Bu önemli hususu çok iyi bilen düşmanlarımız, dünden-bugüne, bize olan düşmanlıklarını bütün bir târih boyu bizi ayakta tutan hayâtî dinamikleri yıkmak ve millete millet ruhunu unutturmak istikâmetinde teksif etmişlerdir.
Evet, asırlardan beri millet düşmanlarının, bu millete karşı en sinsi, en şeytânî plânları dâima onun ruh ve vicdanını şanlı geçmişinden koparma, onu millî değerlerine karşı yabancılaştırma ve özünden uzaklaştırma istikâmetinde olmuştur. Zira, millî ve dînî değerlerinden mahrum edilen milletlerin, en emin kuvvet kaynaklarını, en müstahkem siperlerini kaybedeceklerini onlar da çok iyi biliyorlardı. Onun için öteden beri, sürekli olarak, ruh kökümüze, mukaddeslerimize, geçmişe ve geçmişlerimize hücum edip, onları karalamadan geri kalmadılar.. kalamazlardı da; çünkü bizler, o kök, o değerler ve o ölülerin semereleri ve devamlarıydık…
Her milletin, asırlar boyu, varlığını onlara borçlu bulunduğu değerlere saygı duyması, onları, yerinde ta’zim, yerinde de hasretle anması gayet tabiîdir. Hele bu değerler, o milletin rüyâları ve hülyâları haline gelerek nesiller ve nesiller boyu onların hatıralarında yaşamış; irâdelerine fer, ruhlarına şevk, ümitlerine de payanda olmuşsa…
Bizler, bugüne kadar hâtıralarımızda devam edegelen, çağlar ve çağlar boyu gönüllerimizde yaşayan dînî ve millî değerlerle ayakta kalabildik ve bugünlere gelip ulaştık. Bu itibarla, kaç asır sonra gelirsek gelelim kendimizi onlardan hiç mi hiç uzak hissetmedik. Onlar da bizden ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, duygu ve düşünce dünyâlarımızda hep dipdiri ve taptâze kaldılar.
O devirler, her şeyimizle bizlere, ruhlarımıza, güç kaynaklarımıza, göz kamaştırıcı ihtişamlarımıza dâyelik yapmış mübârek zamanlardır. Onun için her millette olduğu gibi, bizim için de soyunda muhteşem devirlerin temsil edildiği mâzi, elbette pek çok yönleriyle câzibedar ve büyüleyici olacaktır. Ve elbette ona karşı lakayt kalınamayacaktır. Kışlar, karı-soğuğu; geceler, karanlığı-yalnızlığı; gündüzler, aydınlığı-renkliliği; tabiat, rengârenk manzaraları-meşherleri; şehirler, köyler sihirli iklimleri -gelin endamları; ufuklar, sonsuza açık buğuları- hüzünlü atmosferleri; düzlükler, hülyâlı güzellikleri – gönüllerimizi çalan büyüleriyle ruhlarımıza bir şeyler mırıldanarak, sık sık bizleri, içinde bulunduğumuz zamandan uzaklaştırıp, geçmişin ferah-feza yamaçlarında ve onun hülyâ dolu iklimlerinde gezdirirken, ona karşı nasıl lâkayd kalınabilir ki..!
O devirler, kendi çocukluk ve gençliğimizi yaşadığımız aynı anda, şanlı geçmişimizi omuzunda bayraklaştıran soylu şehit ve gâzilerimizle buluşup kaynaştığımız mukaddes diyarlar ve mübârek zamanlardır. O devirler, analarımızın sevgi ve mehâbet tüten yüzleri, atalarımızın sarsılmayan ümit ve emelleriyle tımâr edilmiş öyle mübârek bir bahçedir ki, her an ayrı ayrı güzellik ve ihtişamları, her mevsim başka başka çiçek ve meyveleriyle hâlâ başlarımızı döndürmekte, hâlâ gönüllerimize Cennet râyihaları salmaktadır.
