut anlaşmayı geçersiz saydığını kendilerine duyur ki, hem sen hem de onlar kendileriyle savaş hali içinde olduğunuzu bilesiniz”.[37] Âyetin son cümlesi olan “Allah hainleri sevmez.” ibaresi, hem Müslümanlar hem de diğerleri için bir ikaz niteliğindedir.[38]
Kur’ân, müslüman topluluklarla diğerleri arasında siyasî ilişkileri tanzim hususunda anlaşmaları meşru ve genel bir esas olarak telakki etmiştir. Anlaşmalar Hukukunun en temel kurallarından olan “Pacta Sunt Servanda” (Ahde Vefa) ilkesi, Kur’ân’da birçok yerde zikredilmektedir. Kur’ân, düşmanlara karşı bile ahde vefa hususunda kesin ve açık hükümler koyup, tarih boyunca müslümanlar da bunu uygularken; papazlar “kâfirlere” (yani müslümanlara) verilen sözün asla muteber olmadığını İncil adına hıristiyan hükümdârlara telkin etmişlerdir. Hıristiyanlar tarafından müslümanlara verilen sözün bir değerinin olmadığına ilişkin bu prensip nesilden nesile intikal ederek sürüp gelmiştir.[39] Yapılan yemini bozmayı özellikle uluslararası hukukta bir ilke sayan bu anlayışı ve nazariyeyi o zamanın hıristiyanları, yalnız müslümanlara değil, bizzat kendi aralarında da uygulamışlardır.[40]
Birçok Batılı müellif, devletler hukukunun temelini “Pacta Sunt Servanda” yani ahde vefa ilkesiyle, “Bona Fide” yani anlaşmaların iyi niyetle uygulanması ilkesine dayandırmaktadır.[41] Kur’ân ise, görüldüğü üzere, uluslararası ilişkilerde, düşman bile olsa insanlar arasında ayırım yapmadan hem adaletin tatbikini hem de ahde vefayı iki temel ilke olarak kabul edip, uluslararası ilişkileri sağlam esaslara oturtmuştur.[42]
Yapılan anlaşmalarla ilgili olarak, uluslararası ilişkilerin sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesi için, verilen sözde durmak yani ahde vefa göstermek son derece mühim bir hadisedir. Ahde vefanın Müslümanların karakteristik özelliklerinden olduğunun altını çizen Kur’ân-ı Kerîm[43], gerek insanlar arası ilişkilerde ve gerekse uluslararası ilişkilerde ahde vefaya ayrı bir önem vermektedir. Öyle ki insanın “yapmayacağı şeyi yaparım deyip de yapmaması”, yani sözünde durmaması Allah’ı öfkelendiren nahoş bir durumdur.[44] Bir başka ifadeyle söyleyecek olursak, Kur’ân-ı Kerîm, ahde vefayı, insanın bireysel ve toplumsal hayatının önemli ve uyulması zorunlu unsurlardan biri olarak telakki etmektedir. Ahdine sadık kalmayan insanları da, fasıklıkla, zalimlikle ve bozgunculukla nitelendirmektedir. Ahde vefa göstermek, hem insan-Allah ilişkilerinin hem de insanlar arası ilişkilerin temel unsurlarındandır.[45]
Kur’ân’da büyük bir ahlâkî fazilet olan ahde vefaya ilişkin âyetlerde, kendileriyle yapılmış anlaşmaların hükümlerine riâyet ettikleri müddetçe, gayri müslimlere dahi verilen söz doğrultusunda uygulamada bulunulması emredilmektedir[46].
Kur’ân-ı Kerîm, aldatma, hile ve kötü niyetler taşıyan antlaşmalar yapmayı ve yapılan antlaşmaları menfaat endişesiyle bozmayı kesinlikle yasaklamıştır.[47]
Müslümanlar, tarih boyunca düşmanlarına karşı bile asla vefasızlık yapmamışlar ve attıkları imzaların, verdikleri sözlerin daima arkasında durmuşlardır. Fakat karşı taraftan aynı sadakat ve samimiyet görülmemiş, aksine entrika ve ihanetlerine maruz kalınmıştır. Allah, onların hareketlerini şöyle belirtmektedir: “Bir mümin hakkında ne ahit tanırlar ne de anlaşma. Çünkü onlar saldırganların kendileridir”.[48] Onların bu tutumuna karşı Müslümanın uyması gereken Kur’ânî ilke şudur: “Onlar size karşı dürüst davrandığı sürece siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever”.[49]
Kur’ân-ı Kerîm’e göre, ahid konusunda, uluslararası ilişkilerde takip edilmesi gereken yöntem, muhataplara göre üçe ayrılır: Müslümanlar, sözleşmeliler ve antlaşma yapılmayanlar. Müslümanların aralarında ırk, renk ve coğrafya farkı gözetilmeden tam bir kardeşlik ve dostluk hakim olmalıdır. Sözleşmelilerle olan ilişkiler, sözleşmedeki şartlara uygun olarak cereyan etmelidir. Antlaşma yapılmayanlara karşı izlenecek tutum ise, karşı taraftan düşmanca bir tutum görülmedikçe dostluk üzere cereyan etmelidir. Hiçbir sebep yokken onlara karşı saldırıda bulunmak, Kur’ân’ın ilkelerine uymayacağı için ahlaki değildir. Verdiği sözü yerine getirmek, müslümanın şahsen görevi olduğu gibi, uluslararası ilişkilerde de sözleşmelere riâyet etmek bir devletin devlet olabilme şartının gereğidir.
Kur’ân-ı Kerîm, gayri müslimlerin uluslararası ilişkilerdeki özelliklerinden birinin de, müslümanlarla yaptıkları anlaşmaları her defasında bozmaları olduğuna işaret etmektedir: “Allah katında yürüyen canlıların en şerlisi kâfirlerdir; artık onlar inanmazlar. Sen kendileriyle anlaşma yaptığın halde onlar, hiç çekinmeden her defa anlaşmalarını bozarlar. Savaşta onları yakalarsan, onlara vereceğin ceza ile arkalarında bulunan kimseleri de dağıt ki ibret alsınlar”.[50]
Sonuç olarak, ahde vefa ilkesi, İslâm’da din kardeşliğinin gerektirdiği yardımlaşma hakkı ve Müslümanlara bu konuda yüklenen sorumluluktan ağır basmaktadır. Çünkü, İslâm’a girip de henüz hicret etmeyen Müslümanların düşmana karşı yardım istemesi durumunda, onlara yardım edilmesi yerine getirilmesi mutlak gerekli bir görev olup, bu yardım Müslümanlarla anlaşmaları bulunan bir topluluğa karşı söz konusu ise, mevcut anlaşmanın ihlal edilmemesi ve ahde vefa gösterilmesi gerekmektedir.[51]
Kısacası, verilen sözde durmak, Allah’ın kesin emridir. Fakat karşı tarafın yapılan anlaşmayı bozduğu nesnel olarak fark edilince Müslümanların da gafil avlanmamaları için anlaşmayı bozup tedbir almaları gerekmektedir. Bu âyetler, Kur’ân’ın uluslararası ilişkilerde temel belirleyici ilkelerindendir. İnşa edilen barışı ilk bozanlar müslümanlar ol(a)mazlar. Fakat anlaşmayı bozanlara misliyle cevap verilir. Yani, Kur’ân, ahdini korumak için sulh masasına oturur. Karşı tarafın ihanet edeceğinden korkarsa, mevcut anlaşmayı bozduğunu açıkça ilan eder. Asla ihanet etmez, hile yapmaz, aldatma yolunu seçmez. Karşı tarafa, antlaşma şartlarını feshettiğini açıkça bildirir. Kur’ân-ı Kerîm bu ilkesiyle, mevcut anlaşmaya güvenerek emniyet içinde yaşayan toplumlara zalimce ve adi baskınlar düzenlemez.
Eman uygulamasının Arap toplumunda İslam öncesi döneme uzanan köklü bir geçmişi vardır. Kabile hekimiyet ve sorumluluğunun ön planda olduğu devirlerde eman, hem kabileler arası savaşlarda belli şahıs ve gruplara teslim olmaları halinde mal ve canları için güvence vererek gereksiz yere kan dökülmesini önleyici ve barışı kolaylaştırıcı, hem de topluluklar arası ticarî ve sosyal ilişkilerin artması için kabile veya şehir devletinin hakimiyet alanı dahilinde yabancıların güven içinde dolaşmasını sağlayıcı bir fonksiyon üstlenmiştir.[52]
Kur’ân, cahiliyye döneminin bu güzel uygulamasını aynen benimsemiş, Müslümanların da bu kurumu devam ettirmesini emretmiştir. Şu âyet, uluslararası ilişkilerde bu olgunun meşruiyetinin açık delillerindendir: “(Ey Muhammed!) Eğer ortak koşanlardan biri sana sığınmak isterse onu sığınmana al ki, Allah’ın sözünü dinlesin. Sonra onu güvende olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur.”[53] Bu ifade, bu durumda olan bir kişinin Kur’ân mesajını benimseyip benimsememekte hür olduğuna işaret eder gibidir. Bu da “Dinde zorlama yoktur”[54] ilkesini teyit etmektedir.
Bu âyetten anlaşıldığına göre, İslam’ın ve Müslümanların lehine olduğu müddetçe çeşitli sebeplerle bir müşrik bir müslümanın himayesine girebileceği gibi, bir müslüman da bir müşrikin himayesine girebilir.
Hz. Peygamber’in uygulamaları da bu mahiyettedir. Örneğin onun Taif dönüşü müşriklerin ileri gelenlerinden ve akrabalarından olan Mut’im b. Adî’nin himayesinde Mekke’ye girişi, çevre kabilelere İslâm’ı tebliğ ederken onların himayesine sığınma isteği, Bi’rimaûne faciasından önce Âmir b. Sa’saa kabilesi reisi Ebû Berâ’nın kendi kabilesine karşı İslâm davetçilerini koruyacağını taahhüt etmesi tamamıyla İslâm tebliğiyle ilgilidir.[55]
Kur’ân’ın, gayri müslimlerle ilişkilerde barışı esas aldığına dair bir kanıt da Müslümanların Ehl-i kitap olan kadınlarla evlenmesine müsaade etmesidir. İnancın oluşturduğu kardeşlik bağı bir tarafa bırakılırsa, sosyal ilişkiler bağlamında karı koca arasındaki sevgi ve yakınlıktan daha güçlü bir bağ düşünülemez. Bu ilişki yalnız bir fertle sınırlı kalmamakta, kadının anne ve babası, kardeşleri ve diğer akrabalarıyla Müslüman koca ve çocukları arasında da bir akrabalık bağı oluşmaktadır. Bu da inanç farklılığına rağmen İslam’ın aynı dinden olanlara tanıdığı hoşgörünün, karşılıklı iyi ilişkiler kurulmasına olan arzusunun bir tezahürü olarak görülmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanların, Ehl-i kitapla kültürel ilişki içinde olmalarını adeta teşvik eden en çarpıcı âyetlerden biri şöyledir: “Bugün size, temiz olanlar helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. İnananlardan iffetli hür kadınlar ve sizden önce Kitap verilenlerden iffetli hür kadınlar -zina etmeksizin ve gizli dost tutmaksızın- mehirlerini verdiğiniz takdirde size helaldir. Kim inanmayı reddederse, şüphesiz işleri boşa gider. O, ahirette de kaybedenlerden biri olacaktır.”[57]
Bu âyette Müslümanlarla Ehl-i kitap arasında iki kültürel ilişkiye yer verilmektedir. Birincisi, Ehl-i kitabın yiyeceklerinin ve kestikleri hayvanların yenmesi; ikincisi ise gayri müslim kadınlarla evlenmenin caiz oluşudur. Aslında âyette, bize göre vurgulanan bir başka husus da, Allah’ın Müslümanlarla Ehl-i kitabı kaynaştırarak aralarında sevgi ve yardımlaşma gibi uluslararası ortaklık atmosferine girdirmesidir. Ehl-i kitabın yemeğini Müslümanlara, Müslümanların yemeğini de onlara helal kılmaktadır. Onların birbirlerini ziyaret etmelerine, beraber yiyip içmelerine izin vermektedir. Yine aynı şekilde, Ehl-i kitabın, hür, namuslu ve temiz kadınlarını da Müslümanlara temiz ve helal kılmaktadır. Hatta onları hür ve iffetli Müslüman kadınlarla beraber zikretmektedir.[58]
Kısacası, Yüce Allah bu âyette Müslümanlarla Ehl-i kitabı sevgi ve hoşgörü havası ile yoğurmaktadır. Müslümanlarla, diğer semavî dinlerin mensupları arasında bir ayrılığın olmadığının altını çizmektedir.
Müslümanların Ehl-i kitapla diyalog içinde olmalarını da bu kültürel ilişki çerçevesinde değerlendirebiliriz: “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle aranızda ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp birbirimizi Rabler edinmeyelim…”[59]
Şu âyette de zulmeden Ehl-i kitap ile nasıl ilişki kurulacağı bildirilmektedir: “İçlerinde zulmetmekte olanları hariç olmak üzere Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: ‘Bize indirilene de size indirilene de iman ettik; bizim ilahımız da sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuş olanlarız.”[60] Bu âyetten böyle durumlarda bütün peşin çatışmalara meydan verilmemesi gerektiği sonucunu çıkarabiliriz.
Sosyal bir ihtiyaç olan ekonominin gerek fertler arası gerekse uluslararası ilişkilerde ne denli önemli olduğu bilinen bir gerçektir. Ekonomi, günlük yaşamın en önemli boyutudur. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren hem kabileler arası, hem de devletler arasında ekonomik ilişkiler gündeme gelmiş ve bu alanda antlaşmalar imzalanmıştır. Buna göre, ekonomik ilişkilerin siyasî ilişkilerden önce geldiği söylenebilir. Bunun sebebi, Allah Teâlâ’nın insanların ihtiyacı olan maddeleri bir yerde değil de, yeryüzünün çeşitli coğrafyalarına yaymış olmasıdır. Dolayısıyla alış-veriş, ithalat-ihracat gibi ekonomik etkinlikler kaçınılmaz olmaktadır. Bu da farklı ülkelerde bulunan maddelerden yararlanılmasını, yani ekonomik ilişkileri zorunlu hale getirmektedir. Böylece uluslar arasında ülfet ve ünsiyet meydana gelmektedir.[61]
Kur’ân, ahlaka konu olmasından dolayı ekonomik hayatla ilgili temel ilkeler belirlemiştir.[62] Ancak, Kur’ân, insanlığa evrensel bir iktisadî yapı öngörmez. Aynı şekilde, insanların ekonomik gelişmelerini nasıl sağlayacakları, üretim-tüketim, ithalat-ihracat, arz-talep ilişkilerini nasıl biçimlendirecekleri gibi konular da Kur’ân’ın ilgi alanı dışında kalmaktadır. Onun temel sorunu, bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi, iktisadî yaşamda da adaletin gözetilmesi, sömürünün ortadan kaldırılması, malların haksızca yenilmemesidir. Örneğin faizin yasaklanması ve zekatın emredilmesi, zulüm-adalet ilişkisine bağlı olarak ortaya çıkan gelişmelerdir. Kur’ân’da iktisadî sorunların çözülmesi, bir bilgi problemi olarak insana bırakılmış, ancak bu sorunlar çözüme kavuşturulurken dikkat edilmesi gereken ahlak ilkeleri sürekli olarak tekrar edilmiştir.
