GİRİŞ :
Zamanımızda çocuk meselesi bütün dünyada aktüalitenin ana meselelerinden biri olmuştur. Türkiye’mizde de durum aynıdır, müstakil ”çocuk mahkemeleri nin kurulmasıyla alâkalı kanunun çıkmış olması, çocukla ilgili meselelerin ayrı bir şekilde ele alınması gereğinin resmen benimsenmesi olmuştur.
Müslümanlar olarak bizlere, meselelerimize dinî bir yaklaşımla nazar etmek, dinimiz bu mevzuda neler söylemiş, onu bulup gün ışığına çıkarmak bir vazife olmaktadır. Böylece insanlık kültür ve medeniyetine orijinal katkılarda bulunabilir, yeni terkîb. ve tahlillere yol açabiliriz.
Bilhassa çocukla alâkalı meselelerde bunun zaruretine inanıyor, islamın koyduğu çok orijinal esasların bulunduğunu kesin bir dille ifâde etmek istiyoruz. Zira, ondokuzuncu asrın sonlarına kadar Batı âlemi, çocuğa ’’küçük insan” insana da ’’büyük çocuk” nazarıyla bakarak, büyük küçük tefrikine fazla yer vermez, bu sebeple de meselâ suçlu çocuğu, büyüklerle hemen hemen bir tutup, büyükler İçin vazedilen aynı kanunlarla aynı mahkemelerde yargılayıp, idama varıncaya kadar aynı cezalarla tecziye ederken, İslam Hukuku, Hz. Peygamber’in (aleyhisselam): ”Bulûğa erinceye kadar çocuktan kalem kaldırılmıştır…” hadîsine dayanarak, çocuğu pek çok meselede büyükten ayrı mütâlaa etmiş, hattâ cezaya ehil görmiyecek kadar ayırımı ileri götürmüştür.
İslamın bu konudaki temel telakkisine Batı ancak son zamanlarda gelebilmiş ve “ayrı bir çocuk antropolojisi”’nden bahsedecek kadar çocukların büyüklerden farklı ele alınması gereğinde ısrar etmeye başlamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’e im’ân-ı nazar ettiğimiz zaman çocukla alâkalı olarak, sâdece cezâî ehliyette ayırım meselesini değil çocuğu ilgilendiren belli başlı problemlerin hepsini orada bulabilmekteyiz: Malının korunması, şahsiyetinin korunması, terbiyesi, beslenmesi, geleceğe hazırlanması, oyunu, anne, baba ve kardeşleriyle münâsebetleri vs. .
Şu halde, bu makalede Kur’ân-ı Kerîm’in çocuk meselelesiyle alâkalı olarak ele aldığı mühim meselelere kısa kısa işâretler koyarak Kur’ân’ın vaz’etmiş olduğu çocuk problemlerinin bir tablosunu, ana hatlarıyla ortaya koymaya çalışacağız.
- ÇOCUKLA ALAKALI MESELELER KUR’ÂNDA NASIL ELE ALINMIŞTIR?
Öncelikle şunu belirtelim ki, çocukla alâkalı meseleler, Kur’ân-ı Kerîm’de, her seferinde ”çocuk” kelimesi kullanılarak ele alınmaz, hattâ dilimizdeki “çocuk” kelimesinin arapça tam karşılığı olan ”tıfl” ve “sabiy” kelimeleri Kur’ân’ da çok geçmez ve buralarda ele alınan meseleler bütünüyle kıyaslanırsa devede kulak bile olmaz. Zira münhasıran, buluğa ermemiş kimseler için kullanılan bu iki kelimeden biri sâdece iki, diğeri ise dört yerde geçer.
Buna karşılık, diğer mânaları meyanında “çocuk” mânasına da gelen ve Kur’ân’da diğer mânalarda kullanılmış olmaktan başka “çocuk” mânasında da kullanılmış bulunan veya kullanıldığı yer ve üslûb itibariyle bülûğa ermeyen çocuğun kastedildiği başkaca kelimeler de var ve çocukla ilgili meseleler de buralarda işlenmektedir.
Bu çeşit kelimelere ilâveten, çocuğu hatırlatan, çocukla alâkalı meseleleri ele alan, çocuğu doğrudan veya dolaylı ilgilendiren muhtelif kelimeler ve hattâ bahisler de var.
Şu halde öncelikle bu kelime ve tâbirleri belirtmemiz gerekmektedir ki çoğunlukla bunlar dilimize de girmiştir: îbn, veled, zürriyet, yetîm, gulam, zeker, ünsâ, sağir, hafede (torunlar), ecinne (cenîn’in çoğulu ve cenin mânasına, hami, mâ fî batnî tabirleri), ehl, âl (son iki kelime aile manasınadır), mehd (beşik), raza’ (süt emzirme) ed’iyâ (evlatlık), rebâib (üvey kız), ebb, ümm, rabb. Bu kelimeler çocuk problemini, okuyucunun zihninde her an canlı tutacak şekilde ilk sayfadan son sayfaya kadar Kur’ân-ı Kerîm’in her tarafına muvazeneli şekilde dağıtılmıştır.
Şu halde, “Kur’ân’da çocuk meselesi” derken konunun bu şümulü içerisinde ele alınmasını teklif etmiş oluyoruz.
- ÇOCUK VE ÂİLE
KUR’ÂNDA ZİKRİ GEÇEN AİLELER
Çocukla alâkalı mühim bahislerden biri “âile”dir, Kur’ân’da ”âile” ye ve meselelerine çokça yer verildiğini görmekteyiz. Bir âyetinde, herhangi bir tasrîhe yer vermeksizin ’’geçmiş peygamberlere eşler ve evlat verildiğini” fifâde eden (1) Kur’ân-ı Kerîm, başta Peygamberimiz (aleyhisseiatu vesselam) olmak üzere Hz. Musa, Hz. Hârun, Hz. İbrahim, Hz. İmrân, Hz. Sâlih, Hz. Ya’kûb, Hz. Lût Hz. Dâvud, Hz. Nuh, Hz. İsmail, Hz. Eyûb gibi peygamberlerin (salavâtullâhi aleyhim ecmaîn) ailelerinden bahseder. Bunlardan’Hz. Lût, Hz. Nûh, Hz. Musa ve Hz. Ya’kûb aileleri daha ziyâde zikredilir. En çok zikri geçen âile ise Firavun âilesidir.
Hz. İbrahim ve Hz. İmrân’ın aileleri -Allah’ın, rahmet ve bereketine mazhariyetleri zikredilmek suretiyle- her bakımdan ideal aileler olarak nazara verilirken Hz. Nûh, Hz. Lût ve Firavun’un aileleri de tipik birer örnek olarak nazar-ı dikkate arzedilir. Şöyle ki:’Hz. Nuh’un ailesinden bir oğlu ile hanımı (2) ve Hz. Lût’un da hanımı (3) küfredenlere karışıp, onlarla helak olurken Firavun’un hanımı iman etmek saadetine ermiştir.
Bu üç âile’nin durumuna müstakil bir pasajda ayrıca dikkat çekilir: “Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısıyla Lût’un karısını misal gösterir: Onlar, kullarımızdan iki iyi kulun nikahı altında iken onlara karşı hâinlik edip inkârlarını gizlemişlerdi de iki peygamber Allah’tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına: ”Cehenneme girenlerle beraber siz de girin” dendi. Allah inananlara Firavun’un karısını misal gösterir: O: Rabbim katından bana cennette bir ev yap; beni Firavun’ dan ve onun işlediklerinden kurtar; beni zâlim milletten kurtar” demişti”(4).