Bizler, o eski günlerin ve o eski güzelliklerin, yeni bir edâ ile esip ruhlarımızı okşamasından anlıyoruz ki, meğer o ilâhî günlerin sesi de -sükûtu da, ızdırabı da- zevki de, hâlin ma’nâsız zevkine- safâsına nispeten âdeta bir cennetmiş…
Yakın geçmişimizde bizler, bir hayâlî gelecek adına mâzideki bütün güzellikleri hafife aldık ve nicelerini tahrip ettik. kim bilir, bu sorumsuzca davranışlarla ne değerler yıkılıp gitti; ne hayâtî dinamikler nesillere unutturuldu..! Bâri şimdi olsun, va’dedilen şeylerin birer vehimden ibaret olduğunu anlayıp, heder olan bunca zaman, bunca sa’y için oturup ağla-yabilseydik..! Ama, ihtimal ki, henüz yitirdiğimiz bunca târihî değerin kıymetini idrak edemedik…
Bizim için hep değerler dünyâsı olan geçmiş, daima tâze, daima enfes ve daima en büyüleyici bir zaman dilimi olmuştur. Onun bu eskimeyişi, tâzeliği ve büyüleyiciliği içindir ki, hep ona itimat eder ve onu severiz. Bizler, zaman zaman sarsılırız; zaman zaman kuvvetlerimiz za’fa uğrar, cesaretlerimiz kırılır, ama o, solmadan, pörsümeden, bütün ihtişam ve debdebesiyle hep devam eder. Evet, o ihtiyarlayıp yıkılma, hazâna uğrayıp savrulma bilmez. Yeryüzü zaman zaman şekil değiştirir; karalar deniz, denizler kara, bağlar dağ, dağlar da bağ olur ama, kendi güzellikleriyle geçmiş, olduğu gibi kalır. İşte, bizler de onu, böyle hiçbir gücün yerinden kımıldatamadığı bu yönleriyle sever, bu yönleriyle kalbimizin en mûtena yerinde muhâfaza ederiz.
Civanlar yaşlanır, yaşlılar ölür, ölüler çürür.. sevgiler gider, aşklar söner, neşeler bulanır.. irâdeler felç olur, ruhlar yıpranır, gönüller kararır ama, zihinlerde birer “yâd-ı cemîl” olarak yaşayan geçmişin ibret dolu, ders dolu, hayat ve canlılık dolu cennetleri ne sararır, ne de solar.
O, yamaçlarının güzelliği, zirvelerinin vakûr ve mehâbetli duruşu, bahçelerinin cennetleri andıran renkliliği, çiçeklerinin hazan bilmeyişi ve insanının kendi özüne, kendi ruh köküne sımsıkı bağlı kalışıyla daima güzel ve daima sevimli olmuştur.
Bu sevimli dünyâ, bize ait bütün zamanlar ve o zamanlar içinde elde ettiğimiz kıymetlerin akıp akıp meydana getirdiği öyle bereketli bir havuzdur ki; bizler, bu efsanevî zenginliğe sahip olduğumuz ve bu tükenmez hazinenin başında bulunduğumuz sürece ne yokluk görür, ne de sıkıntıya düşeriz. Bu hazine, asırlar boyu devam edegelen ve en değerli pırlantalardan daha değerli, daha sağlam, daha güzel dinî ve millî hayatımızın esasları sayılan cevherlerin mecmû’udur. Ve yeryüzünde onun kıymetine denk kıymet de yoktur.
Bizler, ne zaman samimi bir yürekle ona yönelsek, hemen onun o tılsımlı kapıları ardına kadar açılır; aradığımız her şeyi, onun o sihirli iklîminde bulur ve iliklerimize kadar âdeta, yeniden varlığa erdiğimizi duyarız ki, bir adım daha atsak şanlı cedlerimizle yüzyüze gelecek gibi oluruz.
Yazar: Fethullah Gülen, Sızıntı, Eylül 1989, Cilt 11, Sayı 128
O, yılların edeb timsali, tecrübe yumakları ve torunları için ufuk insanlar artık yok evlerimizde. Baştan evlilik binası kurulurken hiç hesapta yoklar baba ve anne. Zaten aile de hesabını iş hayatına göre yapıyorsa artık beraber olma düşüncesi hepten rafa kalktı demektir.
