Kimin Allah indinde değerli ve kıymetli olduğunu kimse bilemez. Onun için kimseyi hakir görmeden, herkesi kendimizden daha faziletli bir insan olarak görüp, bizi Allah huzurunda mahcup edecek her türlü tavır ve davranışlardan uzak kalmak suretiyle; ihlas, samimiyet, vefa ve sadakat vasıflarıyla mücehhez olmanın gayreti içinde olunmalıdır.
‘Muhabbet bir Süleymandır
Gönül taht-ı revân olmuş.’ (M. Lütfi)
Gönül; insanoğlunun, en önemli, en ciddî yanı; onun mânevî varlığının ifâdesi, his ve inançlarının kaynağı ve insan derinliklerine açılan yolların hem sona kadar uzayıp gideni, hem de ilk menzilidir. Gönül yolunda yürüyenler karanlık bilmez; gönlüyle kanatlananlar bir şeye takılıp kalmaz. Bütün insanî değerler gönül yamaçlarında boy atıp gelişmiştir. İman, aşk, ruhânî zevkler bütünüyle gönül bahçesinin meyveleridir.
Gönül dünyâsında çölleşmiş insanların; duygu, düşünce, muhakeme ve ilim anlayışında da kuruyup gitmeleri mukadder ve kaçınılmazdır.
Mantık, gönlün vesâyesine girip onun kapıkulu olduğu çağlarda, bütün buudlarıyla en ihtişamlı günlerini yaşamış ve sayılmayacak kadar ölümsüz eserler miras bırakmıştır. Bu dönemlerde ruh maddeye hâkim olmuş, onu özünde eritmiş.. dünyâ ukbâ ile içiçe girip onunla bütünleşmiş.. bayırlarımız, ötelerin panayır yerleri haline gelmiş.. veralara ait değerler buralarda fiyat ve pazar bulmuş; buralara ait nesneler de öbür âlemin mizân ve ölçülerinde takdirler üstü değerlere ulaşmıştı. Bu dönemlerde, şeker kamıştan ayrılmış, tomurcuk çiçeğe gebe kalmış.. toprak ötelerden gelen ışıklarla gül rengine boyanmış.. yeryüzünün lâlesi, zambağı, papatyası, menekşesi sînelerden kopup gelen meltemlerle raksetmeye başlamış ve her bucakta ukbâ derinliklerinin büyüleri duyulur olmuştu… Zihinlerin gevezeleştiği, muhâkemelerin cerbezeye yelken açtığı vicdanın dilinin koparılıp, ruhun çarmıha gerildiği.. daha doğrusu, gönüle ait nağmelerin duyulmaz olduğu günden beri, yeryüzü bir baştan bir başa mezaristana döndü; içinde oturup kalktığımız binalar birer tabut haline geldi.. hayat, önü – sonu mezar bu tabut içinde ümitsizce bir kısım canhıraşâne kıpırdanışlar, ruh da bu sis – duman içinde hasret ve sevdayı birarada yaşayan bir tali’siz oldu.
İşte, böyle bir atmosfer için zurnade her biri birer yol kesiciden ibaret olan, bedenî duygu ve cismanî düşünceler, yıllarca geçeceğimiz yollarda pusular kurarak, vicdana kapalı ruhları avlayıp durdu ve onlara çeşit çeşit öldürücü Azaplar sunarak, onları hezeyan yığınları haline getirdiler. Mukayese ve muhâkemelere kapalı, düşünmez, anlamaz, tartıp-değerlendirme bilmez hezeyan yığınları…
Bu itibarladır ki, şimdilerde, her zamankinden daha ziyade gönül hikâyeleri dinlemeye muhtaç olduğumuzun idraki içindeyiz ve onlarda Hazreti Mesih’in soluklarının dirilticiliğini görüyoruz.