Günümüz dünyasının global hale gelmesi sebebiyle uluslararası ilişkiler arenasında iktisadî ilişkiler, daha sıkı bir bağ oluşturmaktadır. Öyle ki, bu ilişkiler ülkeleri birbirine bağımlı hale getirmektedir. Uluslar arasındaki bu bağımlılık önceleri çok uluslu şirketler vasıtasıyla başlamış, daha sonraki dönemlerde de bölgesel ekonomik işbirliği kurumları teşekkül ettirilmiştir. Bu konuda ilk akla gelenler şunlardır: Avrupa Topluluğu (AT),[63] Avrupa Serbest Mübadele Bölgesi (EFTA), Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin ekonomik işbirliği bölgesi kurma girişimi olan (KEİB), ABD ile Kanada’nın tesis ettiği (NAFTA) vs.
Bugünkü tabirle söyleyecek olursak, çok uluslu şirketleşme ya da uluslararası nitelikteki bölgesel ekonomik teşkilatlarda örgütlenme, Kur’ân öncesi Araplarda da görülmektedir. Kureyş Suresi’nde Mekkelilere verilen nimet dolayısıyla vurgulanan iki uluslararası ekonomik seyahat neticesinde sağlanan büyük sermaye birikimi, böyle bir neticeyi de beraberinde getirmiştir. Mekke toplumunun, Kur’ân’ın ifadesiyle “yaz ve kış seyahatleri” ile bölgesel piyasadaki konumu o kadar güçlenmişti ki, neticede sahip oldukları sermaye kendi hudutlarını aşmış, Taif, Hire ve Yemen’den yabancı sermayedarlarla ticarî ortaklıklar kurmuşlardır. Bu durumun, bugünkü karşılığı olarak, büyük sermayeli çok uluslu şirketlere tekabül ettiği söylenebilir.[64]
Kureyş sûresi Mekkelilerin yaz ve kış ticaret kervanlarıyla dışa açıldıklarına ve “Ümmü’l-Kurâ=Metropol” olan Mekke’nin sürekli olarak ekonomi işine hazır olduğuna işaret etmektedir: “Kureyş’i yaz ve kış yolculuklarında esenliğe kavuşturduğu için kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Ka’be’nin Rabb’ine kulluk etsinler.”[65]
Bu sûrede geçen anahtar kavram “ilaf” sözcüğüdür. Bu kelime, karşılıklı iyi ilişkiler anlamındaki “ülfet” kökünden gelmekte olup, ünsiyet, dostluk, iyi geçim, anlaşıp uzlaşma, kaynaşma, dayanışma, yardımlaşma, akit ve müsalaha anlamlarına gelmektedir.[66] Kısaca bu sûre bizlere şu mesajı vermektedir: “Bir ülkenin refah ve kalkınması, öncelikle kendi içindeki barış ve huzura, sonra da komşu ülkelerle olan iyi ilişkilerine bağlıdır. İçeride barışı gerçekleştirememiş, can ve mal güvenliğini sağlayamamış olan bir ülkenin ekonomisi gelişme göstermez, aksine kısa zamanda çökmeye mahkum olur. Bunun gibi gerek siyasî gerek ekonomik alanlarda komşularıyla iyi ilişkiler kuramamış bir ülkenin ekonomisi de sürekli tehdit ve tehlike altında demektir. Böyle bir ekonominin kendinden beklenen gelişmeyi göstermesi mümkün olmaz. Sağlam bir ekonomi, içerde barış ve huzura, dışarıda düzenli ve istikrarlı ilişkilere muhtaçtır”.[67]
Bu seferleri sayesinde Kureyşliler, ekonomik bakımdan kalkındıkları, maharetli tüccar oldukları gibi çeşitli kültür ve medeniyetlerle de karşılaşıyor, onlardan etkileniyordu. Hac mevsiminde kurulan panayırlar/fuarlar, ticaretlerinin canlanmasına vesile olduğu gibi bu mevsimlerde kurulan mahkemeleri, şiir ve konuşma yarışmalarını, Suriye ve Irak gibi çeşitli ülkelerden gelen insanlar bunları izlerdi. Bütün bunlar da Kureyş’in sosyal, ekonomik ve kültürel ilişki içinde olmalarına katkıda bulunurlardı.[68]
İnsanlarla dostluk kurma Kur’an’da “veli” sözcüğü ve türevleriyle ifade edilmektedir. Genel olarak, Kur’ân, Müslümanlardan, Müslümanları bırakıp da, Allah düşmanlarını, inanmayanları, münafıkları, Müslümanlarla dinleri uğrunda savaşanları ve onları yurtlarından çıkaranları, zalimleri, hicret etmeyen Müslümanları, Allah’ın gazabını hak edenleri ve genel olarak Ehl-i kitabı dost edinmemelerini istemektedir.[69] Bu tür âyetlerden biri şöyledir: “İnananlar, inananları bırakıp inkarcıları dost edinmesinler! Böyle yapanın Allah katında bir değeri yoktur. Ancak inkarcılardan korunmak için tedbir almanız bunun dışındadır. Allah, sizi kendisiyle uyarır; dönüş Allah’adır.”[70] Ayette yasaklanan dostluk, inkarcılara karşı gönülden bağlanma ve inananları bırakıp onlara ilgi ve sevgi gösterme manasındaki dostluktur. Buna karşılık Müslüman bir topluluğun, inkarcı toplumla barış imzalaması ve Müslümanlarla savaşmayan inkarcılarla ittifak oluşturmaları olağan bir durumdur. Nitekim Allah, inananları, kendileriyle din uğrunda savaşmayan ve kendilerini yurtlarından çıkarmayan kimselere karşı iyilik etmekten ve onlara karşı adil davranmaktan alıkoymaz.[71]
İnsanlar arasında herhangi bir ayırım yapmadan akrabalık ilişkilerini kesmeyi yasaklayan Kur’ân,[72] Allah’a ortak koşmaya zorlamaları halinde gayri müslim anne ve babaya itaat etmemeyi isterken yine de onlarla iyi geçinmeyi emretmektedir.[73] Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ, müşrik olan annesi yanına geldiğinde onunla görüşüp görüşemeyeceğini sorduğunda Hz. Peygamber annesiyle görüşebileceğini söylemiştir.[74]
Mümtehine sûresinin ilk âyetlerinde Müslümanlara gayri müslim akrabalarıyla ilişkilerini kesmeleri için telkinde bulunmuştur. Ancak Allah Teâlâ aynı sûrenin 7. âyetinde ise Müslümanlarla gayri müslim akrabaları arasındaki düşmanlığın sevgiye dönüşeceğini müjdelemektedir. Bu müjde Mekke’nin fethiyle gerçekleşmiştir: “Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduklarınız arasında bir sevgi bağı kılar. Allah güç yetirendir. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”
Bu âyette Müslümanlarla diğer insanlar arasındaki münasebetlerde ve uluslararası ilişkilerdeki şu temel ilke yerleştirilmektedir: İnsanlarla ilişkiyi kesmenin ve husumetin, düşmanlığa bağlı bulunduğudur. Ama bu durum ortadan kalkacak olursa iyiliğe layık olana iyilik yapılacağı her türlü ilişkide adaletli davranılacağı ifade edilmektedir.
Zülfikar Durmuş, Yrd. Doç. Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[16] Bkz: Doğan, Mehmet, “Barış Düşüncesi”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, İstanbul 1990, I, 154. [17] 2. Bakara 208. Ayrıca bkz: 4. Nisâ 94; 8. Enfal 61; 49. Hucurât 9-10 vb. [18] 5. Mâide 32. Ayrıca bkz: 6. En’âm 151. [19] 2. Bakara 208; 8. Enfâl 1; 49. Hucurât 9-10 vb. [20] 8. Enfâl 61-62. [21] Bkz: Taberî, age., VI, 278-279; Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâık Ğavâmizi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl, baskı yeri ve tarihi yok, II, 233; İbn Kesir, İsmâil b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul 1984-85, IV, 27. [22] Taberî, age., VI, 278. [23] İbn Kesir, age., IV, 27-28. [24] 47. Muhammed 35. [25] Bkz: 4. Nisâ 71; 8. Enfâl 60. [26] 2. Bakara 208; 4. Nisâ 77, 94; 8. Enfâl 61-62; 45. Câsiye, 14; 49. Hucurât 9-10; 60. Mümtehine 7-8; [27] 8. Enfâl 58. [28] 5. Mâide 1. [29] İbn Kesîr, age., III, 5-6; Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1982, III, 1547-48; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1988, II, 451. [30] Kutub, Seyyid, Fî Zılâli’l-Kur’ân, (çev: E. Emin Saraç ve diğerleri), Baskı yeri ve tarihi yok, IV, 121. [31] 17. İsrâ, 34. [32] 16. Nahl 91. [33] 16. Nahl 92. [34] 8. Enfâl 56-57. [35] 8. Enfâl 58. [36] Bkz. Taberî, age., VI, 272; Râzî, Fahruddin, Mefâtîhu’l-Ğayb (et-Tefsîru’l-Kebîr), Baskı yeri ve tarihi yok, XV, 189-190; Beyzâvî, Kâdî Nâsıruddîn Ebî Saîd, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Beyrut 1988, I, 388; Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1996, VIII, 22; Alûsî, Ebu’l-Fadl Şihabüddin Mahmud, Rûhu’l-Meânî, Beyrut, 1994, V, 219; Rıza, Muhammed Reşid, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm, Mısır 1373, X, 58. [37] Taberî, age., VI, 271-272. Benzer bir yorum için bkz: Beyzâvî, age., I, 388. [38] Bkz: R. Rıza, age., X, 58. [39] Turnagil, age., s. 107. [40] Turnagil, age., s. 112. [41] Bkz. Crozat, Charles, Devletler Umumi Hukuku I, (çev: Edip F. Çelik), İstanbul 1950, s. 100 vd.; Turnagil, age., s. 18; Pazarcı, age., I, 154. [42] Ebu Süleyman, Ahmed, İslâm’ın Uluslararası İlişkiler Kuramı, (çev. Fehmi Koru), İstanbul, 1985, s. 133-135. [43] Bkz. 13. Ra’d 20; 23. Mü’minûn 8. [44] 61. Saf 2. [45] 2. Bakara 27,100, 124, 177; 3. Âl-i İmrân 76; 8. Enfâl 56; 9. Tevbe 1, 4, 7, 111; 13. Ra’d 20; 16. Nahl 91-92, 94-95; 17. İsrâ 34; 23. Mü’minûn 8; 48. Fetih 10; 70. Me’âric 32. [46] 9. Tevbe 1, 4, 7. [47] 16. Nahl 92. [48] 9. Tevbe 10. [49] 9. Tevbe 7. [50] 8. Enfâl 55-57. [51] 8. Enfâl 72. [52] Bozkurt, Nebi, “Eman”, DİA, İstanbul 1995, XI, 75. [53] 9. Tevbe 6. [54] 2. Bakara 256. Ayrıca bkz: 10. Yunus 99; 18. Kehf 29. [55] Önkal, Ahmet, “Civar”, DİA, İstanbul 1993, VIII, 34-35. [56] Mardin, Şerif, Din ve İdeoloji, İstanbul, 1983, s. 40-41. [57] 5. Mâide 5. [58] Kutub, age., IV, 147-148. [59] 3. Al-i İmrân 64. [60] 29. Ankebut 46. [61] Turnagil, age., s. 103. [62] Bkz: 2. Bakara 75, 198, 282; 4. Nisâ 29; 6. En’am 152; 9. Tövbe 24; 17. İsrâ 35; 55. Rahmân 9 vb. [63] Bu topluluğun ilk ismi, “Avrupa Ekonomik Topluluğu” idi. [64] Ali, Cevad, el-Muhassal fi Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm, Bağdat 1980, VII, 421. [65] 106. Kureyş 1-4. [66] İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemaleddin Muhammed, Lisânu’l-Arab, Beyrut, tsz., IX, 9-12; Cevherî, İsmail b. Hammad, es-Sıhâh, Mısır 1956, IV, 1332; Elmalılı, age., IX, 6150. [67] Işık, Emin, “Kureyş Suresi Üzerine Bir Tefsir Denemesi”, MÜİFD, İstanbul 1985, sayı: 3, s. 12. [68] Ateş, age., XI, 109. [69] Bkz. 3. Al-i İmrân 118; 4. Nisâ 89, 139, 144; 5. Mâide 51-57; 6. En’âm 70; 60 Mümtehine 1. [70] 3. Al-i İmrân 28. [71] 60. Mümtehine 8. [72] 4. Nisâ 1; 47. Muhammed 22. [73] 31. Lokmân 15. [74] Bkz: Buhârî, Muhammed b. İsmâil, Sahihu’l-Buharî, İstanbul, tsz., “Edeb”, 7-8. ]]>
İslâmî barış inşası çabalarının çoğu savunma psikolojisi çerçevesinde kalmış ve İslâm’ın “şiddet içeren bir cihat kültürü”nü yücelttiği savına karşı, İslâmî kaynakların yeterli barışçıl temalara sahip olduğunu ispat gayretine girmişlerdir. 11 Eylül sonrası geliştirilen politikalar hem Batılı hükümetlere hem de daha geniş kitlelere İslâm’ın şiddet ya da terörizmi desteklemediğini ispata ağırlık vermişlerdir. “Medeniyetler Çatışması” tezini savunanlara karşı da düşünürler, İslâm’ın hem din olarak hem de gelenek ve tecrübesi ile şiddet içermediğini ve saldırganlığı desteklemediğini anlatan bir literatür oluşturmuşlardır. Ayrıca Gülen’in de aralarında bulunduğu bazı Müslüman düşünürler 11 Eylül hadisesinden çok önce İslâm’ın barış, çoğulculuk ve inançlar arası diyaloğu niçin ve nasıl desteklediği sorusuna cevaplar vermişlerdir.
Son yirmi yılda hem düşünürler hem de uygulayıcılar, İslâmî barış inşası ve şiddetsizlik alanında kayda değer çalışmalar yaptılar ve bunları da yayınladılar. Daha önce de vurgulandığı gibi bu düşünürler, barış inşası ve şiddetsizlik üzerine İslâm’ın sahip olduğu çok zengin kaynakları öne çıkardılar. Bu alandaki araştırmalar birtakım temel sorular üzerine yoğunlaşmaktadır:
Çatışma çözümü ile ilgili Kur’ân’ın prensipleri nelerdir? Kur’ân’da çatışma konusunda hangi teknik ve stratejiler var? Aile, toplum ve devletle alakalı çatışmalara yaklaşımda farklı yöntem ve süreçler var mıdır?