Anne baba evlat yetiştirirken temsil abidesi konumunda evlerimizin bereketi baba ve annelerimiz yok, onlarda yalnız. İşinden yorgun argın dönen aileler, akşam olunca çocuklarını ancak ya televizyonda lüzumsuz çizgi filimlerle ya da akıllı telefon veya tabletlerle oyalama yoluna gidiyorlar. Bu da ancak çocukları sağlıksız, şişman, eğitimsiz ve de kontrolsüz bir hale getiriyor. Yeni nesil dizinin dibinde büyüyeceği çınarlarını kaybetti. Sonuç ise huysuz ve yalnız büyüyen evlatlar..
Artık öyle bir algı yerleşmeye de başladı ki, kızım, oğlum rahatsız olmasın düşüncesinde baba (dede) ve anne (nine); çalışıyoruz onlara bakamayız fikrinde gelin veya damat. Maalesef herşey dünyaya göre şekilleniyor, dünya malından kazancından ödün vermemek adına gecesini gündüzüne katan
karı-koca, iş cennetleri kazanmaya ayağına gelen fırsatı elinin tersiyle itiyor. Her gün yalnız yaşayan baba ve anneler, dede ve nineler, sayıları güngeçtikçe artan huzurevlerine konan yaşlılar.. Ne büyük bir dram. Adına huzurevi denmekle huzurun gelmediği yerler ve kırık kalpler.
Şöyle çocuklarımızın dünyası için titrediğimiz kadar onların ahiretleri için de titreyebilsek ve hem onlara hem de karı-kocaya ailede hüsn-ü misal olacak yaşlı, tecrübe sahibi insanlarla beraber olsak hayatımızın şekli değişmez mi? Aile büyüklerinden tevarüs eden ölçü ve adabın kavranması ve yaşayışımızla bu güzel geleneğin devamının sağlanması bugün aile içinde dede ve ninenin varlığına ihtiyaç hissettiriyor..
Nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır;
Çocuklarımıza şöyle bir bakalım,babasının, büyüklerinin karşısında edepli oturmayı biliyor mu?. Evde baba ve anne varken ayağını uzatıp oturuyor mu? Büyükler konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil oluyor mu? Büyükler odaya girdiğinde hemen toparlanıp, kalkıp onlara oturmaları için yer veriyorlar mı?
Baba sofraya oturmadan sofraya el uzatılmayacağını, babanın gelip, «Besmele» çekerek huzurla hep beraber yemeğe başlanmayacağını..? Sonunda da sofra duâsının yapılması gerektiğini biliyorlar mı? Evet, Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir.
Gelelim göstere göstere şeffaf poşetler içinde çarşı ve pazardan eve alınan yiyeceklere; Komşuların da gözü kalır hakkı geçer gibi bir düşünce verebildik mi çocuklarımıza.. Ama eskiler ne derdi, “Evladım alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde… Hiç şifâ olur mu yavrum?” Bunu anne baba bile atlarken, evde nine ve dededen mahrum yavrulara kim verecek?
Sonra ev mahrem alandır, burada yaşananların dışarıda anlatılmaması gerektiğini verebiliyor muyuz? Yenenler, içenler, muhabbetler ve kavgalar..Ama iletişim deyip anlatmak ne ki, sosyal medya adı altında fotoğrafların bile serrişte edildiği bir toplum da edebi nasıl ve kim verecek.
Büyüklere saygıdadır evin bereketi. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Koca çınarlar artık yok, bunlar okuyarak olmuyor temsil edecek o insanlar olmayınca herşeyimiz ortaya saçıldı.
“Hayâ, utanma îmandan bir şûbedir” buyuruyor Efendimiz (s.a.s.). Bu hayayı yeni yetişen nesle örnekleriyle verecek olan da işte o şahsiyetlerdir.