Dünyâ varolduğu günden bu yana, her zaman semâlar ötesi âlemlerde pervâz edip yol alan tali’liler, hep bu, tenini aşmış, beden kaydından kurtulmuş.. melekler gibi kanatlı ruhânîler gibi buudlu ve sürekli gönlünün derinliklerinde yaşayan ruh insanları arasından çıkmıştır.
İki cihanın dizginlerini elinde tutan bu gönül erleri, herkesin kapı kapı dilencilik yaptığı dönemlerde, Cennet servetlerinin sergilendiği tepelerde dolaşmış; istiğna soluklamış, istiğna ile gerilmiş ve istiğna ile kanatlanmışlardır. Ne dünyânın tozu-toprağı onların ufkunu karartmış, ne de Cennetlerin rengârenk imrendiriciliği başlarını döndürebilmiştir. Her işlerinde dostun dostluğunu peyleyerek en kazançlı ticarete talip olmuş ve gönlün varoluş hikmetine, mukabelelerin en insancısıyla mukabelede bulunmuşlardır. Daha ilk hamlede seslerine ötelerin soluklarını katarak aşklarını terennüm eden bu insanlar, ikinci hamlede nefeslerini galaksilerin kol gezdiği âlemlere yükseltmişlerdir.
Gönül; Hakk’ın inâyetiyle, insanlık özünün birleşmesinden doğmuştur. Bu itibarladır ki, üzerinde Sultan mühürü bulunan kalb, hem ruhânî hem de cismânî âlemlerle iç içedir.
İnsanın derinlik ve iç-dış güzelliği onun gönül hayatının ayrı ayrı buudlarıdır. Hatta dış yüzündeki parlaklık ve göz alıcılık bile tamamen, onun kalbî hayatıyla alâkalıdır. Kalbin sözü dimağa ulaşınca beynin çerağı tutuşur ve insan benliği güneşin taç tabakası gibi aydınlanır. Ruh, yüzünü tam gönül hâtifine çevirdiği bu esnada, duygular, sırlı, sihirli bir mızrap yemiş gibi ses vermeye başlar.. derken, vicdan sevinç ve saygıyla semâa kalkar.. benlik dörtbir yandan aşk ateşiyle sarıldığını hisseder.. gözler, birer tulumbacı gibi en cömertçe hislerle bu yangının üzerine yürür ve göz pınarları çeşmeler gibi çağlar gider.
İradenin elden gidip, insanın kendinden geçtiği anlarda, duygular muvakkat bir muvazenesizliğe girip yollarını şaşırsalar da, gönül iki büklüm çevkâne dönmüş boynuyla hep O’nun huzurunda ve daha bir derin, daha bir başkadır. İnsan, gönül dünyâsında seyahat ederken, ne şaşkınlığa düşer ne de takılıp yollarda kalır.. gönül eri, atının ürküp geriye durduğu ve ayağının takılıp bir yerde kaldığı her menzilde, aşk, Hızır gibi onun imdadına yetişir.. atının dizginlerini tutar ve onu tereddütlerin meydana getirdiği boşluklardan berk u burak gibi geçirir.
İnsandaki iç ve dış duygular birer nefer, kalb ise bir kumandandır; onlar birer pervane, gönül ise pırıl pırıl bir meşaledir. O hep en yüksek yerde durup emirler vermeli, sair latîfeler de onu dinlemelidirler. O hep kutup yıldızı gibi “Hû” deyip kendi etrafında dönmeli, insânî duygular da onun çevresinde tavaf edip yüz yere sürmelidirler.
Biz hepimiz gönül evinin misafirleriyiz O evde kendi sultanlığını vicdanlarımıza duyurana gönüllerimiz fedâ olsun- canlarımızı gönül sultanına kurban etmeye azmetmiş, O’nun kararını bekliyoruz. O, gönül penceresinden tenlerimize hayat üflediği günden beri, mekiğimizi, hep hasret ve vuslat gergileri arasında işletip durduk ve aşkımızın kaneviçesini örmeye çalıştık. Bir aralık, ruhumuz, dosttan gelen ılık esintileri duyunca şevk u sevinçten tir tir titremeye başladı.. derken, edeple başlarımızı önümüze eğerek halvet kapısının aralanacağı ânı beklemeye koyulduk.