Aynı araştırma metotları çoğulculuk ve diyalog konusunda İslâmî kaynaklar araştırılırken de kullanılmıştır. Yukarıdaki sorulara çoğulculuk ekseninde cevap arayan düşünürler, Kur’ân ve hadislerde konuyu araştırmışlardır. Ayrıca, bazı akademik kurumlarda barış inşasının İslâmî kaynakları hakkında dersler veren bölümler açılmıştır. Oluşturulan çerçevenin Müslüman ve gayrimüslim kitlelere ulaştırılması için de dünyanın her yerinde seminerler ve çalıştaylar organize edilmektedir.
İslâmî Bir Barış inşası Çerçevesi ve Sorunun Kökenleri Zikredilen başarılara ve hoşgörü, birlikte yaşam ve diyalog konusunda örnek olaylarla dolu zengin bir tecrübeye rağmen, İslâmî barış inşası ve şiddetsizlik çerçevesi, Kur’ân ve hadislerdeki temel hipotezi destekleyen ifadeleri ortaya çıkarmada henüz başlangıç aşamasında sayılır. Bu konularda yazılan kitapların büyük çoğunluğu, defalarca Kur’ân’a ve hadislere müracaat ederek barış ve şiddetsizliği destekleyen âyetler ile hadisleri listelerler. Müslüman olsun gayrimüslim olsun okurlar birçok dini literatürle yüz yüze gelmesine rağmen bu literatürün pratikte henüz bir yansıması yoktur. Gülen Hareketi gibi hareketler, bu alana, yalnızca doktrinel savunmada kalmayıp pratikte işe yarayan ve “tavırlarla ya da temsille söylem” diyebileceğimiz yeni bir anlayış getirebilirler.
İslâmî barış inşa çerçevesi, radikal ve şiddet yanlısı marjinal Müslüman eğilimleri önlemede işe yarayabilecek önemli bir sosyo-kültürel formülasyondur. Baskılara direnmek ve adalet arayışı çabaları için İslâmî barış inşası çerçevesine sahip olmak fanatik yorumlara açık marjinallere ve militarist anlayışa daha az alan bırakmaktadır.
Militan ve şiddet yanlısı bir İslâm anlayışına alternatif bir yol önermek, çözümün başlangıcıdır. Ancak, barış inşası çalışmalarına katılan Müslümanların söyledikleri önemli bir şey var; çatışma teolojik temelde değil, yaşadıkları toplumun temel birtakım sorunlarındadır.
Müslüman toplumlarda, nadir ve marjinal kalsa da, sürekli bir biçimde şiddet üreten makro faktörler arasında şunlar zikredilebilir:
Bu noktada, görüleceği üzere, şiddet ve terörizmin arkasındaki ana motivasyon siyasi bir motivasyondur ve milliyetçi özelliklere sahiptir; popüler varsayımların aksine dini motivasyonlar çok temelde yer almaz hatta bazen hiç yoktur. Çoğu kere dinler, ya marjinaller tarafından esir alınır ya da politik hedefleri olan radikaller tarafından kullanılır. Chicago Üniversitesi’nden Prof. Robert Pape tarafından son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre, “intihar bombacıları ile İslâmî görünümlü fundamentalizm ya da diğer dinlerin fundamentalistleri arasında çok zayıf bir bağ vardır. Aslından intihar bombacısı kullanan grupların önde gelenlerinden biri Sri Lanka’lı Marksist-Leninist grup Tamil Kaplanları’dır. Hindu ailelerin bireylerinden oluşan bu grup, dine düşman bir tavır içerisindedir. (…) Aslında hemen hemen bütün intihar bombacılarının seküler ve stratejik hedefleri vardır: Modern demokrasileri kendilerinin olduğunu iddia ettikleri topraklardan çekilmeye zorlamak.” Elinizdeki kitap, İslâm’ın öğretilerinin, özellikle de Gülen Hareketi’nin farklılığının kabulü, çoğulculuk, şiddet dışı çözümler üretme, barış inşası ve medeniyetler ittifakı kavramlarına sahip olduklarına dair ciddi deliller üretmektedir. Gülen, daha 1990’ların ortalarında medeniyetler ittifakını savunuyordu ve yine Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı aynı eksende faaliyetler yürütüyordu.
İslâm coğrafyasındaki militan teşkilatlarının (el-Kaide gibi) dar ve dışlayıcı Vahhabi yorumuna karşın hem Müslümanlara hem de gayrimüslimlere, savaş, şiddet ve öteki ile olan ilişkilere dair alternatif bir söylem ve perspektif sunmak gerekiyor. Gülen Hareketi hakkındaki bu kitap bu dışlayıcı İslâm yorumlarına karşı durmayı hedefliyor. Şimdi, Gülen Hareketi’nin İslâmî barış inşasına katkısını daha iyi anlayabilmek için, Gülen’in, Doğu-Batı ilişkileri ve kültürler ve dinler arası diyaloğa bakışına göz atalım.
Gülen Düşüncesinde Öteki, Doğu Batı İlişkileri ve Hareketlin Barış inşasına Katkısı
Gülen bir kimlik politikası peşinde koşmadığı gibi kendini de ötekine bakarak tanımlamıyor. Yani inşa edici ötekisi yok.
Gülen’in söylemlerinde “ötekileştirme ve ötekini düşman bir bileşen olarak tanımlama yer almaz.” Tepkisel değil, aksine önceden davranan bir yapıya sahiptir, biz ve öteki şeklinde kaba bir ayrım benimsemez. Başka bir biçimde söylersek, “karşılaşmacı Yeni Sosyal Hareketlere mukabil Gülen Hareketi, ‘ahlâki muhalefet’ anlayışını temsil etmektedir ki, Bakhtin buna “diyalojik” bir ilişki demektedir.”
Bu durum, Gülen’in dünyayı Müslümanlar ve ötekiler şeklinde okumadığının da bir göstergesidir. İslâm dünyasındaki ihtilaflar nedeniyle halifeliğin de yeniden canlandırılabilir olduğunu düşünmemektedir:
(…) İş bu noktaya gelip dayanınca onu yeniden ihya çok zor olduğu gibi, bütün Müslümanlara kabul ettirmek de imkânsız gibi görülmektedir. Ayrıca böyle bir teşebbüsün muasır dünyaca nasıl algılanacağı oldukça önemlidir.
Onu böyle düşünmeye iten tek şey sadece realist düşünmesi değildir; Gülen meseleye İslâm fıkhı açısından bakar:
“Hilafet unvanıyla temsil edilmeyen devlet meşru değildir” mânâsına gelecek şeyler var mıdır? Mesele ne kadar ‘olmazsa olmaz’ kabul edilmiştir?
Esas önemli olan, Müslümanlığın milimi milimine yaşanmasıdır. Polemiklere sebebiyet vermek için tali, her zaman münakaşası yapılabilecek tarihi konuların öne çıkarılması doğru değil. Bir kısım ehl-i İslâm dostlar bunun üzerinde duruyorlarsa, onların da kim tarafından kurulduğunu bilemeyeceğim. Sanki Emeviler, Abbasiler döneminde hakkıyla hilafet mi varmış? Yezid, Velid, hilafeti hakkıyla temsil etmişler mi ki, şimdi münakaşa yapılsın? Bu tartışmalar, Müslümanlığı yaşayamayanların, ayıplarını kapama adına farkında olarak ya da olmayarak ortaya koyduğu bir gayret de olabilir.
Gülen, Doğu ile Batı arasında bir çatışmanın zorunlu, kaçınılmaz ya da istenen bir şey olduğu fikrini reddeder. Soyut bir kavram olan Batı, düşman değildir, asıl düşman; fakirlik, cehalet ve iftiraktır.
Birçok İslâmî ihya hareketinin aksine Gülen Hareketi kimliğini şu üç düşman karşısında oluşturmuştur; fakirlik, cehalet ve iftirak. Bu karşı duruş, Gülen Hareketi’nin apolitik zihin haritasını anlayabilmek açısından çok önemlidir.
Said Nursi’nin düşüncesine paralel olarak Gülen, Batı’ya daha analitik bakar ve Batı’nın müspet ve menfi şekilde ikiye ayrılabileceğini söyler:
Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye nâfi’ sanatları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünûnları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek, beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum.(S.Nursi)
Gülen, “Batılılar’ın alıp geliştirdiği şeyleri, bence bizim bugün almamızda hiçbir beis yoktur. Biz de alır, bu meseleleri daha ileri götürürüz…” der. Gülen, Türkiye’nin AB üyeliğini de destekler. “Gülen’in Batı’ya yakın duruşu diğer İslâmî cemaatlerin ABD ve Avrupa karşıtı tutumlarının da ılımlı hâle gelmesine neden olmuştur. Muhafazakârların çoğu sonunda Gülen’in fikirlerini kabul noktasına gelmiş olsa da başlangıçta onun Batı’ya yakın duruşunu eleştirmişlerdi. Türkiye’de dini cemaatler AB üyeliğini hem güvenlik hem de İslâmî kimlik açısından bir tehdit olarak tanımlarken Gülen üyelik fikrini desteklemişti.
İslâmcılık temelde selefin anlayışına tabi olmayı tavsiye edip, saf İslâm’ın altın çağının, insanlığın günümüzde karşılaştığı tüm sorunları çözeceği savını desteklerken Gülen, salt retoriğe sığınmaz ve içinde yaşadığı şartların zaman ve mekâna bağlı analizini yaparak, Müslümanların üç düşmanı olan fakirlik, cehalet ve iftirakla mücadelede çok somut çözümler önerir.
Eğer cehalet bu üç düşmandan biriyse, Gülen her seviyede okullar açmayı önerir ve eğitimi yalnızca okullara ve dini eğitime de hasretmez. Söz konusu eğitim projesi tüm hayatı kuşatır. Bu eğitim projesinde yalnızca seküler okullara ya da camilere de işaret edilmez. Ailede eğitim, çocuk yetiştirme, din bilginleri yetiştirme gibi alanları da kapsar. Örnek olarak eğitme anlamındaki “temsil” anlayışı da yine eğitimin bir parçasıdır.
Eğer fakirlik Müslümanların ikinci düşmanıysa, Gülen Ha- reketi’nin cevabı insanların sosyo-ekonomik durumlarının iyileştirilmesi için dolaylı bir yol olan eğitimin yanında, yardım kuruluşları kurmaktır (Kimse Yok Mu Derneği gibi).
İhtilaf ya da iç çatışma üçüncü düşmansa, diyalog, hoşgörü ve karşılıklı anlayış bunun çözümü olacaktır.
Dikkat edilirse görülecektir ki, Gülen Hareketi’nin tüm projeleri bu üç alandan birine dahildir ve Hareket’in medya organları da sorunları temelden ele alarak çözmeyi hedefleyen bu küresel sivil aktivizme destek vermektedir.
Ekonomik çalışmalar, kültürler arası diyalog faaliyetleri ve yoksulluğun önlenmesi çabalarının yanı sıra, Gülen Hareketi, çatışma önleme ve barış inşası çalışmalarına da katılmaktadır ki bu çalışmalar dört kısımda incelenebilir.
Birincisi, Gülen Hareketi, İslâmî çerçeveyi genişleterek, adalet, çatışma önleme ve barışçıl seferberlik anlamında kaynakların yeniden yorumlanmasını sağlamaktadır. Yüz altmıştan fazla ülkedeki aktiviteler bu sürecin çoktan başladığını gösterir.
İkinci olarak, İslâmî öğretilere dayanan evrensel değerlerle Gülen Hareketi, tüm Müslümanlara cazip gelen bir hareket olarak, etnik çatışmalarla mücadele konusunda var olan İslâmî barış inşası çerçevesini güçlendiriyor. Bu çerçeve dünyanın birçok yerinde İslâm’ın temel bir öğretisi olarak benimsenmiş ve meşru bir çerçeve olarak kabul görmüştür. Yine bu çerçeve, diğer baskıcı kültürel normların, değer ve alışkanlıkların izole edilmesini ve reddedilmesini de sağlar.
Üçüncüsü, Gülen’in öğretisinde gerek bireysel gerekse kolektif sorumluluk, özeleştiri ekseninde gelişir. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz şartlar kendi sorumluluğumuzdadır ve bunlar için sürekli başkalarını suçlamak yanlış bir tutumdur. Bunlara ek olarak, Gülen’in hoşgörü ve farklılıkları kabulü bağnaz ve şiddete meyilli bazı İslâmî grupların dışlayıcı, toleranssız ve şiddete meyilli söylemlerini engellemesi açısından da İslâmî barış inşası çerçevesine katkıda bulunmaktadır. Hareket, bu gibi konularda Müslümanlar arası diyalog için de önemli bir alan açmıştır. Müslümanların gerek fertler gerekse toplumlar olarak kendi durumlarını nasıl iyileştirecekleri konusunda yapacakları tartışma önemlidir. Bu türden hareketlere katılan Müslümanlar, kendi toplumları içinde ve daha büyük ölçekte şiddeti vahşice ve terör amaçlı olarak kullanan kişilere karşı bir duruş sergileyeceklerdir.
Dördüncü olarak, Müslüman olmayanlara uzanmak ve onlarla iletişime geçmek, Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanlar için kaçınılmaz hâle gelmiştir. Gülen Hareketi’nin birlikte yaşam vurgusu, ötekine ulaşma ve bu kitabın birçok yerinde geçtiği üzere öteki anlayışını yeniden tanımlama özellikleri, kozmopolit toplumlarda yaşayan Müslümanlar için, Müslüman olmayanlarla iletişime geçme bakımından örnek teşkil etmektedir. Müslüman topluluklarda gayrimüslimlerle diyaloğa geçme ve bireysel ve toplumsal ilişkiler kurma konusunda korku yayan radikallere karşı da bir direnç oluşturuyor.
Gülen’in toplumsal çeşitlilik konusuna yaklaşımı, İslâmî barış inşası açısından hayati öneme sahiptir. Bu yaklaşım, Müslüman olmayanlara karşı, ne savunma refleksleriyle hareket eder ne de özür dileme beklentisine girer. Aksine, oldukça yapıcı sosyal, kültürel, ekonomik ve eğitim inisiyatifleri ortaya koyarak etkileşime geçer. Zaten, Müslüman olmayanlar da böyle çoğulcu bir bakış açısıyla İslâm hakkında doğru bilgiler edinebilirler, dogmatik vaazlarla değil. Bunun da ötesinde Gülen Hareketi, davranışlarla temsil yoluyla, Müslüman olmayan ülkelerdeki önyargıları ve İslâmofobi’ye de meydan okuyacak ve ortadan kaldırabilecektir.
Sonuç
Gelişim sürecindeki İslâmî barış inşası, hem teorik çerçeve hem de uygulama olarak İslâm ülkelerindeki sosyal ve politik değişimi etkilemesi ve önemli birtakım gelişmeleri sağlaması açısından ciddi katkılarda bulunacaktır. Derin entelektüel ve düşünsel geleneği ve sufi gelenekle (birinci ve ikinci yüzyılın Müslüman mutasavvıfları ve sonrasının Gazzalî, Rumi, İbn Arabi’si gibi) olan bağlarından dolayı Gülen Hareketi, iç ve dış sorunları çözmek için getirdiği, şiddet karşıtı sosyal mobili- zasyon ve barış inşası değer ve normları ile Müslümanlara genel bir bakış açısı sunabilir. Bu bakımdan Gülen Hareketi ve Hareket’in birçok ülkedeki uygulamaları, önemli süreçlerdir.