Aile ile alakalı bahislerde ebeveynde çocuklarına karşı beslenen fıtrî endişe, fıtrî alâka ve şefkate genişçe yer verilir. Hz, Nuh’un kâfir olarak ölen oğlu karşısındaki ızdırabı (5). Hz,. Yâkub’un kaybolan Yûsuf’u karşısında gözlerinin kaybına müncer olan elem ve ağlamaları (6) Hz. Musa’nın annesinin, nehre attığı çocuğu karşısındaki telâşı (7) bu söylenen hususa canlı misaller olarak kaydedilir. –
İnsanlardaki çocuk sevgisinin ebedî hayatta devam edeceğine işâreten Kur’ân’ da “saçılmış inci taneleri”ne teşbih edilen ”ebedî cennet çocukları”ndan (vildânun muhalledûn) da bahsedilmektedir (8).
HÜKMİ VE HAKİKÎ AKRABALIK
Kur’ân-ı Kerîm çocuklarla ilgili bahisleri işlerken akrabalık müessesesine de yer verir. İman kardeşliği, evlat edinme, müvâlat gibi hükmî akrabalıkları te’yid etmekle birlikte bilhassa mirâs ve evlenme meselelerinde esas olmak üzere ”hakîki akrabalık,” üzerinde durur. Hz. Nuh’un kâfir oğlu ile alâkalı olarak ifâde edilen: ”Ey Nuh o, senin ehlinden değildir, zira o, kötü bir amelde bulunmuştur” (9) âyetiyle verasete esas olacak hakîkî akrabalığın şartlarından, biri olan ”iman birliği”ni beyan eder. Zıharla ilgili âyette hakîkî anne’nin ”bizzat doğuran kadın” olduğu (10); Hz. Peygamber ve oğulluğu Zeyd’le alâkalı bahiste de hükmi ”baba” tesmiyeleri ile ”hakîkî babalık” ın teessüs etmiyeceği (11) belirtilir. Keza bir başka âyette: “(Allah) evlatlıklarının da size öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır” (12) diyerek ”hakîkî evlâd”ın tarifi yapılır.
“Usûl” e giren yakınlar böylece tarif edildikten sonra “furû” kendiliğinden anlaşılacaktır.
KARDEŞLER ARASI MÜNÂSEBETLER
Kur’ân, Hz. Mûsa ve Hz. Hârun örneğinde ideal kardeşlik münâsebetlerini vazederken, Hz. Âdem’in iki oğlu Hâbil ve Kaabil örneği ile, Hz. Yâk’kûb’un oğullarının Hz. Yûsuf karşısındaki tutumları örneğiyle de kardeşler arasında fiiliyatta meydana gelebilecek menfî davranışlara dikkat çeker. Yine Hz. Yûsuf’un kardeşlerine karşı avf ve müsamahası örneği ile de aralarında hâdise çıkan kardeşlerin sulh yollarına ideal örnekler sunulmuş olur (13).
VALÎDEYNE KARSI VAZİFELER
Kur’ân sâdece babaların evlatlarına karşı olan vazifelerini değil evlatların babalarına karşı olan vazifelerini de dile getirir. Evladın babasına karşı iki çeşit vecîbesi vardır:
- Maddî Vecîbe: Evlat herşeyden Önce ebeveyninin maddî ihtiyaçlarını karşılamaktan mes’ûl tutulur: “Ey Muhammed Sana ne sarfedeceklerini sorarlar de ki, sarfedeceğiniz mal, ana, baba, yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir. Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir” (14).
- Manevî Vecîbeler: Pek çok âyette Kur’ân anne babaya “iyi davranmayı” emreder (15). Şüphesiz iyi davranmanın kesin bir hududu çizilemez, ancak, bizzat Kur’ân, yanında ihtiyarlayan anne ve babaya onun yaşlılıklarından ileri gelebilecek her çeşit nahoş durumlar, rahatsızlıklar karşısında sabırsızlık ifâdesi olan “öf” bile dememe noktasına kadar bu iyiliğin ileri götürülmesini emreder (16).
Ebeveyn için yapılması emredilen hayır dua, onlara yapılacak “iyilik”lerin bir başka kalemini teşkil eder: “Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni anamı babamı ve inananları bağışla” (17).
ÇOCUK ÖVÜNME VESİLESİDİR
Kur’ân-ı Kerîm, mükerrer âyetleriyle, çocuğu, sâhip olunan maddî servetlerle yan yana zikreder ve aynen emval gibi evladın da güç ve kuvvet kaynağı olduğunu, bu sebeple de övünme ve hattâ aldanma vesilesi yapıldığını ısrarla dile getirir. Âyetlerin sarih beyanlarına göre, çocuk karşısında takınılan bu tavır sâdece kâfir veya fâsıklara has bir vasıf olmayıp, bütün insanlara has bir durumdur, bir zaaftır: ”Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlara ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir. Halbuki gidilecek yerin güzeli Allah katındadır” (18).
Diğer bir âyette bu mal ve evlad çokluğunun ”her peygambere karşı gelmeye sebep olduğu” bildirilir: ”Doğrusu uyarıcı gönderdiğimiz her kasabanın varlıklı kimseleri, Onlara: ”Biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz” diyegelmişlerdir. ”Malları ve çocukları en çok olan bizleriz, azaba uğratılacak da değiliz” derlerdi. De ki! ”Şüphesiz Rabbim rızkı dilediğine genişletir ve bir ölçüye göre verir, fakat insanların çoğu bilmezler” (19).
Şu âyette ise mal ve evladın çokça verilmiş olmasının, Allah’ın lütfuna kesin bir delil olmayacağı ifâde edilir: ”Kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyiliklerde onlar için acele ettiğimizi mi zannederler! Hayır, farkınla değiller” (20).
ÇOCUK TALEBİ
Aslında mal ve evlad Cenâb-ı Hakk’ın nimetidir. Bu nimete şükredilmediği, aksine övünmeye, Allah’ı unutmaya vesile kılındığı takdirde nimet olmaktan çıkmakta yukarıda kaydettiğimiz bir iki âyetin de ifâde ettiği şekilde azab vesilesi olmaktadır. Şu halde, mü’min kişi için normalde evlad, istenilecek, taleb edilecek şeydir. Dinen meşru kılınan nikâhın da asıl maksadı tenâsül yâni çocuk elde etmek, neslin devamım sağlamaktır.
Kur’ân-ı Kerîm bir çok âyetlerinde hayır nesil talebiyle alâkalı dualar verir: İdeal bir müslümanın vasıflarını sayan uzunca bir pasajda kaydedilen onbeş kadar vasıftan biri de hayırlı çocuk talebidir: ”Onlar ki: “Ey Rabbimiz’. Bize zevcelerimizden ve nesillerimizden gözlerimizin bebeği olacak (sâlih insanlar) ihsan et, bizi takva sâhiplerine imam kıl derler” (21).
Bu mânada âyet çoktur. Bâzan eski peygamberlerin duası, bâzan mü’minlerin vasfı ve duaları olarak zikirleri geçer (22).