Evet unuttuklarımız, ihmal ettiklerimiz veya hayatımızdan dünyalık adına çıkardıklarımız geri dönüp bize stres, dert, problem olarak yansımaktadır. Hayatta iken cenneti kazanma fırsatı olan ve de Allah’dan (c.c.) sonra en büyük hak sahipleri olarak Kur’an’da bildirilen baba ve annelerimize gelinler ve damatlar olarak sahip çıkalım, çocuklarımıza güzel örnek bu insanları hanemizin bereketine vesile kılalım.
]]>“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (hizmetçi ve benzerlerine) ihsanda bulunun; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisâ sûresi, 4/36)
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın.” Yani hem “tevhid-i ulûhiyet” hem de “tevhid-i rubûbiyet” açısından Allah’ın eş ve ortağının olmadığına yürekten inanın. Sonra “tevhid-i ubûdiyet” mülâhazasıyla da sadece ve sadece bir olan Allah’a ibadet edin; edin ve ibadette O’na eş ve ortak koşmayın.
İşte bu üç tevhid anlayışı çok sıkı bir şekilde birbirine bağlıdır. Evvelâ Allah (celle celâluhu), rububiyetinde ve icraatında birdir. Öyleyse Allah’ın bu icraatının neticesi olarak irade sahibi kullar da ubûdiyette Allah’ı birlemeli ve O’nun birliğini içlerine çok iyi sindirmelidirler.
Bunun ardından Kur’ân, “Ana-babaya ihsanda bulunun.” ferman ediyor. Bu ifadeleriyle o, anne ve babaya büyük bir hak vererek, evlatlara, anne-babalarına tam bir ihsan şuuruyla iyilikte bulunmalarını, onlara daima himaye ve sıyanet ellerini uzatmalarını ve onlarla ilgilenmelerini emrediyor. Kur’ân, merkezde, anne ve babayı bu ölçüde nazara verdikten sonra, daireyi biraz daha genişleterek akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, köleye, hizmetçiye ve benzerlerine de iyilikte bulunulması gerektiğini hatırlatmayı da ihmal etmiyor.
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyet, anne ve babanın evlatlarına karşı haklarını hatırlatarak, kendisine eş ve ortak koşmamanın hemen akabinde anne-babaya ihsanı bir vazife olarak zikretmektedir ki işte o pırlantalardan biri daha:
“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti. Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olmuştur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır.” (Lokman Sûresi, 31/13-14.)
Bir başka âyet, onlara karşı düşünce ve tavırlarımıza kadar meseleyi detaylandırarak şöyle buyurur:
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘Öf!’ bile deme; onları azarlama ve onlara güzel söz söyle.” (İsrâ Sûresi, 17/23)
Ailede biri ani’l-merkez diğeri ile’l-merkez olmak üzere iki durum söz konusudur. Bir ailenin çekirdeğini anne ve baba oluşturmaktadır. Binaenaleyh aile fertleri içinde saygı, hürmet ve itaat gösterilmeye en layık olan anne ve babadır. Anne ve babanın değeri o kadar büyüktür ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Cennet, annelerin ayakları altındadır.” buyurarak Allah’ın rıza ve rıdvanının tecessüm ettiği Cennet’i, annenin ayaklarının altına koymaktadır. Bir diğer hadis-i şerifte, Allah’ın rızasını kazanmanın ve Cennet’e girmenin önemli vesilelerinden biri de anne ve babaya itaat olduğu bildirilmektedir ki, konunun önemi açısından üzerinde durulabilir.
Anne ve baba, kendilerine terettüp eden vazifeleri hakkıyla yerine getirerek Allah’ın lütfettiği bu muallâ mevkie layık olduklarını ortaya koydukları takdirde, o aile, toplumun sağlam bir cüz-i ferdi durumuna yükselmiş demektir. Böyle olduğu takdirde anne-baba, evlatlarına telkin ettikleri hürmetin karşılığını bulacak ve o ana kadar ektiklerinin kat katını elde edeceklerdir. İşte bu husus, meselenin ile’l-merkez yönüdür.