Türkiye’de etkin olmasının dışında Gülen’in İslâm anlayışı, Türkiye’nin artan etkinliği ve Hareketin küresel duruşunun da etkisiyle denebilir ki, daha geniş bir çerçevede etkili olacaktır. Voll’ün de vurguladığı gibi “Fethullah Gülen, küreselleşmiş, çok kültürlü ve çoğulcu bir İslâm söylemini oluşturan güçlerden biridir. Onun yönlendirmesiyle hareket eden eğitimciler de tanıklık edeceklerdir ki, Gülen’in vizyonu, modernle post moderni, yerel olanla küresel olanı birleştiren bir bakışa sahiptir. Yine hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler, ortak vizyon ve gelecek tartışmalarında Gülen’den etkileneceklerdir.” Türkiye’deki önemli gelişmeler, zaten Müslüman medya, düşünürler ve eylemciler tarafından takip edilmektedir. Hareket, Türk olmayan Müslüman dünyadaki faaliyetlerini artırmıştır. Pakistan, Bangladeş, Malezya, Nijerya, Endonezya gibi büyük İslâm ülkelerinde açılan çok sayıda okulun yanında, Afrika ve izin verildiği ölçüde Orta Doğu’da okullar ve hastaneler açmaktadır.
Bunun da ötesinde, kendini daha geniş bir ümmet anlayışı içinde konumlandırmak isteyen Hareket, 2005 yılından itibaren Hira Dergisini çıkarmaya başlamıştır. Dergi, hedefleri ve beklentileri itibariyle “Müslümanlara hitap eden bir formata sahip. Arapça basılan dergi, Türk ve Arap yazarların makalelerine yer vermekte olup, her sayının başyazısı da yine Gülen tarafından kaleme alınıyor ve bu yazı, sayının ana temasını belirliyor. Dergi, Gülen Hareketi’nin entelektüel duruşunu Arap dünyasına açarak Türkler ve Araplar arasında bir köprü olmayı hedefliyor. Bir forum mahiyetine sahip olan dergide, çağdaş İslâm’ın acil meseleleri ele alınıyor ve Müslüman düşünürler, bu sorunlara, İslâm dünyasının modern dünya ile entelektüel ve sosyo-kültürel ilişkileri bağlamında çözümler bulmaya çalışıyorlar.” “Müslüman dünyaya yeterli ilgiyi göstermediği şeklinde eleştirilen Hareket… 2006 yılında uluslararası bir toplantı düzenleyerek, Orta Doğu’dan Arap, Türk ve Yahudi entelektüelleri davet ederek, Orta Doğu’nun geleceğinin tartışılma-sın sağlamıştır. Ve. yine 2007 Şubat’ında, Hareket’e yakınlığıyla bilinen Abant Platformu, Mısır’ın önde gelen El Ehram Enstitüsü ile ortak bir organizasyona imza atarak, demokrasi, modernleşme ve laiklik konularında Türkiye ve Mısır tecrübelerini masaya yatırmıştır.”
Kısaca, Gülen Hareketi, yirmi birinci yüzyılda Müslümanları bekleyen ciddi sorunlara verdiği teorik ve uygulamalı cevaplarla entelektüel bir güç merkezi olma yolundadır. Müslüman toplumların belli kesimlerini mobilize ederek, etkileşime geçip onlara yardımcı olarak, ekonomik, kültürel, politik ve sosyal değişimlerin kurumlaşmasına katkıda bulunmaktadır.
Nil Yayınları, “İslâm ve Barış İnşası” adlı kitaptan alınmıştır.
]]>Bizler, benlik hissine, onu, kim olduklarını anlamada aynı yaklaşımı benimseyen diğerleriyle paylaşarak sahip olma eğilimi taşırız. Bu yüzden diyalog hiçbir zaman sona ermez. Kendini tanımlama ve kendini gerçekleştirme temelini elde edebilmek için hiç duraksamaksızın hayat boyunca devam eder. Diyalog olmaksızın yaşama hissine ulaşmamız mümkün değildir.
Diyaloga bu şekilde yaklaşmak, farklılıkları devam ettirme gerekliliğinin, farklı insanlar arasında değişik iyi yaşam algılamaları konusunda diyalogu gerektirdiği kökleşmiş bir kozmopolitan dünyada yaşamın gerçeklerini karşılar niteliktedir. Diyalog, birbirinden farklı insanlara, birbirini anlama, yanlış algılamaları düzeltme ve karşılıklı öğrenme ile nihai olarak karşılıklı farkındalık bilinci geliştirme imkanı tanır. Gerçekten diyalog sayesinde farklı insanlar, birbirlerinin davranışlarına ve düşüncelerine saygılı kalırlar. Diyalog, insanları birbirine bağlar ve Gülen’in belirttiği gibi, diyalog içerisindeki insanlar “…oturur kalkar aynı mefkûre insanlarıyla müşterek hareket etme yollarını araştırır.. müşterek projeler geliştirir.. ve “ben” yerine “biz”i ikame etme gayreti gösterir.” Gülen, şu çığlıklarıyla da diyalogun önemi üzerinde durur:
Günümüzde Osmanlı Devleti’nin hoşgörüsü olsaydı inanıyorum ki sadece Müslümanlar değil tüm insanlık adına diyalog için güzel bir zemin oluştururdu. Giderek küreselleşen dünyada diyaloga açık olmak çok önemlidir.
Bu görüşleri ileri sürerken Gülen, ‘insanlık’ kavramını kök anlamıyla usta bir şekilde ortaya koymuştur, çünkü o, farklı kültürlerin insanları ve onların farklılıkları arasında hoşgörüyü farklılığı takdir etmeyi diyalogun ön koşulu olarak sunmuştur. Farklı fikirlerin ve kültürlerin karakterize ettiği insan modeli, gerçek farklılıklar dünyasında köklerinden koparılmış insanoğlu tipinden farklıdır. Değişik insanlar arasındaki ilişkiler küreselleşme süreci tarafından kolaylaştırıldığı ve hızlandırıldığı için insanlara, birbirini tanıma ve ortak bir insanlık hissi geliştirme bakımından diyalog imkânı sağlanmıştır. “Giderek daha da küreselleşen bir dünyada diyaloga açık olmak çok önemlidir.”
Farklılıkları tanıma konusunda diyalog kurulmaksızın hiçbir insan olma hissi geliştirilemez ve bundan dolayı ‘biz kimiz’ sorusuna hiçbir cevap verilemez. Bu durumda bizler, yaşamaya değer bir hayatla ilgili hiçbir diyalogun kurulmadığı ve değişik kültürler arasında ortak bir güven ve itimat ortamı oluşturma konusunda hiçbir çabanın gösterilmediği suni, anlamsız bir hayatta köksüz kuklalar durumuna düşeriz. Kur’ân, karşılıklı tanımayla ilgili diyalogun önemini vurgulayan böyle bir yorumu açıkça teyit eder. Gülen, gerçek Müslüman’ın, İslâm’ın evrensel diyalog çağrısına inanan kişi olduğunu ileri sürerken, kişiliğin tasvir edilmesinde temel faktör olarak Kur’ân’ın ileri derecede önem verdiği bu diyalog değeri üzerinde durur:
14 asır önce İslâm, tarihin şahit olduğu en büyük ekümenik çağrıyı gerçekleştirmiştir. Kur’ânı Kerim, Ehli Kitab’a olan bu çağrısında şöyle demektedir:
De: “Ey Ehli Kitap! Gelin, sizinle aramızda müşterek bir kelimede birleşelim: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da, kimimiz kimimizi rabler edinmesin.” Şayet bu çağrıdan yüz çevirirlerse, deyin: “Şahit olun, şüphesiz biz, Allah’a teslim olmuş (Müslüman)larız.”
Hicret’in 9’uncu yılında gelen bu ayet, İslâm’ın özü olan “Lâ ilâhe ill’Allah” Tevhid Kelimesi’ndeki “lâ”ya yapılan bir çağrı gibiydi. Daha henüz müsbet, yani yapma ifade eden bir hükümden çok, yapmama ifade eden bir doğruya çağırıyordu. Bu, bütün din mensuplarının kabûl edip, üzerinde el sıkışabilecekleri en geniş bir köprü olma vazifesi görecekti. Bu çağrının reddedilmesi karşısında Müslümanlara takınmaları gereken tavır ise “Kâfirûn” suresinde ifade edilen tavra benziyordu: Bu tavırda, “Sizin dininiz size, benim dinim bana. Siz bu çağrıyı kabûl etmeseniz de, biz Allah’a teslim olmuşuz. Kabûl ettiğimiz bu yolda yürür, sizi de kendi yolunuzla baş başa bırakırız” mânâsı vardı.
Farklılıkların saygı görmediği ve kabulüne yönelik diyalogun gerçekleşmediği durumlarda insani değerler hiçbir anlam ifade etmezler. Çünkü değerlerin saygı görmesi farklılıkların hayata geçirildiği ahlâki bir yaşamı gerektirir. Farklı kişiliklerin ahlâki yaşantılarının değerine dair bu konumlandırılmış yorumlar, kaynağını Kur’ân’da ifadesini bulan, “Her insan kendi seciye ve karakterine göre davranır” ayetindeki farklılıklar üzerine yapılan vurgudan alır. Bundan dolayı Kur’ân’a göre, hiçbir kimse İslâm inancına girmeye zorlanamaz. İnsanlar Allah’a doğru yönelimlerinde tamamen serbesttirler: “Dinde zorlama yoktur; hak, bâtıl birbirinden ayrılmış ve gerçek bütün vuzuhuyla ortaya çıkmıştır.” İnsanların özgür iradelerine saygı göstermek o kadar önemlidir ki, fıtri insan olma hislerinden insanların mahrum bırakılması izni Hz. Peygamber’e bile verilmemiştir: “Resule düşen şey sadece tebliğdir.”18 Bu yüzden gerçek Müslüman, diğerinin kimliğini reddetmeye dayanan tek taraflı monolog dili kullanmaktan kaçınan, bunun yerine farklı insanların farklı görüşlerine saygı gösteren ve daha önemlisi insanlık toplumunun oluşturulmasının yolunu açmak için hoşgörüyle yaklaşan, kavli leyinle hitap eden ve seven kişidir. Gülen bu konudaki düşüncelerini şu şekilde ifade eder:
Evet, yukarıda anılan ayeti kerimelere kendisini muhatap kabul eden ve Allah’ın has kullarından olmayı gayei hayal edinen her muhabbet fedaisi, karşısındakine, her şeyden önce insan olduğu; şayet kelimei tevhid söylüyorsa, mü’min olduğu ve bir adım daha ötede, yerine getirmekle sorumlu bulunduğu dinî vazifelerini yerine getiriyorsa, bu defa Müslüman olduğu için, hiçbir karşılık beklentisine girmeden hoşgörü ve müsamaha ile davranmak ve bu arada Yunus’un yaklaşımıyla, dövene elsiz, sövene dilsiz ve kırana gönülsüz olmakla vazifelidir.
İnsan olma bilincine varmanın temel unsuru olan diyalog, insanlık toplumuyla ilgili açık bir gerçeği de ortaya çıkarır. Böyle bir toplumda diyalog, sevginin aracıdır; sevgi ise dünya üzerinde gerçek barışa giden yoldur. Gerçek Müslüman, sadece Allah’ın rızasını ve affını talep eden ve başkasının farklılığına saygı gösteren kişidir. Farklı olan ötekine saygı duymayı öngören bu yaklaşım, hoşgörü fikrinin geleneksel kapsamından oldukça uzaklaşır. Bunun yerine bütünüyle kuşatıcı sevginin, yani bütün insanları, hatta düşmanları bile sevmenin güvenli bölgesi haline gelen doğru yaşam şekli olarak diyalogu benimser. Sevgi, husumeti yener ve düşmanlığı dostluğa ve kardeşliğe dönüştürür.
Gülen, “Kâinatta sevgiden daha güçlü bir silahın olmadığını” söyler. Sevgi, mahlûkatı farklı ton ve kokulara sahip farklı, fakat güzel çiçeklerin renkli cenneti olarak gören hakiki müminlerin özgür iradesinden doğar. Gerçek Müslüman, hepimizin, Allah’a farklı şekillerde yaklaşan ve dolayısıyla etnik köken, ırk, cinsiyet, kültür ve dil gibi hiçbir farklılığın birbirlerini sevmekten alıkoyamadığı farklı insanlar olduğumuz gerçeğini kabul eder:
Cenabı Hakk, insanı “kerîm” olarak yaratmıştır ve herkesin belli ölçüde bu kerametten nasibi söz konusudur.
Rahman ve Rahim olan Yüce Allah, farklılıklarımızın bilincine vararak diyalog kurmamız için bizleri farklı etnik, dil ve kültür grupları halinde yaratmıştır. Daha doğrusu Müslümanlardan, insanların birbirlerinin aynası olduklarını anlamaları, dolayısıyla her bir fertte gizlenmiş olan zenginlikleri fark etmeleri ve saygı duymaları istenmektedir. Gerçek diyalogu anlamak, farklı kültürel kimliklere sızmış yanlış anlama ve güvensizlik kaynaklarını ortadan kaldırır ve onun yerine sevgi ve barış tohumları serper. Gülen bu konudaki görüşlerini şu şekilde dile getirir:
Dünyada hiçbir millet ve hiçbir toplumda ondan daha gerçek, daha kalıcı bir şey yoktur. Onun ninniden daha yumuşak, daha sıcak sesinin hissedildiği yerlerde bütün sesler soluklar kesilir, bütün enstrümanlar susar ve en tatlı nağmeleriyle sessizlik murâkabesine dalarlar.
Buna göre, sevgi temelli diyalog, farklılığı varlığın bir gerçeği olarak teyit eder. Fakat daha önemlisi, farklılığı ve onu kabullenmeyi, barışçıl bir sosyal varlık ruhu geliştirebilmenin temeli olarak görür. Bu perspektif çerçevesinde farklılığın kabul edilmesi, sosyal hayatı, sosyal sözleşmeye göre kendi çıkarları peşinde koşmayı kabul eden bireylerin bir toplamı olarak algılayan, farazi bir sözleşme temelli bir faktör olarak değil, uyumlu sosyal ilişkilerin kaynağı olarak ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle, sosyal alan, farklılıkla ve onun kabul edilip tanınmasıyla oluşturulmaktadır. Gerçekten farklılığın tanınması, herkesin kendine ait özel bir davranış şekline ve farklı bir kişiliğe sahip olduğunu kabul etmek anlamına gelmektedir. Kişiliğimizi özgün bir şekilde belirlediğimiz oranda bağımsız varlıklar oluruz. Bu his, bizi birbirimizden farklı kılar ve aynı zamanda bizi birbirimize bağlayarak insan olma hissimizi zenginleştirir. Hoşgörüyü ve onun barışçıl bir yaşam için taşıdığı önemi ele alırken Gülen, Taylor’ın farklılığın tanınmasının insanlık toplumunun en temel fikri olduğu görüşünü paylaşır:
Hoşgörü, başkalarının tesirine girerek onlara iltihak etmek değil; başkalarını kendi konumlarında kabul ederek onlarla geçinmesini bilmek demektir. Bu mânâdaki hoşgörüye kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. Zira bu ülkede herkes farklı anlayışlara sahiptir.