Burada hatırlatılması gereken bir grup âyet de çocuğun şeytana karşı istiâze ve çocuk hakkında yapılacak dualarla alakalıdır: Hz. Meryem’i annesi doğurduğu zaman şöyle dua eder: ’’Ben ona Meryem adım verdim, ben onu da soyunu da, kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım” dedi” (23),
Büyük evlad için yapılması gereken duaya Hz, İbrahim’in duası misal olarak kaydedilebilir: ”Rabbim, bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut” (24).
Kur’ân’da yapmamız istenen duaları, hayatta elde edilmesi gereken hedeflerin ta’yîn ve programı, binâenaleyh, onların husûlü için bizi, gerekli tedbîr ve faaliyetlere bir sevk olarak anlarsak, bu duaların ne derece hayâti bir aktiviteye menşe oldukları anlaşılır.
İLERİ YAŞTA ÇOCUK: Hz. Zekeriya ve Hz. İbrahim’le alâkalı âyetler, ileri yaşta erkek ve kısır durumda olan kadından da çocuk olabilceeğini ifâde etmektedir: Hz. Zekeriya’ya melekler Hz. Yahya’yı müjdeleyince Zekeriya’nın cevâbı şu olur: .
“Ya Rabbim ! Ben artık iyice kocamış, karım da kısırken nasıl olur oğlum olabilir ?”. Buna mukabil Cenâb-ı Hakk: ”Böyledir, Allah dilediğini yapar” cevabını verir (25).
Hz. İbrahim’le alâkalı durum da şöyle anlatılır: Hz. Lût kavmine gönderilen melekler Hz. İbrahim’e uğradıkları sırada, kendilerine İshak ve Ya’kûb’u müjdelerler. bu haberi işiten hanım: “Vay başıma gelenleri Ben bir kocakarı, kocam da ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim! Doğrusu bu şaşılacak şey” dedi. “Ey evin hanımı! Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken, nasıl Allah’ın işine şaşarsınl O, övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir” dediler.” (26)
EVLAD FİTNEDİR
Kur’ân-ı Kerim bir kısım âyetlerinde mal ve evladı övünme kaynağı, dünya hayatını tezyin edip süsleyen bir nimet olarak ifâde eder ve bilhassa evlad talebi için teşviklerde bulunurken diğer bir kısım âyetleriyle de ısrarla mal ve evladın Allah’a yaklaşmada yardımcı olmadığı, aksine bir ”fitne” ve hattâ daha sarîh ifâdelerle ”düşman” olduğunu ifade eder. Söz gelimi bir âyette:
“Ey imân edenleri Sizi Bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ne de çocuklarınızdır” denir, (27) bir başka âyette de:
”Mallarınızın ve çocuklarınızın aslında bir fitne olduğunu ve büyük ecrin Allah katında bulunduğunu bilin” denir (28). ,
Şu âyette ise, daha sarih bir ifâde ile evladın düşman olduğu dile getirilir:
“Ey iman edenleri eşlerinizin, evladlarınızın içinde hakikaten size düşman olanlar da vardır, o halde onlardan sakının” (29).
İslam âlimleri, bu âyetten çocuklar İslam terbiyesi üzerine yetiştirilmek suretiyle, çocuklara karşı vazifenin ifa edilmemesi hâlinde onların dünyada ve bilhasssa âhirette düşman olacaklarını anlarlar ve bu paralelde geniş açıklamalar getirirler.
III. TERBİYE VE HEDEFLERİ
RABB VE TERBİYE
Çocuk deyince akla öncelikle terbiye geldiğine göre, Kur’ân-ı Kerim’de ”terbiye meselesi”nin daha ziyâde yer alması gerekir. Gerçekten de Kur’ân’da terbiye ile alâkalı bahisler ve meseleler çoktur. Herşeyden önce Cenab-ı Hakk’ın kendisini daha ziyâde RABB ismiyle tanıtması, Allah’ın bu isminin diğer isimlere nazaran Kur’ân’da daha çok tekerrür etmesi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini âlemlerin Rabb’i yâni ”idârecisi” ve ”terbiyecisi” olarak tanıtması bakımından ehemmiyet taşır.
Kur’ân’da 980 kere geçen Allah isminden sonra 969 sefer geçen RABB ismi, ikinci sırada yer alır. Diğer meşhur isimlerden Rahmân ve Rahim 172, Alîm 162, Gafur 91, Basîr 51, Kadir 45 yerde geçerler.
İlk Sûre Fatiha’da Rabbü’l-âlemîn olan Cenâb-ı Hakk son sûre olan Nâs’da Rabbün’n-Nâs ‘dır.
Bu durum çocuk terbiyesi açısından ehemmiyetli bir husustur. Nitekim çocuk terbiyesi ile alâkalı bir çok mesele Kur’ân’da yer eder, mühimlerine dikkat çekeceğiz.
AİLE VE VAZİFELERİ
Kuruluşu: Kur’ân ailenin kuruluşunu nikaha bağlar ve bunun ”hoşa giden kadınlarla” (30) ve ”âilelerinin izniyle” (31) olmasını emreder.
Kadının Vasfı: Nikah edilecek kadın mü’min olmalıdır. Güzellik, zenginlik, asalet gibi hoşa giden vasıfları sebebiyle gayr-i müslim kadınla evlenilmemelidir;
“(Ey mü’minler) müşrik kadınlarla, onlar imana gelinceye kadar evlenmeyin, inanan bir câriye, hoşunuza gitse de putperest bir kadından daha iyidir. İnanmalarına kadar, puta tapan erkeklerle mü’min kadınları eklendirmeyin. İnanan bir köle, hoşunuza gitmiş olsa da puta tapan bir erkekten daha iyidir. İşte onlar ateşe çağırırlar. Allah ise izniyle Cennete ve mağfirete çağırır ve insanlara ibret alsınlar diye âyetlerini açıklar” (32).
Kur’ân, ayrıca, zâni ve ahlaksızlarla evlenmeyi de yasaklar (33).
Bu ısrarın sebepleri başka âyetlerde açıklandığı gibi (34) Hz. Peygamber’in (aleyhisselam) hadîslerinde de tafsilât verilir (35). ,
Kur’ân olsun (36), hadîs olsun (37) evlenmeyenlere, evleninceye kadar iffetli olmalarını emrederler.
Karşılıklı Haklar-Vazîfeler: Kur’ân-ı Kerîm sağlam bir âilenin zaruri şartlarından olan âile efradının karşılıklı hak ve vazifelerini de açıklar: Baba reistir ve maddî külfetlerden sorumludur (38). Anne, evde oturacak (39) ve öncelikle çocuğunu emzirip (40) diğer terbiye işlerine bakacaktır. Terbiyeden ma’dûd olmayan işleri kadının yapacağına dâir Kur’ânda hiçbir sarahat yoktur. İslam fukahası bu durumdan hareketle, -başta çocuğa olmak üzere- aileye müteallik diğer bir kısım işlerin (yemek, temizlik, çamaşır vs.) ve hizmetlerin kadına terettüp eden bir vazife, bir vecîbe olmadığı hükmüne varmıştır. ”Kadının onları yapması diyâneten vecîbe olsa bile kazâen vecîbe olamaz” derler. Bundan imtina eden kadının günahkar olmayacağını, kocanın bu hususta ısrar ve icbara hakkı olmadığını Nevevî ayrıca kaydeder. Hanefî fukahası, süt emzirme işinin de anneye bir vecîbe olmadığı, çocuğun hayâtî tehlike ile başbaşa kalma hallerinde annenin buna icbar edilebileceği hükmüne varmıştır (41).
