Bir gün gözünüzü açtığınızda insanlığa, geride ne varsa bırakıp çıktınız mı yola?
Gözü yaşlı ananızı, size buruk bir gururla bakan babanızı, yüreğinize tutunmaya çalışan kardeşlerinizi, rahatça yaşanabilecek bir hayatı geride bırakıp koştunuz mu insanlara el uzatmaya?
Elektriğin, suyun, can güvenliğinin olmadığı ülkelere gittiniz mi fedakarlık ruhuyla?
“Üzerinde adımın yazılı olduğu bir kurşun varsa eğer, o kurşun beni burada da bulur, nereye gidersem gideyim orada da…” diyebildiniz mi?
Sizi şartların zorluğuyla, hastalıklarla korkutmaya çalışan doktora, “Orada çocuklar, yaşlılar, kadınlar, erkekler yaşıyorsa eğer biz de yaşarız” cevabını verebildiniz mi?
“Okulun penceresinden bir çocuk düşmüş ve vefat etmiş” diye bir korkunç haber gelince “
Allah’ım ne olur benim çocuğum olsun” şeklinde dua edebildiniz mi?
Öğrencinizin azgın sularla boğuştuğunu görünce, can havliyle ırmağa atlayıp öğrencinizi kıyıya doğru sürüklemeye çalışırken can verdiniz mi hiç?
Mayına basan öğrencinizi sırtınıza almışken bir başka mayının kurbanı oldunuz mu?
Dört duvar arasında, dışarı hiç çıkmadan yaşadınız mı uzun süre?
“Aman öğrencilerimin dersi boş geçmesin” düşüncesiyle hastalığınızı gizleyip son nefesinize kadar öğrencilerinizi terketmeden gözünüzü kapattınız mı hayata peki?
Savaşın ortasında “Öğretmenim ne olur bizi terketmeyin” diye yalvaran öğrencilerinize, “Merak etmeyin bizi sizden ancak ölüm ayırır” tesellisi verebildiniz mi?
Yine savaşın ortasındasınız ve can güvenliğiniz yok! Sizin ne yapacağınızı merak eden velilere,
“Eğer ölürsek hemen şuraya gömün bizi. Yine de bu ülkeyi, sizleri terketmeyeceğiz” vasiyetini yazabildiniz mi?
Başka bir ülkeye gitmişsiniz. Bir kez daha savaşın en acımasız yüzü var karşınızda. İnsanlar şaşkın bir şekilde sizi dinliyor “ne işleri var bunların” dercesine.
Ve siz onların gözlerinin içine bakarak, “Biz buraya dünyanın en kaliteli okullarını açmaya geldik” müjdesini verebildiniz mi?
Ve Hıdır öğretmen gibi bir kaç valizle gittiğiniz bir ülkeden başka bir ülkeye yine bir kaç valizle ayrılabildiniz mi?
Hem bir okul müdürü, sonra inşaat işçisi, ihtiyaç varken bir aşçı, kadro eksikliğinden öğretmen, o şehir bu şehir taşımacılık yapan şöför ve öğrencilerin başında dertli bir belletmen oldunuz mu?
Ders bitti diyelim. Öğrencilerinizle birlikte bir servise oturmuşken, kurşun yağmuruna tutuldunuz mu?
O gün çocuklarınıza ve eşinize son kez sarıldığınızı düşündünüz mü hiç?
Yüreğindeki bütün yükleri bir köşeye atarak, insanlık yüküyle yüklenen ve şartlara hiç bir zaman
takılmadan dünyanın dört bir tarafına kanatlanan adanmışlara hep imrenmişimdir.
Düşünsenize böylesine bir fedakarlığı yapabilmek kaç insana nasip olur ki?
Bendeki nasipsizliğe üzülerek tanışmışımdır hep onlarla.
Ve onlarla tanıştıktan, onların olanca sadeliğiyle yaşadıkları hayat tarzlarını gördükten sonra da bir utanç duygusu sarmıştır bütün hücrelerimi…
Yine de çok şükür onların destanlarını bir nebze olsun anlatabilme fırsatını yakaladım arkadaşlarımla birlikte.
Bir süredir o anların hatıralarıyla yaşıyorum. Ve acaba yine onların arasına karışabilir miyim diye ümit ediyorum.
İşte böylesine bir ruh haletini yaşarken haberi geldi Hıdır Çalka ve Kemale İsmailov öğretmenlerimizin haberi.
Somali’de okul çıkışında pusuya düşürülmüş ve kurşun yağmuruna tutularak şehit olmuşlardı. Onlarla birlikte üç Somalili yiğit daha…
Ve üçü çocuk biri Merve öğretmen de yaralanmıştı. Haber bir kurşun gibi deldi geçti yüreğimizi…
İnanın yıllardır yaşadığımız onca zulümden çok daha acı geldi bana onların haberleri. Çok daha kanattı yüreğimi.