Buna karşılık bir arada yaşama ihtiyacı, farklı insanların hayatlarını daha anlamalı hale getirir. Farklı yaşam tarzlarını yansıtan insanlarla ilişki kurduğumuzda başarımızdan ve kapasitemizden daha fazla zevk alırız. Farklılık çeşitlilik içinde yaşamak, herkesin farklı bir çalgı aleti kullandığı, fakat bunu uyumlu ve çekici bir şekilde icra ettikleri bir orkestraya benzer. Ünal ve Williams’ın belirttiği gibi, farklılık içinde yaşamak, “İçinde yaşadığı topluma, insanlığa, hatta bütün canlılara, bir insanlık borcu olarak merhamet etme mükellefiyetinde” olduğu bir senfoni gibidir. Farklılığa rağmen uyumlu bir şekilde birbirimize kenetlendiğimiz sürece kendi kendimizi anlamamız da mümkün olmaktadır. Gerçekten, farklı kişiler olarak kendimizi diğerleriyle ilişkilerimiz çerçevesinde tanımlayarak ve bu toplumsal bağla sosyal varlık dağarcığımıza anlam katarak varoluşsal gerçeğe karşılık vermemiz durumunda ancak uyumlu insan olma hissi ortaya çıkar. Gülen aşağıdaki ifadeleri ile farklılığı kabullenmenin bu tür yorumunu teyit eder:
İslâmî düşünce, hemen hepimizi bir cevherin değişik tezahürleri şeklinde görür ve her birerlerimizi bir hakikatin farklı yüzleri şeklinde mütâlâa eder. Zaten, Allah birliği, peygamber birliği, din, dil birliği, ülke, millet birliği… gibi faslı müşterekler etrafında bir araya gelmiş insanlar hadîsin ifadesiyle bir vücudun ayrı ayrı uzuvları mesabesindedir. El, ayağa rakip olamaz.. dil dudağı ayıplayamaz.. göz kulağın kusurunu göremez.. kalb kafa ile cedelleşemez…!
Dolayısıyla diyalog, sosyal hayatın yeni yorumsal türünü, yani derin farklılığı kabul ederek bir arada yaşamayı içerir. Diyalog, Allah’ın farklı farklı yarattığı insanların birbirlerini severek insan olma hissine ulaşmalarının bir yoludur ve bütün insanların farklılıklarına rağmen insan olarak görüldüğü adil sosyal ilişkilere dayalı bir yaklaşım şeklidir. Allah’ın farklı, fakat eşit yarattığı bireyler olduğumuz gerçeğinden dolayı hiç kimseye kendi hayat felsefemizi doğru görüş olarak ortaya koyma ve diğerlerinin inancını hatalı görerek dışlama izni verilmemiştir. Hiç kimseye ‘dezavantajlı diğerlerinin’ aleyhine olacak şekilde herhangi bir ayrıcalık da tanınmamıştır. Gülen, farklılığın saygı gördüğü bilinçli demokrasi kavramını savunurken bir arada yaşamanın doğru şeklinin, hoşgörü ve farklılığı tanımaya dayalı görüş olduğunu ileri sürer. O, “Aslında demokrasiyi savunanların, kendi düşüncelerini paylaşmayanları bile hazmetmelerinin ve sinelerini, tabiî genişliği ölçüsünde herkese açmalarının bir zorunluluk” olduğunu söyler. Ne kadar farklı görünürsek görünelim bizler, insan olduğumuz için yeryüzünün efendileriyiz ve mahlûkatın en şereflisiyiz. İnsan olma bilinci hiçbir fark gözetilmeksizin Allah tarafından bahşedilmiş bir hediye olduğu için bizler üstünüz. Bakara suresi’nin “An ın beni ki, anayım sizi!” mealindeki ayeti, Allah’a teslim olduğumuz sürece bu şerefi taşıyacağımızı ifade etmektedir. Aksi takdirde bencilliğin girdabına kapılır ve bu şerefi kaybederiz.
Bu şekilde Gülen, diyalogu, hiçbir ön yargının hoş görülmediği demokratik bir hayat tarzı olarak farklılığın tanınmasıyla aynı anlamda kullanmaktadır: “.. .demokrasi, vesayeti altında herkese, kendi duygu ve düşüncelerini yaşama imkânı veren bir sistemdir.” İslâm’ın eşitlik, hoşgörü ve adalet ilkeleri sosyal inançları şekillendirdiği sürece herkesin topluma dâhil edilmesi mümkün olacaktır. Gülen, bu yaklaşımın, diğer öteki insanlara saygıyı öngören İslâm inancıyla uyum içinde olduğuna inanmaktadır:
İnsan olduktan sonra, kadın olsun erkek olsun, genç olsun ihtiyar olsun, siyah olsun beyaz olsun herkes muhteremdir, masûndur ve dokunulmazlığı söz konusudur; Irzına el uzatılamaz, malına tecavüz edilemez, yurdundanyuvasından çıkarılamaz, hürriyeti elinden alınamaz, inançlarını yaşaması engellenemez; dahası kendisinin bile kendine karşı bu olumsuzlukları irtikap etmesine müsaade edilemez ve Allah tarafından kendisine bahşedilmiş bu insanî değerleri zedelemesine fırsat verilemez; verilemez zira o, bütün bu değerlere emaneten mâliktir.
Dolayısıyla diyalogun bu şekilde ifadesi, İslâmî gelenekten gelen düşünürlerin, farklı seslerin işitilebildiği kökleşmiş bir kozmopolitan dünya anlayışı geliştirme çabalarının bir parçası olarak görülmelidir. Böyle bir dünya görüşünde farklı olan başkaları topluma dâhil edildiğinden, bizler, farklılığın tanınmasıyla ilgili diyalogu, siyasi insanlık toplumunun en önemli unsuru olarak kabul etmeye teşvik ediliriz.
Mahmud Masaeli, Nil Yayınları, “Uzlaşı Kültürü (Konferanslar Serisi – 2)” adlı kitaptan alınmıştır.
]]>ABD’nin Atlanta şehrindeki ödül merasiminde konuşan Martin Luther King Merkezi Dekanı Prof. Lawrence E. Carter, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye yılın barış mimarı ödülünü verdiklerini söyledi. ”Bugün bu ödülü geleneksel İslami öğretisini dünya genelinde yayan ve 11 Eylül 2001’de New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne terör saldırısını Washington Post’a verdiği ilan ile kınayarak küresel barışa katkı yapan Fethullah Gülen’e vermekten onur duyuyoruz” dedi.
ONUR DUYUYORUZ, ÇÜNKÜ… ONUR DUYUYORUZ, ÇÜNKÜ…
Carter şöyle devam etti:
“Bu ödülü vermekten onur duyuyoruz; çünkü canlı bomba intiharlarına karşı sesini yükseltip masum insanları öldürerek cihad yapılamayacağını söylediği için…
Onur duyuyoruz; çünkü insani değer ve ahlakın her insanın ortak değeri olduğunu dile getirdiği için…
Onur duyuyoruz; çünkü ırkçılık, etnik köken, cinsiyet, millet farklılıklarını insanlar arasında ayrımcılık ekerek bölünmesine değil bu doğal durumu manevi yönden bir arada tutan farklılık olarak insanlara sunmanızdan….
Onur duyuyoruz; çünkü inancınız ve şahsınız nazarında farklılıklar arasında dayanışmayı küresel düzeyde sürdürmenizdeki eylemden…
Onur duyuyoruz; çünkü insanlara verilebilecek en yüksek eğitimin sadece bilgi değil, tüm yaratılmışlarla birlikte uyumlu bir hayatı öğütlediğinizden… İslam inancınızı insanlığa sosyal değerlerle ortak bir yol bulma çabanızdaki sürekli yenilenme dirayetinizden… Ben; Gandi, Kral (Martin Luther King) ve Ikeda ile aranızdaki bağın varlığını görmekten çok memnun oluyorum. Sizi en içten dileklerimle kutluyorum.”
HOCAEFENDİ: ÖDÜLÜ ŞAHSIM ADINA DEĞİL, HİZMETE ADANMIŞ CAMİA FERTLERİ ADINA KABUL EDİYORUM
Dekanın konuşmasının ardından ödülü Hocaefendi adına alan Dr. Alp Y. Aslandoğan, muhterem Fethullah Gülen’in ödül vesilesi ile kaleme aldığı yazılı mesajını okudu. Mesajında Gülen Hocaefendi şunları dile getirdi:
Bu ödülü şahsım adına değil, ancak kendilerini karşılık beklemeden insanlığa hizmete adamış camia fertleri adına kabul ediyorum. Bu ödülü gerçekten hak edenler, kuzey kutup dairesi yakınlarında eksi 50 dereceye varan soğuklarda vatanından binlerce kilometre uzakta vazife yapan, Kuzey Irak’ta IŞİD’in işgal tehdidine rağmen okullarını açık tutan, Nijerya’da ve Afganistan’da kız öğrencilere eğitim imkânları sunan eğitimciler, Somali ve Sudan’da en zor şartlar altında hizmet veren doktorlar, hemşireler, insani yardım görevlileri ve kendileri mali güçlük yaşasa da hayırlı projelere himmette yarışan iş adamlarıdır. Sembolik olarak şahsıma takdim edilen bu ödül, aslında değişik milli, dini ve etnik köklerden gelen bu muhabbet fedailerinin gayretlerini takdire matuftur.” ONLAR Kİ KENDİ MUTLULUKLARINI BAŞKALARININ MUTLULUĞUNDA ARAR ”Onlar ki kendi mutluluklarını başkalarının mutluluğunda arayan talihlilerdir. Onları Asya’da Afrika’da ve Dr. Martin Luther King gibi Amerika Birleşik Devletleri’nde, dünyanın dört bir tarafında insan hakları mücadelesi verenlerle bir araya getiren değer, her insanın izzetle yaşamasına kendilerini adamalarıdır. Her insanı insan olarak aziz tutmak, onların yaratıcısına saygının ifadesidir. Her zaman Cenab-ı Hakk’a beni de bu talihliler zümresi içinde kabul etmesi için yalvardım. Kendimi hiçbir zaman hiç birinin önünde görmedim. Sizler nezaketinizle onların gayretlerini ve fedakârlıklarını takdir ettiniz. Sağlığım bu anlamlı buluşmada sizlerle bir arada olmama mani. Ancak mekan ve zaman farklılığı yüksek insani değerler etrafında bir araya gelmiş ruhların sohbetine mani değildir. Bu ödülle gayretleri takdir edilen camianın bir ferdi olma ümidiyle organizasyon komitesine teşekkürlerimi arz ederim.”
Hocaefendinin mesajından sonra törene katılanlar arasında alkış tufanı koptu.
SCOTT ALEXANDER: ‘HOCAEFENDİ GÜNÜMÜZÜN MEVLANASI’
Ödül töreninde konuşma yapan Prof. Dr. Scott Alexander, Hocaefendi’nin günümüz dünyasının Mevlana’sı olduğunu söyledi. Gülen’in, hak arayışında ve küresel düzeyde eğitim hizmetlerinde hep barışı, hoşgörüyü telkin ettiğini hatırlatan Alexander, “Hizmet hareketinin temel prensiplerinden birisi de peygamber ahlakı olan ‘affetme’ öğretisidir. Kin duygusunun kalbin zehri olduğunu söyleyen Gülen, İslam’ın hoş bakmadığı bu duygudan cemaat mensuplarını uzak tutmaya çalışmıştır. ” dedi.
KÜRESEL BARIŞ LİDERLERİNE VERİLİYOR
Bu yıl onbeşincisine Fethullah Gülen Hocaefendi’nin layık görüldüğü Gandi King Ikeda Barış Ödülü, daha önce SSCB eski Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov, Güney Afrika lideri Nelson Mandela, Desmond Tutu, Dr. Michael Nobel ile Nobel ödülü sahipleri Betty Williams ve John Hume gibi isimlere verilmişti.
Gandi King Ikeda Barış Ödülü, her yıl barış ve pozitif sosyal değişimin önemini anlatmak amacıyla farklılıkları kucaklamada sıra dışı çabalarıyla küresel liderlik sergileyen isimlere veriliyor. Ödül, ismini, dünya barışına yaptıkları katkı sebebiyle Mahatma Gandi, Martin Luther King ve Japon aktivist Daisaku Ikeda’dan alıyor.
Tören sonrası, üniversite tarafından yaptırılan Hocaefendi’nin yağlıboya tablosu kürsüye getirilerek ödülü daha önce alanların resimlerinin bulunduğu bölüme asıldı.
]]>Allah inancı, bilim ve Türk milletine ait özellikleri bir araya getiren Gülen modeli, “gelenek ile moderniteyi, din ile bilimi birleştirme çabası olarak da okunabilir.” Gülen, bu Hareketi, birbirini tanımayan ya da aralarında organik bir bağ olmayan fakat ortak yönleri İslâm inancı olan insanların gönüllü kültürel faaliyeti olarak tanımlar. Bu meyanda Gülen, herhangi bir politik makamdan uzak durduğu gibi genel prensipleri ve duruşları aşan gündelik siyasetle ilgili beyanlardan ve dini siyasallaştırmaktan uzak durmaktadır ve bunun dini yozlaştıracağından endişe etmektedir.
Âlim-entelektüel kişiliğini birleştiren biri olarak Gülen, sadece yeni sosyal ve kültürel sınıfları mobilize etmiyor aynı zamanda yeni ve özgürleştirici bir aksiyon modeli ortaya koyuyor. Gayeleri; Müslümanların bilinçlerini derinleştirmek, toplumun ortak pratiklerini güçlendirmek, eğitim ve sivil örgütlenmeler yoluyla toplumun dışlanmış kesimlerine destek sunmak ve toplumun sosyal ve psikolojik sorunlarına adil ve barışçıl çözümler getirmek olarak sıralanabilir.
Gülen Hareketi, 1960’ların sonlarında “Fethullah Gülen’in devlet kadrosunda görevli bir imam olduğu yıllarda, İzmir Kestanepazarı’ndaki Kur’ân Kursu’nda başladı. 1990’ların başlarında Sovyetlerin çöküşünü takiben yeniden ortaya çıkan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Balkanlar’da açtıkları okullarla büyüme kaydetti. Gülen, kendisine sempati duyan iş adamlarını Türki milletlerin yeniden inşasına yardım etmek ve açılan okullara maddi yardımda bulunmak için Orta Asya’ya yönlendirdi. 2000’li yıllarda Gülen Hareketi’nin eğitim ağı, Azerbaycan’dan Ukrayna’ya, Arnavutluk’tan Makedonya’ya, Hollanda’dan Kanada’ya, Güney Afrika’dan Japonya ve Tayvan’a kadar yayıldı. Bu okulların başarı ve itibarı, verilen yüksek kaliteli eğitime ve öğrencilerin bir başarı temelinde seçilmesine bağlıdır.