Aile Resinin Mes uliyeti: Âile reisi, âilenin maddî ihtiyaçlarından olduğu kadar, manevî kurtuluşundan da sorumludur: Şu âyet bu manevî sorumluluğu açık bir dille ifâde eder: ”(Ey imân edenler) Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun” (42).
Âlimler bu âyetten, aile reisinin âile efradının terbiye ve tedbirinden sorumlu olduğu hükmünü çıkarmada ittifak ederler (43).
Kur’ân-ı Kerîm bir başka âyette yukarıdaki mânayı te’yîden şöyle der: “De ki, gerçek hüsran sahipleri, kıyâmet günü kendilerini de mensublarını da hüsrana uğratanlardır. Dikkat et ki bu, apaçık hüsranın tâ kendisidir. Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında ateşten tabakalar vardır” (44). Bu âyet, az bir farkla Şûra suresinde de tekerrür eder (45),
ÇOCUKLAR ARASINDA EŞİTLİK: Kur’ân ebeveynin evladlarına karşı tâkip edeceği terbiye esaslarını beyan ederken bilhassa eşitlik üzerinde durur. Buradaki eşitlikten hem kız çocuklarla erkek çocuklar arasındaki eşitlik, hem de büyük-küçük, kız-erkek bütün çocuklar arasındaki eşitlik anlaşılacaktır. Kur’ân bu hususu teşrî ederken cahiliye araplarının kız-erkek ayırımını kınamak suretiyle (46) yaptığı, gibi, bâzan da erkeği de dişiyi de dilediği şekilde Allah’ın yarattığını ifâde etmek sûretiyle yapar (47).
Kur’ân’da ısrar edilen eşitlik, kişinin ihtiyarı dışında kalan sevgi, nefret gibi kalbi amellerden çok zahire akseden maddî davranışlarla alâkalıdır. Hz. Peygamber (aleyhisselam) bunu, ”öpücüğe varıncaya kadar dışa akseden her şeyde eşitlik” şeklinde tasrîh etmiştir. (48).
NAFAKA VAZİFESİ
Âile reisinin mühim bîr mes’ûliyeti, âile efradının ve husûsen çocukların maddî ihtiyaçlarıyla ilgilidir. Kısaca ’’nafaka” denen, ve âilenin mesken, gıda ve giyim ihtiyaçlarına şâmil olan bu vecîbe, babanın imkânına ve örfe uygun miktarda olacaktır. Baba yok ise veya bu vecîbeyi yerine getirmekten âciz durumda ise, ”verasetteki sıraya göre” gücü yeten bir diğer akraba nafakadan sorumlu tutulur. Kur’ân-ı Kerim, bu bahsi, birbirini tamamlayacak şekilde iki ayrı âyette ele alır (49).
Çocuğun, bakacak kimsesi olmadığı takdirde -kî lakît denen buluntu’nun durumu böyledir- ona bakmak devlete vecîbe olur (50.)
DİNİ TERBİYE
Kur’ân-ı Kerîm, -aile resinin nafaka ile alâkalı vecîbesine birkaç âyette temas ederken, dinî terbiyesi ile alâkalı meselelere pek çok âyette yer verir. Ehemmiyetine binâen bunun üzerinde biraz daha fazla duracağız:
DİNDAR OLMANIN EHEMMİYETİNİ BELİRTMEK: Bu mevzuda Hz. İbrahim ve Hz. Ya’kûb’la alâkalı âyeti kaydedebiliriz: ”Rabbi ona: ”(kendini hakka) teslim et” dediği zaman o: ”Alemlerin Rabbına teslim oldum” demişti. İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. (Torunu) Ya’kûb da (öyle yaptı): ”Ey oğullarım! Allah sizin için (İslam) dinini beğenip seçti. O halde siz de ancak müslümanlar olarak can verin” dendi” (51)
DİNİ YAŞAYABİLECEK YER SEÇMEK: Muhitin insan üzerindeki menfi tesiri sebebiyle, âile reisi öncelikle ailesinin yaşaması için seçeceği yere dikkat etmelidir. Din yaşanamadıktan sonra her çeşit konforu hâiz olan yerde yaşanmamalı, hicret etmelidir, hicret etmeyen sorumludur (52). Aksine din tam olarak yaşanabilecek yer maddî imkânlarının darlığına rağmen tercih edilmelidir. Hz. İbrahim’den kaydedilen örnekte ”ziraate elverişsiz olmasına rağmen” dinî mülâhazalarla çocuğunu Mekke’ye yerleştirdiği ifâde edilir (53).
DİNİ BİLGİLERİN ÖĞRETİLMESİ: Hz. Lokman, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den kaydedilen örneklerde çocuklara tevhid inancı gibi akîdeye giren esaslardan başka, namaz, zekat gibi ibâdât, emr-i bil ma’rûf nehy-i anilmünker, tevâzu gibi ahlâkiyâtın da telkin edildiğini görmekteyiz: ”Lokman oğluna öğüt vererek: ”Ey oğulcuğum! Allah’a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür” demişti… Lokman: ”Ey oğulcuğum! İşlediğin şey bir hardal dânesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde yâhut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah latiftir, haberdardır. Ey oğulcuğum namazı kıl, uygun olanı buyurup fenalığı önle, başına gelene sabret, doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek ‘yürüme. Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkebin sesidir” (54).
Aynca namazın öğretilmesi ve hiçbir bahâne ile bırakılmaması da emredilmiştir: ”Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana nzık veren biziz…” (55).
Birinci âyette, bir kısım hakikatlerin çocuklara anlatılmasında, onların iyi tanıdığı hayvanlarla ilgili teşbihlerin müessiriyetine delil çıkarabileceğimiz gibi, bu sonuncu âyetten de Cenâb-ı hakk’ın bizden rızık istemiyeceği açık olduğuna göre- ”çoluk çocuğun helal rızkını kazanıyorum” gibi bahaneleri namaz öğretimi veya bizzat kılma gibi işleri ifâya bahane yapmamak gerektiğini anlamaktayız.
DİNİ İRŞADDA İTAAT VE HİYERARŞİ: Dinî terbiye ile alâkalı olarak Kur’ân’da yer eden bir husus burada hatırlatmaya değer. O da, dine uymayan emirlerde itaat meselesidir. Bir kısım âyetleriyle dünyevî mesâilde anne-babaya karşı itaat ve saygının âzamisini emreden Kur’ân-ı Kerîm dinî mesâile uymayan emirlerinde anne babaya itaat etmemeyi emreder ve bu emri iki ayrı yerde tekrar eder: “Biz insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik. {Ancak) eğer, ana baba, seni bir şeyi, körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır, yaptıklarınızı size bildiririm” (56).