Onlara saldıran zavallıların hiç bilemeyecekleri kadar kahraman insanlardı oysa…
Ve oturdukları yerden ahkam kesen nasipsizlerin anlayamayacakları kadar yüksek karakterli ruhlar…
Onlar insanlık gönüllüleriydi. Başka hiç bir emelleri, amaçları yoktu. Ne para vardı hayallerinde ne de dünyanın sunduğu herhangi bir makam.
Varsa yoksa insanlara yardım etme duygusu…
Zaten başka bir duygu içinde olmadıkları için kabul gördüler bütün dünyada.
Samimiyetle yaklaştıkları için sevildiler…
Başka bir amaç içinde olsalardı eğer 170 ülkede insanların yüreklerine dokunabilirler miydi Allah aşkına?
Bunun örneği var mı başka?
Muhteşem bir duygu bütünlüğü içinde hareket etmeyen bir insanı Somali’de tutabilir misiniz? Somali sadece bir örnek.
Can güvenliğinin olmadığı, canınıza kast edebilecek yaratıkların her an karşınıza çıkabileceği bir ülkede yaşayabilir misiniz?
Oradaki güzel insanların varlığı bize yeter diyebilir misiniz? O güzellikleri görebilir misiniz?
Yıllardır sadece konuşan lafazanların ne yaptıkları ortada.
Düzgün giden bir sistemi bile karmakarışık hale getiriyorlar bütün beceriksizlikleriyle!
Bunları düşünürken ve ister istemez konuşurken Somali şehidimiz Hıdır Çalka öğretmenimizin naaşının İstanbul’a getirileceğini öğrendim.
Somali’de bir tohum olarak kalır diye düşünmüştüm…
Fotoğraflarında gördüğüm öğrencileri var gerçi. Onlardan daha güzel tohum olur mu Somali için?
O gün…
Binlerce gerçek insan onun yolunu gözlüyordu büyük bir heyecanla. Onun gibi bir yiğit için son vazifeyi yerine getirme şerefinden kim yoksun kalmak isterdi ki?
Gözleri doluydu herkesin. Dokunsan ağlayacaklardı ve zaten dualar yapılırken bile ağlıyorlardı.
Böylesine duygu dolu insanlara yüklenen her türlü kötü sıfat, o sıfatları yükleyenlerin suratına çarpıyordu adeta.
İkindi namazı kılındı, hemen cenaze namazı için saf tutuldu. Cenaze resmi işlemlerden dolayı biraz geç kalacaktı. Sonuçta şehide kavuşulacaktı ya Ne önemi vardı ki gecikmenin?
Şehidimizin babasına bakakaldım öylece. İçinde ne fırtınalar kopuyordu da dışarıya yansıtmamak için kendisini saklıyordu herkesten.
Tamam bir şehidin sahibiydi artık ama yiğidini toprağa verecek olan bir babaydı aynı zamanda.
İçinde Hıdır Çalka’yı taşıyan Ay yıldızlığı bayrağa sarılı tabut geldiğinde tekbir sesleri yükseldi. Bağırmadan, acıtmadan, gönülden…
Güzel, hüzünlü, gururlu, buruk bir an…
Son görev yerine getirilirken orada olmanın önemini kavrayanlar son bir kez daha baktılar ötelere doğru kanatlanan kutlu insana.
Hıdır Öğretmen, belki de öğrencilerinin arasındaydı yeniden. Bir daha ayrılmayacaktı onlardan. Bir daha hiç bir zaman yalnız bırakmayacaktı onları. Eşini, çocuklarını…
O sırada kıvırcık saçlarıyla bir tanıdığının kucağındaki oğlunu gördüm. Babasının tabutuna bakıyordu ne yaşadığını anlamak istercesine…
Sahi sizin çocuğunuz hiç öyle baktı mı tabutunuza?
Eşiniz, kardeşleriniz, babanız sarıldı mı bir kez daha, sıcaklığınızı hissetmek için belki de içinde bulunduğunuz tahta kutuya?
Tabut eller üstünde yükseldi işte…
Dönüşü olmayan yolculuğa çıkma zamanı…
Binlerce el, omuz nasiplendi şehidin tabutuyla…
Nasip işte!
Duvarın üstüne çıktım son bir kez daha görüntü alabilmek için. Ay yıldızlı bayrağa sarılı bir tabut insan selinin üstünde yüzüyordu. Arkasında da büyükçe bir bayrak, nazlı nazlı ona eşlik ediyordu süzülerek.
Sokağın sonunda kayboldu tabutunu taşıyan araba…
Birazdan toprağa verilecekti bedeni…
Ama sadece bedeni…
Hıdır öğretmen ise koşmaya kim bilir nerelerde devam edecek?
Tıpkı koşarken ruhunun ufkuna yürüyen diğer küheylanların yaptığı gibi…
Sahi!
Siz hiç Hıdır Öğretmen oldunuz mu?
]]>