Habermas’ın iletişimsel aksiyon teorisi, insanların “karşılıklı” anlayışı netice veren bir iletişim gücüne sahip olduklarını ileri sürer ve bu insanlara evrensel pragmatikler adını verir. Diyaloğa inanan bir optimist (iyimser) olan Habermas, aşırı pesimist (kötümser) oldukları gerekçesiyle Frankfurt ekolünü ve postmodernistleri de eleştirir. Gülen’in düşünce ve pratiğinde de karşılıklı anlayış, diyalog ve iyimserliğe duyulan bir inanç görürüz ki, bu İslâmcı tabir edilen insanların sahip oldukları kötümserliğin neredeyse zıddıdır. Entelektüel-âlim özgüveniyle birleşen bu diyalog inancı ve iyimserlik onun sınırları aşan bir karakter hâline gelmesini kolaylaştırmıştır.
1994 yılında, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın açılmasına öncülük eden Gülen’in diyalog faaliyetlerine başlamasının, diyaloğun popüler hâle geldiği 11 Eylül sonrası dönemden bir hayli öncesine tekabül ettiği dikkatlerden kaçmamalıdır. 1995’ten başlayarak, Türkiye ve dünyada tüm toplum kesimleri arasında diyalog ve hoşgörünün artırılmasını hedeflemişti. Yine Gülen, Kültürler Arası Diyalog Platformu bağlamında, Papa 2. Jean Paul (1998), Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos (1996), Kudüs Sefardik Hahambaşısı Eliyahu Bakshi Doron (1999) ve Türkiye’deki bazı gayrimüslim liderlerle görüşmeler yaptı. Gülen’in diyalog ve barış içinde birlikte yaşama söylemi yurt dışında da meyvelerini verdi ve Londra’da Dialogue Society (1999), Washington D.C’de de Rumi Forum kuruldu (1999). Şimdilerde dünyanın dört bir yanında yüzlerce diyalog kuruluşu teşekkül etmiş ve bu kuruluşlarda çalışan Müslüman- gayrimüslim gönüllüler farklı kültürler, inançlar ve etnik yapılardan insanlarla bir araya gelmektedir.
Gülen, kapsayıcı, evrenselci ve aşkın bir İslâm anlayışını temsil ediyor. O, gerçeğin kendi tekelinde olduğu iddiasını taşımadığı gibi ona izafe edilen Hareket de ideolojik bir karakter sergilemiyor, dışlayıcı birtakım İslâmcı ideolojilerin aksine kapsayıcı bir özellik ortaya koyuyor. Turam’ın da söylediği gibi, Hareket “inancı yeniden canlandırmaya çalışıyor ve bunu seküler düzenin içerisinde yapıyor, karşısında değil.” Gülen’e göre dindar insanlar seküler bir çevrede dinlerini rahatlıkla yaşayabilirler. Pasif Anglosakson sekülerliğine referansta bulunan Gülen, bu sistemde İslâm’ın seküler devletle uyum içerisinde var olacağını söylemektedir.
Gülen’in barış teolojisi, etnik ve dini aidiyetine bakılmaksızın bireyin iyi ahlâk sahibi olmasına ve barış inşasına katkıda bulunmasına dayanıyor ve bu hâliyle “tabandan başlayan ve yukarılara giden” bir sosyal değişimi öngörüyor. Barış inşasını konu edinen bilginler, müsamahanın barış inşasında çok hayati bir rol oynadığını ifade ederler; bu açıdan Gülen’in barış teolojisinde intikam duygusuna yer yoktur. Onun dünya görüşünde, sadece Müslümanların değil tüm insanların üç büyük düşmanı olduğunu görüyoruz; cehalet, fakirlik ve iftirak.
Kendilerini İslâmcı olarak nitelendirenlerin, İslâm’ın altın çağına geri dönmek şeklinde ifade ettikleri soyut ve basit tekliflerin aksine Gülen, söylemden ibaret bir anlayışı değil, Müslümanların içinde bulundukları zaman ve mekânın analizini yapan ve sorunların bu bağlamda aşılmasını öne çıkaran bir yaklaşım getiriyor. Yukarıda bahsedildiği gibi, eğer toplumun üç düşmanından biri cehalet ise, Hareket’in teklifi eğitim oluyor ve bu eğitim sadece okulları ya da verilecek dini eğitimi değil, farklı seviyelerde hayatın tüm safhalarını kapsayan bir eğitim anlayışını öngörüyor. Sadece camiler ve seküler okullarla sınırlı bir eğitim değil, çocuk yetiştirmeyi, aile içi eğitimi, din bilginlerinin eğitimini ve örnek olma yoluyla öğretmeyi içeren bir eğitim.
Eğer toplumun ikinci düşmanı fakirlikse Hareket, eğitimin yanında fakirlikle mücadele ve insanların sosyo-ekonomik durumlarını iyileştirmeyi hedefleyen yardım kurumları teklif ediyor.
Eğer iftirak ya da iç çatışma toplumun üçüncü düşmanı ise, bu düşmanı alt etmenin yolu, diyalog, hoşgörü ve karşılıklı anlayıştan geçer.
Fark edileceği üzere, Hareket’in temel projeleri bu üç alanı kapsamakta ve Hareket’e yakın medya organları da bu global sivil etkinlikte önemli roller oynamaktadır. Hareket’in eğitim kurumları gerek Türkiye’de gerekse Orta Asya ve dünyanın başka yerlerinde farklı din ve ırktan insanların eğitimine katkıda bulunuyor. Kuzey Irak, Balkanlar, Kuzey İrlanda ve Filipinler gibi pek çok çatışma bölgesinde eğitim hizmetleri veren Hareket, bu eğitim gayretlerinin bir sonucu olarak barış inşasına ciddi katkıda bulunmuştur.
Sosyal örgütlenme ve manevi sermayesini yapıcı eğitim faaliyetlerine dönüştüren Hareket, kız ve erkek öğrenciler için anaokulundan üniversiteye uzanan pek çok projeye imza atmıştır. Genel eğitime yapılan yatırım, “çoğulcu İslâmî politika için çok kritik bir destek demektir.” Farklı uzmanlaşma alanları arasında, yeniliğin teşvik edilmesi, cinsiyet eşitliği ve çoğulculuk eksenli terbiyeyi esas alan yüksek eğitimin parlayan örnekleridir ve modern özgürlük ve medeni ahlâk açısından hayati öneme sahiptir. Eğitim kurumları, evrensel değerleri yerel değerlerle harmanlayarak sürdürülebilir bir gelişmeye ön ayak olabilir, yetenek gelişimi yoluyla yarının profesyonellerini hazırlayabilir ve sivil toplum örgütleri yoluyla kamusal alanı genişletme çalışmalarına katkıda bulunabilir. Hareket, çeşitli örgütler yoluyla bireyin anayasal sistemle uyum içinde olmasına yardımcı olmaktadır.
Hareket yalnızca Kırgızistan gibi fakir ülkelere öncelik vermemekte, aynı zamanda etnik çatışmaların yükselişte olduğu, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Filipinler, Banda Açe ve Kuzey Irak gibi bölgelerde de faaliyetler yürütmektedir. Buralarda açılan okulların “çatışmaların azaltılmasında kayda değer roller oynadıklarına inanılmaktadır.” Eskiden Yugoslavya olarak bilinen bölgede, iç savaşın devam ettiği yıllarda değişik etnik gruplara ait çocuklar Hareket’in Üsküp’te açtığı okullarda aynı sıralarda eğitim görmüşler ve aileleri dışarıda birbirleriyle savaşmaya devam ederken aynı çatı altında barış içinde yaşamayı başarmışlardır. Hareket, “Müslüman Boşnakların, Hristiyan Sırpların ve yine Hristiyan Hırvatların yaşadığı Bosna’da okullar açmıştır. Aynı etnik kimlikten gelen ve Yugoslavya tecrübesi dolayısıyla benzer bir siyasi kültüre sahip olan bu üç grup, milliyetçi emelleri sonucu daha on yıl kadar önce çok kanlı bir savaşın tarafları olmuşlardı.
Yine dini farklılıkların bu milliyetçilik eksenli çatışmanın sebebi olması da çatışmayı alevlendiren bir etkiye sahip olmuştur. Yüksek derecede etnik farklılığa sahip bir başka ülke de Afganistan’dır. Peştunlar, Tacikler, Hazarlar, Özbekler, Aymaklar, Beluciler, Kırgızlar, Türkmenler, Nuristanlılar ve Pamirler bu ülkede diğer küçük etnik gruplarla beraber yaşarlar. Yine bu ülke de Hareket’in okullarına ev sahipliği yapmaktadır ve bu okullardan bazıları sadece kız çocukları için açılmıştır.
Bu okulların açık ve aktif olduğu bir başka ülke de Filipinler’dir ki, bu ülke yıllardır süregelen bir Müslüman-Hristiyan çatışmasına sahne olmaktadır. Azınlık durumundaki Moro Müslümanları, güneydeki özerk bölge olan Mindanao’da yoğunlaşmıştır. Koloni döneminin sona ermesiyle birlikte, ülkedeki karışıklık kalıcı hâle gelmiş ve çoğunluk olan Hristiyanlarla azınlık durumundaki Müslümanlar çatışmanın tarafları olmuşlardır. Hareket’in okulları Hristiyan ve Müslüman öğrencileri aynı çatı altında toplamayı başarmış ve hiçbir zaman çatışmanın tarafı olmamış, aksine ortak problemlere çözüm arayışları üreten ortak zemin hâline gelmişlerdir.
Afrika bağlamındaki örneğimiz olan Kenya’da yapılan bir alan çalışması, bu okulların yalnızca yerleşik dini okullara (Müslüman ve Hristiyan-misyoner) seküler bir alternatif olmadıkları aynı zamanda Kenya’nın yerleşik Hristiyan kabileleri ve politik güce sahip Müslüman azınlıkları arasında çıkacak olası bir etnik-dini kargaşaya karşı da birer set oluşturduklarını ortaya koymuştur. Yine Hareket’in Uganda’da ortaya koyduğu sivil inisiyatif, Ugandalılara, uluslararası toplumun yardımlarını beklemek yerine kendi kaynaklarına dayanmak şeklinde özetlenebilecek bir pragmatik nosyon sunmuştur.
Önceki çalışmalar, kadınların daha iyi sosyo-ekonomik konumda oldukları ve siyasi temsile katıldıkları ülkelerde çatışmalara katılma ihtimalinin daha düşük olduğunu göstermiştir. Bu bağlamda Hareket, doğrudan olmasa da, Afganistan’dan Kenya’ya dünyanın birçok yerinde, kız çocuklarına eğitim imkânı sunmakla barış inşasına katkıda bulunmaktadır. Hareket’in, İslâm’ın ruhuna aykırı olduğu gerekçesiyle her türlü şiddet ve aşırılığı reddettiği bir ortamda bu okullar ve diğer kuruluşlar da, dinler arası hoşgörünün önemini vurgulamaktadır.
Dünyanın dört bir tarafına yayılmış Gülen Hareketi’ne ait kurumlar, Gülen’in savunduğu hoşgörü ve çoğulculuk öğretilerini teşvik etmektedir. Tüm bu aktiviteler, her ne kadar Hareket barış inşasına yaptığı katkıyla iftihar etmese de, “tavırlarla barış inşası” kapsamına girer. Farklı dil, din ve kültürlerden gelen gençler bu kurumlarda eğitim görmekte ve bununla iftihar etmektedirler. Karşılıklı saygı ve sevgi en temel değerlerdir. “Müslüman Türklerin olmadığı yerlerde okullarınız var. Ne bekliyorsunuz onlardan?” şeklindeki bir soruya Gülen, “Türk kültürünün, bizim anlayışımızın onlarda bir yumuşama meydana getireceğini, canlı diyalog unsurlarının hazırlanmasını umuyoruz” karşılığını verir. Başka bir yerde de düşüncelerini şu şekilde dile getirir:
Kalpte sevgi hakiki olursa, düşmanlık mecazi olur. Sevgi, sevdiğinizdeki beğenmediğiniz yönlerin izalesini gerektirir. Bu meselenin esprisi bilinemediğinden dolayı zannediliyor ki, Müslümanlar bir taraf olup, ötekilere karşı sürekli içlerinde kin duyacak, nefret duyacak, kıskançlık hisleri ile oturup kalkacak. Bunu dini bir vazife olarak yapacaklar.
Nil Yayınları, “İslâm ve Barış İnşası” adlı kitaptan alınmıştır.
]]>Annemle karakız halam uzun kış gecelerinde el değirmeninde buğday öğütürlerdi. Anam bir ömür boyu hep ümitle babamı beklemişti. Ona ümit veren, biraz da falcı kadın olmuştu: “bir gün mutlaka kavuşacaksınız” demişti.
Çocukluk yıllarında postacı köyün bir ucundan görününce köyün diğer çocukları gibi ben de kardeşlerimle postacının etrafını sarardık ama postacı benimle ve kardeşlerimle göz göze gelmemeye çalışırdı. Çünkü postacı bana ve kardeşlerime hiç iyi bir haber getirmemişti. Eskiden atababalarımız bir avuç vatan toprağı bağlarmış beline, gurbete giderken toprak çeksin diye, gelinler kocalarına ekmeğin ucundan ısırtırlarmış ve kalan ekmeği saklarlarmış, ekmek çeksin diye. Ama ne toprak ne de ekmek çekmemişti onları.
Babamın gönderdiği bir selam kırk yıl sonra bana ve kardeşlerime ulaştı. Anneme ise o da nasip olmamıştı. Selam ulaştığında annem dört yıl önce vefat etmişti.
Hastanede iki yataklı bir odada babamın hapishane arkadaşı son günlerini yaşıyordu. Yan yatakta yatan genç bir delikanlı kitap okuyordu. Delikanlı bir ara dışarı çıkınca, yaşlı adam uzanır ve kitabı eline alır. “Toprak Ana” yazan kapağı açınca “baba ben sana bir anıt dikemem, çünkü nerede yattığını bile bilmiyorum Babam Törekol Aytmatov’a… Oğlun Cengiz…” Bu satırları gören yaşlı adamın beyninde şimşekler çakar ve evlatlarından kitabın yazarını bulmalarını ister fakat o günlerde ben Amerika’da bulunuyordum. Kızkardeşlerimden birini bulurlar. Yaşlı adam anlatmaya başlar. “Baban Törekul çok iyi bir adamdı beni dipçikle dövmüşler ağzım burnum burnum dağılmış baygın bir vaziyette babanın bulunduğu hücreye bırakıp gitmişler. Gözlerimi açtığımda babnın yatağındaydım ve baban vücudumdaki kanları silmekle meşguldü. Bir gün ona, ertesi gün kendisini götüreceklerini ve hazırlamasını söylediler. O bana verilmek üzere bir torba bıraktı. Torbanın üzerinde Cengiz, İlgiz ve Tala yazıyordu. Belli ki Talas yazmak için “s” harfine iplik yetmemişti.
“Beni, sen halk düşmanısın diye öldürmeye götürüyorlar. Bu torbayı ve içindekileri evlatlarıma verirsin” dedi. Fakat beni de Sibirya’ya sürgüne gönderdiler Yirmi beş yıl sonra evime dönebildim ve şimdi de gördüğünüz gibi ölmek üzereyim. Emaneti size ulaştıramamanın acısını içimde yaşadım durdum. Babanız hep sizlerden bahsederdi. Ama ben de ondan bir daha hiç haber alamadım.”