HİYERARŞî’ye gelince, bu da, her ne kadar terbiyeden baba sorumlu ise de, âile efradından bilenin, bu sorumluluğu deruhte etmesi gereğidir. Zira Hz. İbrahim’le ilgili örnekte, onun, ailevî hiyerarşiyi düşünmeden, babasını Hakk’a çağırdığını görmekteyiz: “Kitap’ta İbrahim’i de an. Çünkü o, sıdkı bütün bir peygamberdi. Bir vakit o, babasına şöyle demişti’. “Ey babacığım, işitmez, görmez, sana hiçbir faidesi olmaz şeylere niye tapıyorsun ? Ey babacığım, bana muhakkak ki, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde bana uy da seni doğru yola çıkarayım. Ey babacığım şeytana tapma. Çünkü şeytan Rahmân olan Allah’a âsi olmuştur. Ey babacığım doğrusu sana Rahman katından bir azabın gelmesinden korkuyorum ki böylece şeytanın dostu olarak kalırsın” (57).
Bu âyetlerin devamında, ailevî irşadda uyulması gereken nezâket örneği de verilmektedir. Zira Hz. İbrahim, irşadını kabul etmeyen, üstelik ”taşlama tehdidi”nde de bulunarak “uzun müddet gözden kaybolmasını” söyleyen babasına şöyle der: ”Sana selam olsun, senin için Rabbim’den mağrfiret. dileyeceğim, çünkü bana karşı lütûfkârdır. Sizi Allah’tan başka taptıklarınızla bırakıp çekilir, Rabbime yalvarırım” der. (58).
EBEVEYNE TERETTÜP EDEN: GAYRET GÖSTERMEK.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım âyetleri değerlendirilince dinî irşad husuusunda ebeveyne terettüp eden sorumlulukla peygambere terettüp eden sorumluluk arasında benzerlik olduğu görülür. Yâni nasıl ki, peygamberler sâdece tebliğle yükümlüdür, bunu yaptıktan sonra insanların kabul edip etmemelerinden sorumlu tutulmuyorlar, ebeveyn de öyle. Bu konuda bütün peygamberlerin tâbi olduğu müşterek prensip Kur’ân’da pek çok tekrarla şöyle ifâde edilir:
”Peygamberlere düşen sâdece tebliğdir” (58). Hattâ Hz. Peygamber (aleyhisselam) kendisine hiç inananı bulunmayan tebliğ sahibi ”peygamberler”in gelip geçtiğini haber verir (59). Demek hiç kimsenin inanmamış olması, onların ”peygamberliğine”, peygamber vasfını, bu vasfın derpiş ettiği makam ve ücretleri almasına mâni olmamıştır.
Babaların durumunun da böyle olacağını, yâni bir baba hakkı ile, sünnette gösterilen şekilde, öğretme ve terbiye vazifesini ifa ettikten sonra evladı, yan çizdiği takdirde ondan sorumluluk kalkacağını Hz. Nûh ve Hz. Lût (aleyhimâsselâm) ile alâkalı âyetlerden anlıyoruz. Söz gelimi, ”gece ve gündüz”, ”gizli ve açık tebliğde bulunan Hz. Nuh’un (60), aynı gayreti kendi çocukları için fazlasıyla göstermiş bulunacağı açık iken, neticede oğlu ve bir karısı kâfirlere katılıyor ve seller arasınna boğulanlardan oluyor (61).
Kur’ân-ı Kerîm, ebeveynin gayretine rağmen küfründe devam edeceklerin kıyamete kadar devam edeceğini ifâde eder (62).
MESLEK ÖĞRETİMİ
Mesleğe Hazırlayan Dispozisyonlar: Kur’ân-ı Kerîm, meslekî terbiye ve formasyon mevzuunda, dinî terbiye mevzuunda olduğu kadar açık ve ısrarlı görünmez, hele teferruata hiç girmez. Ama bu meseleyi ihmal de etmez. Bu mevzuda kesinlikle söylenecek husus şudur: Meslekî öğretim ve formasyonu netîce verecek pek çok dispozisvona Kur’ân’da yer verilmiştir. İçtimâi hayatın ilcaatı ile herkesin ister istemez uyacağı bâzı maddî emrivakilerin müsbete olan yönlerini Kur’ân-ı Kerîm göstermekle bu söylenilen dispozisyonları hazırlamış oluyor. Sanki tamamen dinî, uhrevî bir maksadla mü’minden bir takım şeyler talebedilmektedir, ancak bunların ifâsı müslümanı bir meslek sahibi olmaya ve bir meslek icra etmeye ve çocuğunu bir meslek üzere yetiştirmeye sevk ve mecbur etmektedir. Şu halde doğrudan mesleğe sevk ve teşvik eden âyetler bu sebeple yoktur, gerek de yoktur. Şimdi, bu dispozisyonlar nelerdir, onları belirtmeye çalışalım:
RIZIK HELAL VE TEMİZ OLMALIDIR: Bu mevzu üzerine gelen bir çok âyetten biri şudur: “Ey Peygamberler temiz şeylerden yiyin ve salih ameller işleyin, doğrusu Ben yaptığınızı bilirim” (63) Bir başka âyet de şöyle: ”Ey imân edenler, size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin (64).
Hz. Peygamber bu âyetleri açıklar mâhiyette olmak üzere en temiz, en hayırlı rızkın kişinin kendi eliyle kazandığı rızık olduğunu söylemiştir; (65),
İNSANLAR BİRBİRLERİNİ ÇALIŞTIRACAKTIR: Şu âyet, insanların rızık yönünden farklı mertebelerde yaratıldığını, bundan da maksadın birbirlerini ’’ÇALIŞTIRMAK” olduğunu beyân eder: ”Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar! Dünya hayatında onların, geçimlerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık” (66).
Birbirlerine iş gördürme esâsına dayandırılan rızık te’mîni için her hâl u kârda bir meslek öğrenimi ve öğretimi şarttır.
HELAL RIZIK GAYRET ESERİDİR: Şu âyet, kişiye helal olarak, gayretiyle kazandığını göstermektedir: ”insan için çalıştığından başkası yoktur” (67).
DÜNYA İÇİN TALEB DE EMREDİLMİŞTİR: İslam dini, bütün gücüyle insanlarda âhiret düşüncesini hâkim kılmak ister ve ona hayatını bu düşüncenin te’sîri altında tanzim etmeyi emrederse de, dünyayı ihmali emretmez. Dünyanın da imâr edilmesini ister ve kişiye: (68)
”Dünyadaki payını da unutma der. Sâdece dünyayı talebetmek veya sâdece âhireti talebetmek istenmez, ikisi beraber istenecektir: ”Rabbimiz! Bize dünyada ver” diyen insanlar vardır. Öylesine, âhirette bir ‘pay yotktur, Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, âhirette de iyiyi ver, bizi ateşin azâbından koru ’’ diyenler vardır, işte onlara kazançlarından ötürü karşılık vardır, Allah hesâbı çabuk görür” (69).
Şu halde, Kur’ân-ı Kerîm’de ”çocuklarınıza bir de meslek öğretin” şeklinde emir yoksa da helal yemeyi emreden, dünya için de çalışmaya teşvik eden çok sayıdaki âyetlerden bu mâna kendiliğinden çıkmaktadır.