Hasret ve aşk türküleriyle yürüdüğümüz bu yolda, gönül, tenezzülen bize rehber oldu.. biz de, ölünceye dek bu kutlu rehberin arkasından ayrılmayacağımıza söz verdik. Çileli ve ızdıraplı olmasına rağmen söz verdik…
Yazar: Fethullah Gülen , Sızıntı, Ağustos 1990, Cilt 12, Sayı 139
Yıllar var ki milletimiz, bütün müesseseleriyle bir varoluş mücâdelesi içinde çırpınıp durmaktadır. Değişik çizgi ve değişik buudlarda cereyan eden bu mücâdelede, insanımıza gerçek diriliş vâ’deden çaplı hamleler olduğu gibi, onu özünden uzaklaştıran, miyoplaştıran ve başını döndürerek yoldan saptıran gayretler de eksik olmamıştır.
Hemen her zaman bir yanda, ızdıraplı sînelerde, sonsuzdan gelen aydınlık ve esintilerle ortaya çıkan ve milleti ‘ba’sü ba’del-mevt’ e götüren hakîki mücâdele; diğer yandan da his, heves ve ihtirasların bağrında gelişen reaksiyoner, sunî ve yapmacık mücâdele devam edip durmuştur. Yıllar yılı kültürsüz ve görgüsüz bırakılan yığınlar, bu mücâdelenin hakîkisinin yanında yerini aldığı gibi, çok defa, sahtesine aldandığı da olmuş ve yıldız böceğini yıldız; sineği kartal, saksağanı da tavus zannederek, tereddüt ve yanılmalara düşmüştür. Ama; bu yanılmalar kat’iyyen uzun sürmemiştir. O, yeniden toparlanarak kendine gelmiş ve yoluna devam etmiştir.
Evet, Sâmirî’den Müseyleme’ye, ondan da nifak şebekesinin reislerine kadar, peygamberâne tavırlarla ortaya çıkan bilumum yalan ve bâtılın temsilcileri; muvakkaten, cehâlet ve muhakemesizliğe vize ettirdikleri beraatlarla, bugüne kadar cemiyetin çeşitli kesimlerinde varlık gösterip yığınları iğfâl etmişler ise de ışığın tufan-tufan yayıldığı ve karanlığın hırıltıya düştüğü günümüzde, mihrabını bulmuş aydın gönüller için, öyle inanıyoruz ki artık bunlardan hiçbiri bahis mevzuu olmayacaktır. Zîra bugünün insanı, artık kat’iyyen dünün insanı değildir. O, yıldızların kolları arasında sergilenen, Yaratıcı Kudret’in donanma gecesiyle, çocukların havaya saldıkları fişeklerden meydana gelen sunî ışık oyunlarını, birbirinden tefrîk edecek kadar kendinde ve idrâkiyle iç içedir.
Şimdiye kadar insanlık tarihindeki her gerçek diriliş, ölümsüzlüğe ermişlerin ak ikliminde bir tomurcuk gibi belirmiş, sonra da gelişip gitmişti. Nefis
ve benlikleri îtibâriyle başları yokluğa ulaşmış bu dev-âsâ kâmetlerdir ki ne kabirden korkarak geriye durmuş ne de hayat endişesiyle sarsılmışlardır. Korku ve endişe şöyle dursun, dostlara visâl kapısı saydıkları kabri ve ölümü gülerek karşılamış, hatta o yoldaki vesîleleri âdeta alkışlamışlardır.
Onların düşünce dünyalarında, ne varlığa bağlanıp onunla övünme ne de kaybettikleri şeyler karşısında mahzûn olma vardır. Gönülleri ebed melodilerine göre akort olmuş bu olgun ve doygun ruhlar, bütün gökler yıkılsa ve onlar altında kalsalar, ihtimâl ki başkalarına müthiş görünen bu manzara, onlarda sadece hayret ve hayranlık uyaracaktır!