Bu acılı günleri hep düşündüğümde “Allah’ım değil insana hayvanlara bile bu acıları vermesin” diye dua ederdim.
Steplerde biz bu acıları yaşarken Anadolu’dan yükselen sesler demir perdeyi aşan çığlıklarla sancılı şafaklarda buluşuyordu. Anadolu’dan yükselen güçlü bir ses şöyle haykırıyordu;
Bir gurup vakti babası Sibirya buzullarına sürgüne, anası vahşi insanlar tarafından bilinmeyen meçhullere alıp götürülen bu çocuğa benzer milyonlarca genç kendilerine uzanacak bir el bekliyor. Bir çocuk fotoğrafının altına yazılan sözler, Anadolu insanını ateşlemeye yetmişti…
Anadolu insanı “Beyaz Gemi ”de kaybolan milyonlarca çocuğu aramaya koyulmuştu Asya steplerinde. Hiçbir karşılık beklemeden, Anadolu’nun vefakâr insanları Asya’ya koşuyordu. Kimileri ticaret için, kimileri okul açmak için geliyordu.
Kırgızistan, Kırgız-Türk liseleri ile eğitim alanında yeni bir devir başlattı. Dağlar kucağında bulunan benim ülkemin adı Kırgızistan’dır. Eskiden beri halkımız yazıp çiziyor ise de genel eğitim niteliğinde değildir bu. Halkımız çocuklarını daha çok büyüklerin güzel sözlerini, tabiatın özünü ve halk folklor eserlerini kullanarak eğitegelmiştir. Bunda dinin de az çok rolü vardır. Sovyet döneminde eğititim Kırgızlar arasında toplu nitelik kazanmıştır. Bilim ve teknolojinin gelişmesine rağmen o dönemin sonlarına doğru bütün toplum duraklayıp gelişememiştir. Bunun esas sebebini, Sovyet halkını dünyadaki gelişmelerden uzak tutarak Batı ve Doğu medeniyetini ilmini SSCB adındaki büyük oluşuma getirmemek için gösterdikleri büyük çabada görüyorum. Dünya başka yolla ilerlerken biz kendi yolumuzu bulamadan takılıp kaldık. Sonuçta totaliter-merkezi, dünyaya kapılarını kapalı bu ülke büyük muhitteki bahar buzları gibi eriyerek ayrı ayrı kendi başlarına buzdağına dönüşmüştür.
O zaman bizim buzdağına ilk önce Türkiye Cumhuriyetinin, özellikle de eğitim alanında faaliyet gösteren, geleceği düşünen, gelişmeye açık insanlarının el uzattıklarını nasıl unutabiliriz ki! O zamanki Türkiye’nin Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın dehasına tekrar tekrar boyun eğerek teşekkür etmemiz gerek. Çünkü bu adam Mustafa Kemal Atatürk’ün vasiyetlerini yerine getirerek, Sovyetler dağıldıktan sonra vatandaşlarının buraya temiz kalp, iyi niyet ile gelmelerine imkan sağlamıştır.
Ben son yıllarda Büyükelçi sıfatıyla Avrupa’da bulunuyorum, ihtiyar Avrupa’dan biraz boş vakit bulduğumda hemen Ata yurduma, Kırgızistan’a gidiyorum. Vatanıma gelir gelmez ne tür gelişmeler ve yenilikler var diye soruyorum. Güzellikleri ve yenilikleri görünce kıvanç duyuyorum. Onların biri de Kırgız-Türk liseleridir. Her gittiğimde onların öğrencilerinin ne kadar kaliteli eğitim aldıklarını görüp seviniyorum, okulları dolaşıyorum ve öğretmenlerle sohbet ediyorum. Benim en çok hoşuma giden şey, bu okullarda okuyan öğrencilerin dört dilde; İngiliz, Türk, Rus ve Kırgız dillerinde akıcı konuşabilmeleri ve çağın dili olan bilgisayarda istedikleri işlemi yapabilmeleridir. Bu okullar bu zamanda, demokrasiye yöneldiğimiz Batı ve Doğunun yarışarak ilerledikleri bu dönemde çağın ve günün anlamını şeklini arayıp bularak gelecek nesillere tüm gücüyle sunan eğitim kurumlarıdır.
Çağdaş dünyada insanlığa nasıl bir eğitim lazım ise, hangi bilimin geleceği var ise, insanlığın terbiyesinde hangi sıfatlar gerek ise, onların hepsini Sebat Kırgız-Türk liselerinin öğretmenlerinin, terbiyecilerinin vermeye muktedir olduklarını görebiliyorum. Bu gençlerimiz kesinlikle çok şey biliyor ve öğreniyorlar. Ben okul müfredatını incelediğimde müfredatın bugün ve gelecek için aktüel olan ilim ve bilimi vermeye yönelik olduğunu gördüm. Bu okullarda her yönden çağdaş, gelişmeye yönelik terbiye veren, eğiten öğretmenlere ve terbiyecilere bir büyük olarak her zaman başımı eğerek şükranlarımı sunuyorum.
Bu okullar, Kırgız etnopedagojisini, Türk pedagojisini, Sovyet pedagojisi ile beraber tarihi ve çağdaş pedagojisiyi kaynaştırıp tüm dünyanın gelişmeye açık eğitim standartlarını Aladanlar (Tanrı Dağları) bölgesine getiriyorlar. Kırgızistan’ın, eğitim alanında dünyanın globalleşme sürecine Sebat Eğitim Kurumlarının liseleri aracılığıyla girdiğini görüyoruz. Bu liselerin öğrencileri, her sene uluslara, dünya bilim olimpiyatlarına katılarak birincilik, ikincilik ve üçüncülük gibi başarılara ulaşıyorlar. Geçmişte bunun gibi olaylara az rastlanır. Buda Kırgız-Türk liseleri ile gelen başarının bir parçası, Aladağlar bölgesindeki erkek-kız bütün öğrencilerin dünya standartlarında eğitim aldıklarına dair delillerden biri, globalleşme denilen sürece katılmanın hızlanmış olmasıdır. Sebat Liselerinde şimdi üç binden fazla öğrenci eğitim görmekte ve bu liseleri kazanabilmek için büyük rağbet var, bir kontenjana elli öğrencinin müracaatı, yıl geçtikçe bu liselerin değerinin arttığının işaretidir.
“Sebat” Liselerinde okuyan öğrenciler dünyanın en son gelişmelerinden olan internet ile beraber, teoride gördüklerini pratikte de uygulama imkânına sahiptirler.
Bu okulların mezunları seçmiş oldukları branşlarda yurt dışında eğitimlerine devam etmektedirler. Örneğin, bugüne kadar “Sebat”tan mezun olan öğrencilerin % 30’u Avrupa’da, % 8’i Amerika’da, % 4’ü Güney Asya ülkelerinde, % 15’i BDT’de, % 43’ü Kırgızistan’da yüksek öğretim kuramlarında okumaktadırlar. Mezunların hemen hemen hepsi yüksek eğitim alıyorlar ve öğrencilerinin terbiyeli ve edepli oluşu övünebilecek bir durumdur. Üniversitelerini tamamlayan öğrencilerimiz, vatanları olan Kırgızistan’da, ya kendi liselerinde ya da diğer alanlarda çalıştıklarına şahidim. Öğretmenler sınav ile işe alınır, Türk öğretmenler Kırgız öğretmenlerle, Kırgız öğretmenler de Türk öğretmenlerle ders verme teknik ve tecrübelerini paylaşarak, öğreterek, öğrenerek sürekli iletişim halindeler.
Kırgız-Türk Liseleri’ndeki öğretmenlerin idealleri uğruna yapmış oldukları fedakârlıklar, her türlü zor şartlara rağmen yılmayışları, bana roman kahramanım “Öğretmen Duyşen”i hatırlatıyor.
Unutamadığım olaylardandır: 1952’de Moskova’da Manas için kader konferansı düzenlenmişti. Komünist idareciler ve bilim adamları insafsızca Manas’a saldırıyor ve yasaklanmasını savunuyorlardı. Kazakların büyük şairi Muhtar Avazov ise var gücüyle Manas’ı savunuyordu. Manas’ın yasaklanması, Kazak ve Kırgızların tarihi birikimlerinin ve öz kültürlerinin yok edilmesi, dolayısıyla kimlik kaybına vesile olacaktı. Saç kesilmesi gereken yerde baş kesilmemeliydi. Muhtar Avazov sonunda kazandı ve Manas yasaklanamadı. O gün Muhtar Avazov’u çılgınca alkışlayanlar arasında ben de vardım.
Bişkek’te benim adımla anılan Türk-Kırgız Lisesi öğrencilerinin 2001 yılında Manas’dan bir bölümü, oratoryo olarak sahneye koymaları beni öyle duygulandırdı ki gözyaşlarımı tutamamıştım. Elli yıl önce yasaklanmaktan son anda kurtulan Manas bugün Kırgız öğrenciler tarafından benim adımı taşıyan Kırgız-Türk okulundan sahneye konuyordu, işte bu, Kırgız gençliğinin, kimliğine dönüşüydü.
20.yüzyıl, insanlığın iki büyük dünya savaşına, nükleer felaket ve depremlere, uzayı ele geçirme gayretlerine tanık olmakla birlikte, manevi zenginliğin en önemlisi olan inanç değerlerinin ortadan kalkmasına, hayatı çürümekten koruyan sevgi duygusunun imhasına yol açmıştı. İnsanlık için nükleer savaştan daha tehlikeli olan işte buydu. Şimdilerde bu okulları gördükçe iki dünya savaşına sahne olan bu topraklara evrensel barışın tohumlarının atıldığını görüyorum. Bu okulların, global köyün baş belası terörün panzehiri olacağını düşünüyorum.
Bu okullarda din, dil, ırk ayırımı yapılmaksızın insanlık sevgisi üzerine eğitim yapılıyor. Bu okullarda iki şey çok önemli, eğitim ve ahlâk. Milletler arasında barış köprüleri kuran bu eğitim kurumlarının çoğalması en büyük arzum.
Ufuk Yayınları “Barış Köprüleri” adlı kitaptan alınmıştır.
tweetBu soruya kısaca verilecek cevap; Fethullah Gülen çatışmaların şiddetten uzak bir yaklaşımla çözülmesi çağrılarına yaptığı İslâmî katkı açısından sıra dışılık arz etmektedir. Peki, Gülen’in şiddetsizliğe dair öğretileri, pratikte barışçıl bir dönüşümü nasıl gerçekleştirecektir? Onun öğretileri dogmalarla sınırlanmış statik ve pasif bir yaklaşım mıdır? Yoksa gerçekten, icraat içindeki İslâm’ı tanımlamanın yeni bir yöntemine götürecek yenilikçi, aktif ve bilinçli bir dönüşüm ruhuna mı tanık oluyoruz?
Bu sunum, Johan Galtung ve Paul Smoker gibi Batılı yazarların görüşleriyle kıyaslayarak bu sorulara cevap aramaktadır. Her iki yazar da pozitif ve negatif barışı bölümlere ayırır ve yapısal şiddetin (structural violence) doğrudan şiddet (direct violence) kadar önemli olduğunu, yeni bir barış kültürü inşa etmek için her iki şiddet türünün de yok edilmesi gerektiğini kabul eder. Peki, bu öğretiler Gandi’nin öğretilerini, adaletsizliğe meydan okuma ve barışçı bir dönüşüm inşa etmeye yönelik şiddetsiz taktikler ve stratejiler şeklinde formüle etmek üzere Gene Sharp’ın kullandığı tarzda değişim ve sosyal adalete şiddetten uzak bir inanışı pratiğe aktaran tekniklere dönüştürme yeteneğine sahip midir? Fethullah Gülen sadece ahirette kurtuluşa erdirecek en uygun öğretiler mi dile getirmekte, yoksa Sharp’ın Romanya ve Ukrayna’da şiddetten uzak barışçıl devrimler gerçekleştirmeye yönelik çalışmaları gibi aynı derecede kullanılabilecek kadar entegre midirler?
Gülen’in yaklaşımı, İslâmî çerçeve içinde karşılıklı saygıya dayalı olumlu bir değişim inşa etme girişimine Kur’ân’dan süzdüğü prensipleri uygulamaktan geçer. Bu yaklaşımın, benzer sonuçlar doğuran Batılı yaklaşımlardan ne farkı vardır? Bu konferansın katılımcılarının barış yoluyla barış vizyonunu ve iktidara karşı hakikati söylemede benzer deneyimleri paylaşan geçmişin seslerini duymaları çok önemlidir. Buradaki kilit soru; bu farklı yaklaşımların hangi ölçüde birleştiği veya ayrıldığı ve öğretilerinin hangi ölçüde ortak olduğudur. Bu hedef, özellikle günümüzdeki kalkışmaları bastırma modellerinin masumlara karşı örgütlü şiddet içermesi nedeniyle, sonrasında daha şiddetli baskıları haklı çıkarmak için kullanılacak tepkileri kolaylıkla kışkırttığı terör çağında özellikle önem taşımaktadır. Buradaki can alıcı husus; Fethullah Gülen’in şiddetsizlik öğretilerinin, barışçı sosyal değişime yönelik yeni bir şiddetten uzak uygulamaya ilham kaynağı olup olamayacağı sorusudur.
Barış Yoluyla Barış mı?
Barış yoluyla barış kavramı Tolstoy’dan Martin Luther’e kadar uzanan zengin bir Batılı geleneğe sahiptir. Doğu’da ise şiddetsizlik geleneği çok daha eskilere dayanır. M.Ö. 3. Yüzyılda Hindistan’a hükmeden İmparator Asoka, manevi ve pragmatik bir bakış açısıyla şiddetsizliği benimsemesine yol açan Budizm’i kabul etmeden önce yüz binin üzerinde insanı katletti.
Ortadoğu’nun manevi liderlerinin şiddetsizlik öğretileri, Batı için her zaman büyük önem taşımıştır. Ancak uhrevî boyutlu teori ile dünyevî pratik arasındaki “bağlantı”nın çok yetersiz olduğu bilinen bir gerçektir. 2000 yıllık geçmişi olan Hristiyanlık şiddeti azaltamamıştır. Aksine Hristiyanlar bu uzun süreçte hem kendileri gibi Hristiyanları hem de diğer din mensuplarını yoğun bir şekilde katletmişlerdir. Yine de, uzmanlarından birinin de belirttiği üzere, dini gelenek, zaman ve mekânın farklı boyutları açısından Hristiyan ümmetinin çeşitlilik ve karmaşıklığı kolay kolay göz ardı edilemez.
Dinlerinden ilham alan pek çok Hristiyan topluluğun, bu manevî etik ve şiddetsizlik inancını, pratik bir dönüştürücü eylemler setine aktarmayı başardığını biliyoruz. Örneğin; Pax Christi ve Quaker’lar yerel, ulusal ve uluslar arası düzeylerde geçekleştirdikleri hizmetlerle barışı telkin etmektedirler. Yine İngiltere’de, hemen hemen tüm önemli sosyal değişim ve barış gruplarının, Joseph Rowntree Vakfı gibi Quaker gruplarının parasal kaynaklarından yararlandıklarını, bu destek olmaksızın iyi yöndeki değişimlerin pek mümkün olamayacağını söylemek abartı olmaz. Ancak devlet düzeyinde, kurucularının şiddetten uzak mesajlarına rağmen, pratiğe dökülen mesajlar oldukça karmaşıktır.