ÇOCUKLARIN MADDİ İSTİKBALİ DÜŞÜNÜLMÜŞTÜR: Yukarıda da kaydedilen umûmi dispozisyorlar dışında, bizzat çocuğun dünyevî istikbâlinin te’mîn ve garantiye alınması için başka tedbîrler ve emirler de söz konusudur. Ancak bu hususları, YETİM’le alâkalı bahiste belirtmeye çalışacağız.
ÇOCUKLARIN MESLEĞİ MESELESİNDE YÜKSEK İDEALLER VERİLMİŞTİR
Kur’ân-ı Kerîm’de, çocukların maddî istikballeriyle alâkalı olarak dikkatimizi çeken bir husus, bir orijinalite, meslek mevzuunda yüksek idealler vermiş olmasıdır. Daha önce de temas ettiğimiz gibi, sarîh bir meslek emri yoksa da, meslekî bir tevcihe işâreten delâlet eden âyetler var ve bunlarda da yüksek idealler verildiği dikkat çekmektedir; şöyleki:
- İdeal bir mü’minin onbeş kadar vasfının, beyân edildiği bir pasajda, bu ideal vasıflardan biri de, arkadan gelecek zürriyetin istikbali için Cenâb-ı Hakk’tan talebde bulunmaktır: ”Onlar : (Rabbimiz) Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et, bizi MUTTAKÎLERE İMAM (ÖNDER) YAP” derler” (70).
- Hz. İbrahim’in Hz. İsmail’le birlikte yaptıkları dua da bu mealde; ”Rabbimiz! İçlerinden onlara Senin âyetlerini okuyan, Kitabı ve Hikmeti öğreten onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder…” (71)’.
- Yine Hz. İbrahim. Cenâb-ı Hakk’ın: ”Seni insanlara önder kılacağım” hitabına mukaabeleten: ”Soyumdan da” der (72).
İslam âlimleri, çocuklara öğretilecek meslek hususunda şu prensipte itiifak ederler: ”Baba, çocuğuna, kendi mesleğinden daha düşük durumda olan bir meslek öğretmemelidir. Ya daha âli bir meslek öğretmeli, veya en azından kendi mesleğine denk bir meslek öğretmelidir” (73). –
CİNSİ TERBİYE
Çocukların terbiyesine taalluk eden bahislerden bilhassa cinsî terbiyeyi doğrudan ilgilendiren âyet yok gibidir. Ancak, tesettür ve aile içi mahremiyetin muhâfazasını gâye edinen iki âyette isti’zân prensibi vazedilirken, hususan çocukların zikri, bu iki âyeti cinsî terbiye istikaametinde yorumlamamıza imkan vermektedir:
1- Tesettür âyeti: Kadınların süslerini kimlere karşı açabilecekleri tâdâd edilirken şu ifâdeye de yer verilir: meâlen: “Kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklar” denmektedir (74). Âyette ’’bulûğ” kelimesi kullanılmadığı gibi, buna delâlet eden başka bir tâbire de yer verilmemektedir.
Şu halde, belli bir yaştan ziyâde, belli bir fiziki seviyeye ulaşma mevzubahs olmaktadır. Âlimler, burada küçüklüğü sebebiyle kadınların avretlerini tasavvur edemeyen ve ne olduğunu anlamayan veya çirkin güzel arasını tefrik edemiyen, kadınların yürüyüş, konuşma ve hareketlerinde mevcut olan kadınlara has incelikleri tefrîk edemeyen çocuğun kastedildiğini ifâde ederler. Çocuk mürâhıklık yaşına yaklaşmadıkça bu duruma gelmiyeceğini de kaydederler (75).
Şu halde cinsî terbiyenin daha ciddî şekilde başlaması bu yaştan itibaren olacaktır. Hz. Peygamber’in (aleyhis selam): ”On yaşına basınca çocukların yataklarını ayırın” (76) mealindeki emri bu âyeti daha da açıklığa kavuşturur.
2- İsti’zân Âyeti: Ev içi mahremiyetin korunmasını emreden söz konusu âyet, cinsî terbiye mevzuuna girebilecek ikinci âyettir. ”Ey iman edenler! Ellerinizin altınla olan köle ve câriyeler ve sizden henüz bülûğa ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde üç defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar, Allah alimdir, hakimdir’’ (77).
3- Büyüklerin Îsti’zânı: Bir diğer âyet bülûğa eren bütün ferdlerin, âile içerisinde birbirlerinin odasına girerken izin talebetmelerini emreder: ’’Çocuklarınız bülûga erdiklerinde büyüklerinin izin istediği gibi onlar da her defasında izin istesinler” (78).
Son iki âyette Kur’ân-ı Kerîm, doğrudan doğruya çocuklara hitabetmeksizin, çocuklarla ilgili bir emir vermektedir. Böyle yapışı, onların henüz mükellef ve teklife mahal olmayışlarındandır. Her çeşit âdabı ve hattâ farzları onlara büyükleri öğretecektir. Müfessirler, burada ”ey imân edenler” tabiriyle erkek ve kadın her iki cinsin de kastedildiğini belirtirler. Çocuklar için de durum aynıdır, kız ve erkek her ikisi de maksuddur.
Âyetler, ayrıca, müslüman ailenin yaşayacağı meskenin oda sayısı hakkında da temel bir fikir verir: En az iki oda olması gereken müslüman meskeni, içinde yaşayacakların sayısına ve diğer durumlarına göre üç, dört …odalı olmalıdır.
Dolayısiyle âyetler, bize, mesken planlamasında ’’çocuk unsurunun” göz önüne alınmasını bilişâre âmir olmaktadır.
CİNSİ TERBİYEDE AYIRIM: Kur’ân-ı Kerîm’de öğretimle alâkalı bahislerde kız ve erkek arasında bir tefrîk görülemez, binâenaleyh âyetlerde gelen hükümler her iki cinse de şâmildir. Ancak, cinsî terbiye hânesine dâhil edeceğimiz bâzı bilgilerin kadın ve erkek her iki cinse de ayrı ayrı hitab edilerek verilmiş olmasından, en azından bu çeşit bilgilerin verilmesinde cinslerin ayrı ayrı ele alınması gereğine bir işâret olabilir. “Ey Muhammed! Mümin erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, mahrem yerlerini korusunlar… Mü’min kadınlara da söyle Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, İffetlerini korusunlar, süslerini kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar…” (79).
OYUN-EĞLENCE
Kur’ân-ı Kerîm’de “oyun” mânâsına gelen ”la’ib” kelimesi ile bu kökten türeyen fiillerin kullanılışında büyük bir hassasiyet görülmektedir. Bu kelime, büyükler hakkında (80) veya “aldatıcı” olduğu belirtilen ’’dünya hayatı”nın tavsîfi sadedinde (81) veya mahlûkatın bir eğlence olsun diye yaratılmadığını beyan maksadlarıyla (82) kullanılır ve her defasında tezyifi (pejoratif) bir mâna taşır. Hiç birinde oyunu te’yîd eden, tasvîb ve ona teşvîk eden müsbet mâna görülmez.
Ancak, çocuklar hakkında müsbet mânada kullanılmıştır: Hz. Yûsuf için hile hazırlayan kardeşleri babalarına: “Ey babamız, biz Yusuf’a karşı hayırhah olduğumuz halde onu niçin bize emniyet etmiyorsun. Yarın onu bizimle berâber gönder de gezsin, oynasın biz onu her halde koruruz” dediler (82).