Onlar iç yapıları itibâriyle insanlığın başı üstünde semâ gibidirler; bulutlanınca yağmurla imdâda koşar, açılınca da güneşten huzmelerle… Meyvedâr ağaç gibidirler; kâh çiçekleriyle yüzümüze gamze çakar gönüllerimizi hoplatırlar, kâh meyveleriyle çevrelerine tebessüm yağdırırlar… Bunlardır ki.
Ötelerden gelen sırlarla coşar,
Ellerde meş’ale ha bire koşar,
Derin vâdiler, sarp yokuşlar aşar,
Işık olur meltem olur eserler…
Kendini aşamamış, ruhunda ölümsüzlüğe erememiş derbeder gönüller ise yer yer ölüm ve zevâle takılıp kalırlar; vakit vakit bedenî hazlarında boğulurlar ve zaman zaman da nefsânîlikleriyle târumâr olup giderler. Perspektiflerinde ikbâl hırsı, sînelerinde şöhret arzusu, ruhlarında şehvet hissi ve bencilliğin kurutucu fırtınalarıyla her an hazâna maruz bu tâlihsizler, hep inançsız, hep ümitsiz ve hep karamsar oldukları için, ne peşi peşine sökün edip gelen baharlar ne de yukarılardan akıp gelen nurlar, onların gönüllerinde en ufak bir ümit kıvılcımı meydana getiremez. Ego’nun öldürücü atmosferinde felce uğramış bu bahtsızlar, feleğin çarkları onların hevâ ve heveslerine göre hareket etsin isterler: Güneş arzularına göre doğsun; rüzgâr onların isteklerine göre essin; yağmurlar gönüllerine göre yağsın… Tek kelimeyle, Hakk’ın binlerce hikmeti sussun, onların hevesleri konuşsun dilerler..! Olmayacak şeylere gönül kaptırmış bu serseri ve çocuk ruhlar, hiçbir zaman umduklarını bulamaz, dolayısıyla da bedbînlikten kurtulamazlar. Onlar için;
‘Emeller âdeta kuyu içinde
Hiç erilmezlerin köyü içinde
Varılmaz sâhilin ‘koy’u içinde,
Hicran ve yeis, yürekler pek hissiz,
Düşler kâbuslu, çevre merhametsiz…’
Yer-gök farklılığı içinde birbirine zıd bu iki düşüncenin de insanımızın hayatına maya olduğu ve onu kendi rengine göre şekillendirdiği zamanlar olmuştur. Ancak, azim ve inançla gerilmiş ışık süvarilerinin rehberliğinde, toplum, gönlü îtibâriyle, yüksek ideâllere dil beste; rûhu îtibâriyle, mızrabını yemiş tel gibi inim inim; gözleri her zaman güneşin doğduğu iklimde ve dudaklarında ‘seniyye-i vedâ’ türküsü kanatlanıp gitmiştir. Berikilerin arkasında ise fertler ümitsiz, kitle derbeder ve millet de bu titrek ellerde yıkılıp gitmekle yüz yüze, talihsizler yığını olup kalmıştır.
Şimdiye kadar, milletçe yaşadığımız bu iniş ve çıkışları göz önünde bulundurarak, son bir kere daha, omuzumuza alıp bayraklaştırmayı düşündüğümüz diriltici hakikatı belirleyemez ve ona yürekten hizmet edeceklerin imdâdına koşmazsak, yeniden bir düzine fâsit daireler içinde boğulup gitmemiz kaçınılmaz olacaktır.
Yazar: Fethullah Gülen, Sızıntı, Haziran 1984, Cilt 6, Sayı 65
Bir taraf olabildiğine kabul edici, sinesini açıcı, herkesi bağrına basıcı olmalı. Diğer taraf dirense bile belli bir süre sonra sizin atmosferiniz içinde onlar da yumuşayacaktır. İnsanlara, kötülükle değil iyilikle mukabele edilmesi gerekir. Kötülüklere karşı iyilikle mukabelede bulunun. İyiliğe karşı iyilikle mukabelede bulunmak ihsan değildir. Kötülüklere karşı iyilikte bulunmak ihsandır.