İslâm, aile müessesesini ele alarak onu aşiret ve kabilenin yönetiminden kurtarmış ve ona ayrı bir şekil kazandırmıştır. İslâmî ruh ve mânâ etrafında şekillenen bir ailenin fertleri arasında çok kuvvetli bir irtibat söz konusudur. Bunun tabiî neticesi olarak fertleri bu ölçüde birbirine bağlı bulunan aile moleküllerinden de güçlü bir toplum meydana geleceği açıktır.
Bir kere daha hatırlatalım ki, böyle bir toplumda ağırlık noktasını teşkil eden, anne ve babadır. Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah, size annelerinizin haklarına riayeti tavsiye etmektedir. –O, bunu üç sefer tekrarladı.– Sonra da Allah size babalarınızın haklarına riayet etmenizi tavsiye etmektedir. Ayrıca O size akrabalarınızın haklarına yakınlık derecesine göre riayet etmenizi de tavsiye etmektedir.” fermanlarıyla bu önemli gerçeği vurgular.
Bu hadis-i şerifte, merkez ve muhit hattında bulunan herkes nazara verilir ve yakınlık derecesine göre onların haklarına riayet edilmesi gerektiği hatırlatılır ki, bu da meselenin ani’l-merkez cihetidir. Nitekim yukarıda zikredilen “Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (hizmetçi ve benzerlerine) ihsanda bulunun.” âyet-i kerimesinde önce anne ve babaya ihsanda bulunulması emredildikten sonra, ihsan dairesi yakından uzağa doğru genişletilmektedir.
Bu yapılırken de kabile ve aşiret anlayışı ile atalarla iftihar düşüncesi silinip atılmakta ve “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir.” (Bakara Sûresi, 2/134-141) buyrularak ailenin bugünkü hâlinin ne olduğu tespit ve tayin buyrulmaktadır.
Nitekim Efendimiz mevzuyla alâkalı bir başka hadis-i şeriflerinde de şöyle buyururlar: “Şüphesiz Allah, sizden cahiliye duygu ve düşüncesini ve babalarınızla iftihar etmeyi silip atmıştır.” Elbette burada, babalarla iftihar etmenin silinip atılması, âbâ u ecdâda sövmek mânâsında değildir; burada üzerinde durulan husus, fertlerin atalarıyla övünmeyi bir tarafa bırakıp kendi duruşları ve konumlarını gözden geçirmelerinin önemidir.
İslâm’da îsâr duygusu çok önemli bir haslettir. Kur’ân-ı Kerim, açık-kapalı çok kez insanlardaki bu hissi nazara verir. Biz îsâr hasletini kendisi muhtaç olduğu hâlde başkalarını nefsine tercih etme diye yorumlayabiliriz. Meselâ, bir kimsenin kendi ihtiyacı olan bir nesneyi başka birisinin ihtiyacını karşılamak için infak etmesi yüksek bir îsâr hasletidir.
Kur’ân-ı Kerim, “Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları (ihtiyaç sahibi olan kardeşlerini) kendilerine tercih ederler.” (Haşir Sûresi, 59/9) gibi âyetleriyle işte bu tür îsâr hasletine sahip olan kutluları takdirle yâd eder. Îsârda yakınlık-uzaklık söz konusu değildir. Kime olursa olsun o, Allah yolunda kardeşlerini nefsine tercih etmenin adıdır. Îsâr ne kadar memduh olursa olsun mutlaka onun da bir sınırı vardır. İslâm, aile fertlerinin bahis mevzuu olduğu bir yerde önce onların ihtiyaçlarının giderilmesini emreder.
Bu, başkalarını şahsına tercihten farklı bir şeydir. Anne ve babanın hakkı, îsâr hasletinin önüne geçecek kadar ehemmiyeti haizdir. Nitekim Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte, “Ey Allah’ın Resûlü! İyi davranıp hoş sohbette bulunmama en fazla hak sahibi olan kimdir?” diye soran ve bu soruyu dört defa tekrarlayan sahabinin ilk üç sorusuna, “Annen”, sonuncusuna da “Baban” diye cevap verir.