Bir peygamber olan babaları Hz. Ya’kub “oynamasına dâir teklîfi” reddetmiyor, ancak endişesini dile getiriyor: “Onu götürmeniz beni üzüyor, siz farkına varmadan onu kurdun yemesinden korkarım” der (83).
Âyet, çocuklar hakkında ”oyun”un cevazını ifâde etmekle kalmaz, oyun sırasında çocukların emniyetinin düşünülmesi gereğini ve ayrıca çocukların kurtla korkutulması eskiliğini de ifâde eder.
Çocukların oyun meselesi, Hz. Peygamber’in (aleyhisselam) hadîslerinde teferruatlı olarak ele alınmış, faydalı olan herçeşit oyun ve oyuncakların tecvizinden başka “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın” (84) hadîsinde ifâdesini bulan ayrı bir terbiye vâsıtası kılınmıştır.
TERBİYE YAŞI
Terbiyeyi ilgilendiren mühim meselelerden biri de terbiye yaşı ile alâkalıdır. Normalde âilenin sorumluluğuna düşen terbiye bülûğ çağına kadar olan terbiyedir. Kur’ân-r Kerîm’de de küçükken yapılacak terbiyeye temas edilir: “Ey Rabbim! Küçükken beni terbiye ettikleri gibi sen de onlara merhamet et’” (85),
Hz. Peygamber (aleyhisselam) küçüklükte öğrenilen bilginin ”taş üzerine nakış” gibi olacağını beyan etmiştir (86). Böylece terbiyede ”mümkün mertebe erken” prensibini koyan Hz. Peygamber’in (aleyhisselam) yeni doğan çocuğun kulaklarına ezan ve ikaamet okuması (87), konuşmaya başlar başlamaz Kur’an’ dan parçalar ezberletmeye başlaması (88) bu konudaki fiilî sünnetine dikkat çekici delillerdir.
KÜÇÜK YAŞTA HİKMET : Kur’ân, çocukların, doğuştan hiçbir ilimle mücehhez olarak gelmediklerini (89) ifâde etmekle birlikte istisnaî de olsa bâzı ferdlerin küçük yaşta ’’hikmet” sahibi olabileceklerini, bâzı peygamberlerden örnek vererek ifade eder. Kur’ânî örneklerden biri Hz. İsâ, diğeri Hz. Yahya’dır. Hz. İsa’nın daha ’’beşikte iken konuştuğu” (90), Hz. Yahya’nın ise ”çocukken hükme” (91) yâni ”hikmet, ilim ve nübüvvetle” (92) mazhar olduğu ifâde edilir. Hz. Yahya’nın kendisini oyuna çağıran çocuklara, daha sekiz yaşlarında iken “Ben oyun için yaratılmadım” şeklinde hakimane cevap verdiğini Hz. Peygamber hikâye etmektedir (93).
Erken tedris prensibinin, bir zamanlar İslam âleminde müesseseleşip, üstün kaabiliyetlerin erkenden parlamasını sağladığını göstermek için İbnu Sina, Süfyan İbnu Üyeyne, İmam Şâfiî, Buhârî gibi ünü günümüze kadar gelen büyüklerin, bugün için inanılmayacak kadar erken yaşlarda, kendi sahalarında ilmin zirvesine çıktıklarını belirtmek kâfidir. Nitekim, İstanbul fatihi Fatih Sultan Mehmed Hân da askerlik ve idâre sâhasında erken yaşlarda fevkalade yetişmişliğin bir başka misâlini teşkil etmektedir.
ÇOCUKLA İSTİŞARE : Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan, Hz. İbrahimle Hz. İsmâil arasında geçen kurban vak’ası şahsını ilgilendiren meselelerde ”çocukla istişâre”nin meşruiyetine işaret eder. Zira Hz. İbrahim rü’yasını onüç yaşlarında olduğu belirtilen (94) oğlu İsmail’e anlatarak ”Bir düşün ne dersini” diye fikrini sorar (95).
Keza, yedi yaşlarında olan (96) Hz. Yûsuf da kendi rü’yâsını babasına anlatmış, babası da onu ciddiyetle dinleyip tâbir etmiştir (97).
Hz. Ömer’in gençleri de dinlediği, çocuk yaşta olduğu için itirazlara sebep olan-İbnu Abbas’ı büyüklerin katıldığı istişâre meclisine aldığı meşhurdur (98).
KÜÇÜK KİMDİR? Burada, İslam âlimlerinin ”küçük” mevzuundaki kanaat ve telakkilerini belirtmede fayda var. Hz. Peygamber’in ehemmiyet verdiği “Büyüğe hürmet”, ’’küçüğe merhamet” gibi prensiplerin anlaşılması sadedinde İslam âlimleri, büyüklükte ölçüyü her seferinde “yaş” olarak görmemişlerdir. Birçok durumlarda şüphesiz yaşça büyüktük esas olmakla birlikte bâzı durumlarda ilim ve makam’ca büyüklük esas alınmıştır, Hakîki ilim sahibinin, yaşı ne olursa olsun ’’büyük”, câhil kimsenin de pîr-i fâni bile olsa “küçük”, keza kendi re’yi ile hareket edip Selef’i dinlemeyenlerin de ’’küçük” olduklarını ifâde etmişlerdir (99).
GENÇLER VE TEBLİĞ: Gençlerle ilgili olarak Kur’ân’da gelen iki hususun daha burada açıklanması uygundur:
1- Bütün peygamberlere (100) karşı çıkıp küfürde direnenler’in ittifakla kullandıkları bir tâbir: “Biz babalarımızı hangi din üzere buldu isek ondan ayrılmayız” cümlesi olmuştur (101).
Bu cümle yaşını başını almış: artık sözü dinlenir duruma gelmiş kiihûl’ün sözü olsa gerektir.
2- Cemiyetin küfre müstenid an’anesine karşı gelen ilk müminler ’’gençler” dir, Kur’ân bu hususla, alâkalı olarak birkaç örnek kaydeder: a) Ashâb-ı Kehf ”cemiyetlerinin dinsizliği sebebiyle” (102) mağaraya iltica eden ”birkaç genç” ten ibarettir. “Genç” kelimesi onlar hakkında iki kere tekrar edilir (103).
- b) Kavminin putperestliğine isyan eden Hz. İbrahim’in de “genç” olduğu âyette bilhassa tebârüz ettirilir: “O şöyle dedi: “Hayır; Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim” Allaha yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra, putlarınıza bir tuzak kuracağım, Hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü ona baş vursunlar diye sağlam bıraktı. Milleti: Tanrılarımıza bunu kim yaptı Doğrusu o, zâlimlerden biridir” dediler. Bazıları: ”İbrahim denen bir GENCÎN onları diline doladığını duymuştuk” deyince, ”O halde bunların şâhidlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin” dediler” (104).
SÜT DEVRESİ
Kur’ân-ı Kerîm’e göre, çocuğun terbiye ve bakımında en mühim devrelerden biri süt devresi olmalıdır. Zira bu devre ile alâkalı muhtelif âyetler gelmiş hükümler vazedilmiştir. .