Adanmış insanların vazifesi, tûba-i cennet çekirdeğini nemalandırmak suretiyle suri Müslümanlıktan, şekli Müslümanlıktan, taklidi Müslümanlıktan sıyırıp insanları kalbî hayata yükseltmektir.
Bir tek insanın gönlünde tuba-i cennet çekirdeğini inkişaf ettiriyorsanız, bir tek insanın… “Bir toplumun, bir heyetin, bir milletin” demiyorum, bir tek insanın gönlünü yeşertiyorsanız, bu dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.
Bir tek insanı bu hale getirme istikametinde içiniz kan ağlarken diğer taraftan demet demet tebessümlerinizle etrafa gül demetleri sunuyorsanız, bir tek insan mevzuunda bu kadar çırpınıyorsanız, bu yığın yığın koyunlardan daha hayırlıdır; zayıf hadis ifadesiyle, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden hayırlıdır.
Bu dönemde aile fertlerinin dahi birbirine düşman edilmesi nedeniyle Haçlı seferlerine rahmet okutturacak bir tabloyla karşı karşıyayız. Topyekün İslam dünyasında, kendi ülkenizde bile, o korkunç ayrıştırmalar, insanları birbirine düşürmeler… O zaman böylesine bir tablo yoktu.
Kur’an surları adına her şeyin yıkıldığı bu dönemde size büyük vazifeler düşüyor. Diriliş erleri için yapılacak çok şey var.
Allah, sahabenin yaptırdığını size yaptırtıyor. Sahabenin yaptığına karşı çıkanlar olsa olsa şeytanın çırakları olabilir. Zulm ile abad olanın sonu berbat olur. Allah zalimi imhal etse de ihmal etmez. Yakında onlara acıyacak duruma geleceksiniz. Bir yönüyle köksüz birer ağaç gibi devrilecekler. Bir bir devrilecek ve sizden yardım, medet, istiane bekliyor gibi acı acı yüzünüze bakacaklar. Esas haklarında ağlanacak birileri varsa onlardır.
Her devirde inananlara zulmeden zalimler olmuştur. Her zaman hakkın aleyhinde böyle densiz insanlar olmuştur. Her devirde bir kısım Rum Mehmetler çıkacaktır, diğer insanlara kan kusturacaktır, ızdırap çektirecektir.
Bin türlü bela gelse, çarpsa, toslasa, götürüp darağacında assalar bile tebessümle öbür tarafa yürümeliyiz. Darağacına götürdükleri zaman size tebessüm eden Azrail’i görüyor gibi tebessüm ederek öbür tarafa yürümeli. Ama asla Rum Mehmetlere, zalimlere eyvallah etmemeli. Özür dilememeli, hata ettik dememeli. Hata etmediniz. Hatayı başkaları yaptı siz değil.
Unutmamalı, bir mü’min asla bir zalimden özür dilemez.
]]>Bu çok önemlidir. Çünkü insanın sırrı ruhundadır. İnsanın ruhuna hitap eden onu kazanır. Buradan hareketle diyebilirim ki; Fethullah Gülen Hocaefendi’nin söylemi ruha ve kalbe yöneldi. Çünkü ruh ve kalp insanın var oluş nedenidir. Onurlu bir hayat sürdürmesinin garantisidir.
Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmaktadır: “Bedende bir et parçası vardır. O parça iyi ve sağlam olursa bütün beden sağlam olur. Bu parça bozuk olursa bütün beden bozuk olur. Biliniz ki, o et parçası kalptir.” Evet, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bütün ürettikleri kalplere gıdadır. Hizmetleri kalplere gıdadır. Ebi Talib bin Kaysî el-Mekkî’ nin ‘Kûtu’l-Kulûb’ adlı bir kitabı vardı yani “kalplerin gıdası..” İşte Hocaefendi’nin düşünceleri ve kitapları da kalbini doyurmak, kalbini temizlemek ve kalbî huzura kavuşmak isteyenler için bir gönül gıdasıdır.