Gerçekten de yakın tarihimizde asker kökenli rahiplerin nükleer füzeleri kutsadığına ve Hitler gibi ateşli bir Hristiyan tarafından Yahudilere karşı uygulanan soykırımın Hristiyanlık gerekçeleriyle haklı çıkarılmaya çalışıldığına tanık olduk. II. Dünya Savaşı esnasında Katolik Kilisesi’nin başı Papa XII. Pius, Almanların Yahudi halkına yaptığı muameleye karşı sesini yükseltmeyi reddederken, Vatikan o zamandan beri kendi ahlâkı üzerinde derin izler bırakan bu sessizlik için sürekli özür diliyor. Bu tartışmalardaki en önemli husus; barış ve şiddetsizlik öğretisinin manevî bütünlüğü ve bu inançların pratiğe döküldüğü süreçlerdir.
Bu gibi süreçlerde bütünlüğün eksik olması, acizlik veya ikiyüzlülüğün göstergesidir. Ancak bu makaleyi gözden geçirenlerden birisinin işaret ettiği gibi bu durum ayrıca kafa karışıklığı olarak da yorumlanabilir. Nazilerin “Biz Hristiyanız” demeleri Hristiyan oldukları mânâsına gelmez; Nazizm’in güçlü bir Hristiyanlık karşıtı hareket olduğuna dair pek çok delil vardır. Yine de bu makaleyi gözden geçiren kimse, sözde “Alman Hristiyan Hareketi”nin dini, Hristiyanlığın özüne aykırı olmasına rağmen halka yönelik Nasyonel Sosyalist yaklaşımların hizmetinde kullanmaya çalıştığı görüşüne katılmaktadır.
İşte benim de vurgulamak istediğim husus budur: İnandırıcılık öğreti ve pratiğin birleşme ölçütüdür. Gülen Hareketi’ni dışarıdan bakanlara bu kadar çekici kılan yön de budur. Zira dışarıdan bakanlar için bile bu Hareket, motivasyonunu manevi değerlerle davranışların uyumundan almaktadır.
Bu açıdan Fethullah Gülen’in katkısı, şiddet kullanmaksızın sosyal değişime sahne olan Batılı pratikler penceresinden bakıldığında daha rahat anlaşılabilir. Bu yöntem yavaş bir tanınma sürecine sahiptir. Çünkü geniş ölçekli barış araştırma ağlarının İslâm bilginlerinin şiddetsizlik hakkındaki düşüncelerini, bu şiddetsizlik biçiminin aktif ve dönüştürücü özellikler taşıdığını tanımaya ve benimsemeye başlamalarının tarihçesi çok yenidir. Elbette İslâm dünyası içinde, Arapların ileri gelenleri aile ve toplum içi anlaşmazlıkları çözmek için bu tür prensipleri yüzyıllardır kullanmaktadır ve bu prensiplerin, araştırmak isteyen bilginler için uzun bir uygulama geçmişi vardır.
Tarihsel olarak, Doğu bize en ilham verici bilgelerimizden bazılarını kazandırdı; onların inançlarını hem barış kültürü hem de şiddetsiz eylem yoluyla barış felsefesine dönüştürdü. Günümüzde aktif şekilde barış hareketleri içinde yer alan herkes, Mahatma Gandi’ye şükran duymaktadır. Onun mücadelesi bir dönüşüm, dünyanın gördüğü en geniş imparatorluğun şiddetli adaletsizlikleriyle başa çıkma süreci olarak görülmektedir. Gandi uzun vadede zararlı olduğu için şiddeti taktik olarak kullanmayı reddediyordu. “Şiddete karşı çıkıyorum; çünkü iyiliğe hizmet ediyor gibi göründüğünde, bu yararı yalnızca geçicidir; yaptığı kötülükler ise kalıcıdır.” diyordu. Gandi’ye göre; “şiddet yoluyla kazanılan zafer, anlık olduğu için, yenilgiye eştir.”
Gandi’nin gayet pratik olan manevî öğretisi ve fikirleriyle, Fethullah Gülen’in öğreti ve fikirleri birbirine benzemektedir. Örneğin, Gandi içsel/manevî sorumluluk âlemi ile yakından ilgilidir. Bu ilgi sıkça alıntılanan şu sözünde billurlaşır: “İnsan olarak, bizim büyüklüğümüz dünyayı yeniden şekillendirebilmemizde değil… kendimizi yeniden şekillendirebilmemizde yatar.” Hâlbuki Batılı barış eylemcilerine göre Gandi’nin katkısı, gücünü değişik yerlerde taklit edilebilen teknik boyutlar içermesinden almaktadır. Öncü barış araştırmacısı Theodore Lente bu çerçeveyi “Barış Bilimi ve Teknolojisi” olarak adlandırmaktadır.
Hem Gandi hem de Gülen, sıdkın önemini vurgular; sıdk barışçıl bir değişim gerçekleştirmeyi hedefleyen hareketlerin pratikte başarılı olup olmayacağını gösteren önemli bir testtir. “Hakikati test etme” yalnızca ilk dönem filozoflarını değil, aynı zamanda ilk dönem bilim adamlarını da meşgul etmiştir. 17. yüzyıl İngiliz doğa filozofu Francis Bacon; “Hakikat, dile getirilemeyecek kadar zordur; bazen makul hale getirilebilmesi için masallaştırmaya ihtiyaç duyulur.” der. Sonra da bilimsel uygulamaların kurucu kavramı yanlışlanabilirliği kavramsallaştırmaya devam eder: “Hakikat kafa karışıklığından çok, hatalardan doğar.” Diğer bir ifadeyle hakikat tüm kavramları sorgulamaya ve sınamaya açık olmalıdır.
Kopernik ve Galileo’yu Roma Kilisesi ile çatışma içine sokan da bu yaklaşımdır. Zira bu bilim adamlarının astronomik gözlemleri ve sonuçta ulaştıkları hipotezler, Kutsal Kitap doktrini ile çelişiyordu. Bunun sonucu klasik paradigma meydan okuması ve yer değiştirmesi hikâyesi oldu. Bacon’un kendisi de iktidara karşı hakikati söylemenin tehlikesinin farkındaydı: “Hakikat iyi bir köpektir; ama hatanın eteklerine aşırı derecede yakın yerde havlamamasına dikkat edin; aksi halde beyniniz akıtılır.” Ama Francis Bacon’un vardığı kalıcı sonuç şu oldu: “Hakikat, çağın kızıdır; otoritenin değil.” Peki, bu sözlerin özellikle Türkiye’ye ilişkin olarak “şiddetsizlik” modern kavramlarının mukayeseli bir şekilde tartışılmasıyla ilişkisi var mıdır?
Gülen’in şiddetsizliğe yaklaşımı, kökleri Anadolu İslâmına uzanan bilinç sistemlerine dayanır. Dışarıdan bakan biri, bu yaklaşımın değişmez ilâhî irade olarak görülen Kur’ân’ın ebedî hikmetlerinden kaynaklandığını görür. Ancak yakından incelendiğinde, Gülen için İslâm’dan ilhamını alma, ‘tamamlanıp şekillenmiş’ bir eğitim olmaktan çok, sürekli gelişme halinde olan bir ilham alma faaliyetidir. Gülen, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın onursal başkanlığı rolünü üstlenmesinin de gösterdiği gibi, dinler arası diyaloga ve sürekli kültürel alışverişe değer vermektedir.
Buna karşın; Gene Sharp’ın sivil itaatsizlik taktikleri ve teorileri ya da Brian Martin’in geri tepme teknikleri konusundaki çalışmaları gibi şiddetsizlik teorisine alternatif yaklaşımlar, özünde deneme yanılma yöntemine dayanır. Bu yaklaşımlar, uygulayarak öğrenmeyi içerir. Sharp, özünde şiddete dayanmayan doğrudan manevî eylem sürecinden çok siyasal sürecin bir parçası olarak kullanılabilecek teknikler niteliğinde olan 198 metot saymaktadır. Bunlar;
Brian Martin’in çalışması da direnişi kırmada devlet gücünün dinamiklerinin ve belli şiddetsizlik taktiklerinin Gene Sharp’ın tekniklerini, otoritenin baskıcı politikalarının “geri tepmesi”ni sağlayarak zayıfı güçlü yapma yetisine sahip bir siyasal jiujitsu biçimi olarak nasıl kullanacağını araştırmayı içermektedir. Bunun anlamı, Martin’le kıyaslandığında, Gülen’in şiddetsizliğe ilişkin öğretilerinin kemikleşmiş olduğu mudur? Hayır, aksine Gülen bilimsel ilerlemeye açıktır ve bilim adamlarının sosyal sorumluluk bilincinde olmaları kaydıyla, bilim ve dinin birbirini tamamladığı kanaatindedir.
Bunun anlamı, farklı şiddetsizlik süreçlerinin uygulamada birbirini beslemesinin sınırları olabileceğidir. Böyle bir sonuca varmak kadercilik midir? Cevap yine olumsuzdur. Zira Gülen’in öğretilerinin özünü eğitimin önemine yaptığı vurgu oluşturur. Onun teknolojik yenilikler konusundaki görüşleri eğiticidir. Çünkü Gülen, yeni teknolojik gelişmeleri kabullenen toplumun önemini vurgular.
Bu yüzden pratikte ve dinî ilkelerde şiddetsizliğin farklı paradigmalarının birbiriyle ilişkisi hakkında herhangi bir sonuca varılmak istendiğinde mütevazı olmak gerekir. Bu alandaki yazarların büyük çoğunluğu, şu ya da bu yol ya da her iki yol hakkında kısmen cahil olduklarını itiraf etmek zorundadır. Bu makalenin yazarı da bu kuralın istisnası değildir. Fethullah Gülen’in eserleri hakkında kabaca bir bilgiye sahip olduğum gibi Gandi veya Sharp gibi önde gelen şiddetsizlik teorisyenlerini de yeterince tanıdığımı söyleyemem.
Yine de mukayese yapmanın faydasına inanıyorum. Batılı sesler İslâm’ı, tehlikeli bir biçimde, şiddet yanlısı, adalete ortaçağ bakışını yansıtan ve dünya politikalarına teröristçe yaklaşımı besleyen gerici bir sistem olarak klişeleştirdi. Gülen, bu klişelerin bilincindedir.
Bu bağlamda; Türkiye’deki ve dünyadaki manevî gelişime yönelik olarak, temel İslâmî değerlerin şiddetten uzak şekilde anlaşılmasına dayalı güçlü bir yaklaşım sunmaktadır. Bu yaklaşımı görmeliyiz. Ancak Batılı şiddet karşıtı barış eylemcileri ve teorisyenlerinden de öğrenilebilecek doğru dersler vardır ve bu görüşlerin hakikati de paylaşılmalıdır.
Bu mütevazı düşünce içinde; aşağıda şiddetsizlik ve barış kültürlerinin kısa analizi, Fethullah Gülen’in bazı öğretileri ile mukayese edilecektir. Konferanstaki tartışmaların bizim, şiddetsizliğe dayalı yaklaşımların terör çağında bir fark oluşturmada karşılaştıkları benzerlikler, farklılıklar ve sınırları daha iyi anlamamıza katkıda bulunmasını ümit ediyorum.
Birçok açıdan Gülen Hareketi barış ve karşılıklı anlayışa dayalı uygulamalı bir küresel ekip çalışmasıdır. Fakat paradoksal bir biçimde, Türkiye’de en yaygın şekilde tanınan ve en yanlış anlaşılan harekettir. Gülen’e izafe edilen okullarda gençlere yönelik örnek bir ahlâkî ve pratik eğitim sunulmaktadır. Buna karşın ordunun içinde, Türkiye’nin lâik kimliğine yönelik tehdit olarak algılamalarından dolayı, her türlü İslâmî harekete karşı güvensizlik duyan gruplar vardır. Hâlbuki Fethullah Gülen’in kendisi hareketin ülke içinde veya dışında ekonomik, siyasi ya da kültürel bir güç elde etme amacının olmadığını sık sık dile getirmektedir.
Zaman gazetesinde yayınlanan bir mülakatında, fedakârlık yoluyla insanlığa hizmet etme manevî ilkesini tekrarlar:
Geçmişte olduğu gibi şimdi de bütün siyasi partilere eşit mesafedeyiz. Yalnızca Türkiye değil, bütün dünya sultanlığı hediye olarak verilse, onu hakir görerek reddetmeye kararlıyım.
Bunu yüzeysel bir değer olarak görebilsek de algılamalar çoğu zaman gerçeklerle aynı derecede ve hatta bazen daha da önemlidir. İşte şiddetsizlik konusundaki farklı kültürel algılarımız arasındaki kayıp halka da muhtemelen budur. Geleceğin siyasal sorunlarından el çekip barışı sağlamayı hedefleyen manevî harekete yönelmek gerekli olsa bile tek başına yeterli değildir.
Gülen’de ifadesini bulan bu felsefe, terörizmin kabul edilemezliğini açıklamada bir an bile duraksamaz. Ona göre terörizm, İslâm’ın özüne aykırıdır. Gülen’in ilme dayalı Kur’ân anlayışına göre hiçbir Müslüman terörist, hiçbir terörist de Müslüman olamaz. Batılı müfessirler İslâm toplumu konusunda, ne zaman, nerede ve nasıl olursa olsun her türlü intihar saldırısının İslâm’da kesin olarak yasaklandığı ve bu gibi suçları işlemenin mantıklı sonucunun ebedî cehennem olduğu sonucunu çıkarabilme açısından Gülen kadar uzman değildir. Tefsire ilişkin bu gibi tartışmalar İslâm toplumu içinde de yapılabilmeli, insanlık aleyhine işledikleri suçlara dinî gerekçeler arayanlara, tüm güçleriyle karşı koyan ilmen yetkin güçlü sesler ortaya çıkmalıdır. “Islâm terörün hiçbir çeşidini onaylamaz.”
Bu konuda hiçbir belirsizlik yoktur. Ama yine de ihtiyatlı davranmak gerekir. Mutlak anlamda gerekli olmasına rağmen, dinî konularda açıkça görüş belirleme isteğinin olması önemlidir; ancak yeterli değildir. Çalkantılı dönemlerde yeni toplumlar inşa edenlerin, onları önemsizleştirmek veya yok etmek isteyenlerin karşısında bile istikametlerini korumak için, şiddetsizlik eyleminin dinamiklerini daha iyi anlaması gerekir. Ümidim, bu konferansa katılanların, şiddetsizliğin gelişimine farklı ama birbirini tamamlayıcı yaklaşımlar arasındaki bu köprünün, geçmeye değer bir köprü olduğu kanaatine varabilmesidir.
Dr. Steve Wright
Nil Yayınları (Konferanslar Serisi – 3) “Şiddetsiz Aksiyon” adlı kitaptan alınmıştır.
tweet