Mevzuyla alâkalı Sa’d İbn Ebî Vakkâs’dan (radıyallâhu anh) nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Veda haccı esnasında şiddetli bir hastalıkla yatıyordum. Resûlullah, bana geçmiş olsun ziyaretine geldi. ‘Ey Allah’ın Resûlü! Gördüğünüz gibi ağrım çok şiddetli.. ben mal-mülk sahibi bir kimseyim. Bana vâris olacak kızımdan başka kimsem de yok. Malımın üçte ikisini tasadduk etmek istiyorum!’ dedim. Hemen ‘Hayır, olmaz!’ buyurdular. ‘Yarısını?’ dedim. Yine ‘Olmaz!’ buyurdular. ‘Üçte birini?’ dedim. ‘Üçte birini mi? Üçte biri de çok. Sen, vârislerini zenginler olarak bırakman, halka ihtiyaçları için el açacak fakirler olarak bırakmandan daha hayırlıdır. Sen, azîz ve celîl olan Allah’ın rızasını arayarak her ne harcarsan, –hatta bu, hanımının ağzına koyduğun bir lokma bile olsa– mutlaka o sebeple dahi mükâfatlandırılacaksın.’ buyurdular.
Ben: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Yoksa ben muhacir arkadaşlarımdan ayrı mı düşeceğim?’ dedim. O ‘Eğer geri kalır, kendisiyle Allah’ın rızasını düşündüğün bir amel yapacak olursan bu ameller sebebiyle mutlaka derecen artacak ve merteben yükselecektir. Sana şunu da söyleyeyim: Sen, daha çok yaşayacaksın. Öyle ki, Allah seninle bazı kavimleri aziz bazılarını da zelil kılacaktır.’ ferman etti ve sonra da şöyle dua buyurdu: ‘Allahım! Ashabımın hicretini tamama erdir. Onları gerisin geri (başarısızlıkla) çevirme!..'”
Bu hadis-i şerifte, anne-baba ve evlatların hukukunun yani aile haklarının devreye girdiği noktada başkalarına infak edilecek olan şeylerin bizzat Allah Resûlü tarafından gayet net olarak tahdit edildiği görülmektedir.
Benzer bir durum Kâ’b b. Mâlik (radıyallâhu anh) için de söz konusudur. Şöyle ki, Tebük gazvesine mazeretsiz olarak katılmayan, fakat doğru söyleyerek Allah’tan af dileyen ve inen âyetlerle hakkında af fermanı çıkan; bunun üzerine de bir şükür ifadesi olarak, “Ey Allah’ın Resûlü! Mazhar olduğum bu aftan ötürü bütün malımı Allah ve Resûlü yoluna bağışlamak istiyorum.” diyen Kâ’b b. Mâlik’e, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Hayır, hepsi olmaz. Bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha hayırlıdır.” buyurarak aile fertlerinin haklarının korunması gerektiğini ferman etmişlerdir.
Aile hukukunun bahis mevzuu olduğu bir yerde pek çok tasarrufun sınırlarının daraltıldığına dair Asr-ı Saadet’ten daha başka misaller vermek de mümkündür. Ancak, biz sözü daha fazla uzatmamak için son bir misalle mevzuu noktalamak istiyoruz:
İslâm’da irşad, bütün Müslümanlar üzerine umumî ahvalde farz-ı kifaye, hususî şartlarda ise (cem’u nefir hâli) farz-ı ayn derecesine yükselen yüce bir emirdir. İşte böylesine ehemmiyetli bir emre itaat etmek için bir sahabi, Allah Resûlü’nün huzuruna gelerek sefere iştirak için izin ister. Peygamber Efendimiz, o kişiye –hayatta olduklarını bildiği hâlde– “Annen baban hayatta mı?” diye sorar. Sahabi, “Evet” cevabını verince Rahmet Peygamberi, “Onlara (hizmet de cihad sayılır), sen onlara hizmet ederek cihad yap.” buyurur.
Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, farz-ı ayn olan bir meselede bile, eğer evlâdın nazarını anne-babaya çeviriyorsa, evlâdın anne ve babasına karşı ne denli ağır sorumlulukları olacağı üzerinde durulmaya değer…
Kur’an’ın Altın İkliminden adlı kitaptan
tweet ]]>