Efendimiz’in sünneti ve siyer, Sonsuz Nur kitabında bir araya geliyor. Sonsuz Nur’un büyük bir kısmı Efendimiz’in hayatını anlatmaktadır. Efendimiz’in doğumu, evlenmesi, peygamberliği, diğer siyer kitaplarındaki gibi Efendimiz’in geçtiği bütün merhaleler bu kitapta da mevcut. Ancak kitabın diğer siyer kitaplarından ayrılan tarafı ise Fethullah Gülen Hocaefendi’nin siyeri gönül gözüyle ruh gözüyle okumasıdır. Çünkü okuma iki çeşittir. Biri normal gözlerle okumak bunu herkes yapabilir.
Ancak gönül gözüyle okumak özel bir okuma türüdür. Buna herkes sahip olamaz. Siyeri nasıl yorumladığın ve nasıl okuduğun çok önemlidir. Bu siyer herhangi bir insanın hayatını anlatmıyor. Kâinatın iftihar tablosunun (sas) hayatını anlatıyor. Bu kitapla, Efendimiz’in hayatını okuduğumuzda sanki Hocaefendi okuyucuya diyor ki sana düşen, kendi sîretini Efendimiz’in sîretini örnek alarak yaşamaktır. Evet, siyer geniş bir alan ve herkes ondan gerektiği gibi faydalanamayabilir.
Dolayısıyla âlim siyerle insanlar arasında bir aracı olur. İşte Fethullah Gülen Hocaefendi bunu yaptı. O siyer-i Nebevi ile günümüz dünyası arasında durdu. Böylece siyer-i nebevinin ruhu onun aracılığıyla günümüz insanına en güzel şekilde intikal etti.
Hadis alanında çalışmalar yapan birisi olarak ben, Hocaefendi’nin Sonsuz Nur kitabında, hadislerde geçen hadiselerin, sahnelerin nasıl bir üslupla anlatıldığı konusunda araştırmaların yapılması gerektiğine inanıyorum.
Olayları nasıl bir üslupla anlattı, bu hadislerden nasıl dersler ve deliller çıkarttı? Bunların araştırılması gerekiyor. Hadislerden ümmeti ilgilendirmeyen çıkarımlar yapabilirsin, belki de söz konusu hadis, geçmiş kavimleri ilgilendirmektedir. Fakat Resul-ü Ekrem Efendimiz (sav)’in hadisinden bugün insanların faydalanabileceği dersleri nasıl çıkartabiliriz. Hocaefendi bunun cevabını vermiştir.
PROF. DR. MUHAMMED HARRUBAT*
(*Kadı İyâz Üniversitesi / FAS)
]]>
Selam olsun ilk mumu yakanlara
Bir hüzmeydi, bir sızıntı, ışıkcık.
Şimdilerde rehber o dünyalara;
Kapladı her yeri şua, azıcık.
Gönül fedaisi üç beş yağız genç;
Müzmin hastalığa onlardı ilaç;
Milim milim adım ve sonra kulaç;
Tükendi engeller artık yol açık.
Nefsin en yırtıcı, çılgın çağında;
Kor taşıdı elinde, kucağında;
Çile pişti yıllarca ocağında;
Hanüman harabe, mekanlar göçük.
Üçbeş garip kişi ıssız evlerde;
Bir ekmeğe hasret o hanelerde;
Saraylar boy attı viranelerde;
Hayal gerçekleşti işte apaçık.
Sizinle açıldı iman kapısı;
Siz bu neslin en güzide abisi;
Eli değil, ayağı öpülesi
Sizlerle her gönlün kapısı açık
tweet ]]>