Ahkâf sûresinde ’’Hamilelik ve sütten kesme müddetinin otuz ay” olduğu bildirilirken (105) Lokman sûresinde ise sütten kesme işinin iki yıl içinde olacağı (106) ifâde edilir. Bakara sûresinde de ”tam iki yıl’’ diye daha da sarahât kazandırılır. Ancak âyetin devamındaki açıklamaya göre, iki yıl emzirilmesi bir vecîbe değildir. Anne baba, anlaşarak, daha önce de sütten kesebilirler. Aynı âyetin bidayetinde ”annenin emzirmesi” medarı bahs edilmiş iken devamında, ’’sütannece” de verilebileceği dile getirilir. Âlimler, âyetten, çocuğu emzirme hakkının anneye âit olduğu, anne emzirmek istediği takdirde babanın sütanneye verme selâhiyetinin bulunmadığı hükmünü çıkarmışlardır (108).
Bir başka âyette de boşanan âilelerdeki emzikli çocuğun durumu ele alınmakta, bu durumda annesi emzirdiği takdirde annesine emzirme ücretinin verilmesi emredilmektedir. Annesine emzirtilmesi bâzı zorluklar çıkartacak ise, bir süt anneye verilmesi ayrıca tavsiye edilmektedir (109).
- ÇOCUKLARIN HİMÂYESİ
Daha önce işlenen bâzı bahisler ’’himaye” mânasına girerse de, himâyeyi tazammun etmek üzere İslam’ın derpiş ettiği bâzı meseleleri müstakillen ele almak gerekmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim de öyle yapmıştır: Çocukların himayesine mâtuf meseleleri umûmiyet itibariyle ”yetimler” le alâkalı olarak nazarı dikkate arzetmiştir. Yer yer göstereceğimiz üzere, yetim için teşri edilen esaslar, yetim olmayan çocuklar için de aynen vâriddir. Şu halde, İslam’ın bütün çocuklara şâmil himaye edici tedbîrlerini daha ziyâde yetimlerle ilgili olarak açıklamaya çalışacağız.
ÇOCUĞUN HİMAYE MEKANİZMASI
İslam fıkhı, annesi babası olan çocuğun meselelerinin yürümesinde babanın şefkatine güvenir. Hidâne denen ve istiğna yaşı olan on yaşlarına kadarki terbiyesini anneye veya anne tarafından kadın akrabalara verir. Malının ve nefsinin himayesini esas alan velâyeti ise babaya veya baba tarafından akrabalara verir, Velî (veya vasî) den mahrum çocukların velîsi SULTAN’dır. Yâni devlettir, devleti temsil eden mülkî âmirdir. Şu ‘halde çocuk, kırda veya câmi avlusunda bulunmuş bir ”lakît” bile olsa bir sâhibi var demektir.
YETİM: Bu kelime, lügat olarak, ’’yalnız’’ mânasına gelir. Bu aslî mânadan hareketle, anne veya babasını veya her ikisini de kaybeden küçükle, kocasını kaybeden kadına ’’yetîm” veya ’’yetime” denmiştir. Cessâs bu kelimenin, Kur’ân’ da, babasını kaybeden bülûğa ermemiş -kız veya erkek- çocuk için kullanıldığını açıklar (110).
Kur’ân-ı Kerîm’deki yetimle alâkalı âyetleri üç gruba ayırabiliriz:
1- Yetimlere iyi muameleyi emreden âyetler: Duha, Fecr, Mâûn sûrelerindeki âyetler gibi (111). Bu çeşit âyetlerde yetime iyi davranmak emredilir, kötü davranışlar şiddetle kınanır.
2- Yetime devlet yardımı meselesinin işlendiği âyetler: Buralarda yetimle alâkalı fiilî tedbîrler söz konusudur ve yardım fonları gösterilir: Ganimetten pay (112), Fethedilen yerlerden gelen maldan pay (113), Miras taksimlerinden pay (114) gibi ki bunların hepsi sâbit gelirler olabilecek şeylerdir.
3- Yetime bakacak velinin tâbi olacağı hükümler: Bu âyetlerde yetimin terbiyesi, malının korunması, yetimin hayata hazırlanması, evlendirilmesi gibi hususlar ele alınır. Bu gruba giren en mühim, âyetin meâli şöyle:
” Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda rüşd görürseniz mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan iffetli olmağa çalışsın. Yoksul olan uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, yanlarında şâhid bulundurun. Hesap sormak için Allah yeter” (115).
Yetimin Terbiyesi: Âlimler yukarıdaki âyetle bunu tamamlayan Bakara sûresinin 220. âyetini göz önüne alarak, yetimin terbiyesinde, onu aileye dâhil etmeyi, ailevi atmosfer içerisinde yetiştirmeyi esas almışlardır. Yetim çocuk, âile içerisinde, öz evlada yapılan muamele çerçevesinde terbiye edilecektir. Bu açıdan, bugünkü mânada, yetimevleri İslâmî ruha uygun değildir.
Yetimin Malının Korunması; Yetim rüşd yaşına kadar malı üzerinde tassarrufa yetkili değildir. Velîsi onun adına, belli kayıtlarla tasarrufta bulunur. Malın ticâret, kira gibi yollarla artırılması, çocuğun gerçek ihtiyaçları için harcanması, lüzumsuz harcamalar yapılmaması, velînin muhtaç olmadığı takdirde bakım ücreti almaması, çocuk rüşdüne erer ermez malı derhal, şâhidler huzurunda teslim etmesi velînin bağlı olduğu temel kaidelerdir. Velî gıda, giyecek, tahsil, çıraklık ve meslek öğretimi gibi gerçek masraflar dışında, lüzumsuz sayılacak masraflar yaparsa kendisine tazmin ettirilir.
Evlendirilmesi: Âyet-i Kerîme’nin üzerinde durduğu bir husus yetimin evlendirilmesidir. Bu âyette, bülûğa eren gencin, mümkün mertebe erken evlendirilmesi prensibi de görülmektedir. Yetîm, daha velîsinin vesâyeti altında iken evlendirilmesinin medâr-ı bahs edilmesi, gencin evlenme probleminin, onun şahsından ziyâde âilesinin bir meselesi olduğunu ifâde, eder. Âile bu meseleyi erkenden düşünecek, tedbîrini alacaktır. Nitekim bâzı hadîslerde, çocuğu evlendirmek babaya terettüp eden bir vazife olduğu, gecikme sebebiyle gencin işleyeceği günahtan babanın da sorumlu tutulacağı ifâde edilir (116).
Burada son olarak şunu da belirtelim ki, yetim hakkında kaydedilen hükümler, yetim olmayan çocuklar hakkında da câridir. Vasî kadar çok kayıtlarla olmasa bile, baba da çocuğunun malında tasarruf hususunda tamamen serbest değildir. Umûmî kaide, bülûğa kadar çocuğun malının ebeveyne haram olmasıdır. Çocuğun malından, onlar da zaruret olmadıkça kendi ihtiyaçları için harcayamazlar, harcadıkları takdirde çocuğa borçlanmış olurlar (117).
ÇOCUK ÖLDÜRME YASAĞI
Kur’ân-ı Kerîmin çocukla alâkalı mühim bahislerinden biri, çocuk öldürmekle alâkalıdır. Hz. İsmâil’in Kurbân edilmesiyle alâkalı kıssa (118) ile eskiliğine parmak basılmış olan ’’çocuk öldürme” âdetinin bilhassa Hz. Mûsa zamanında Firavunlar tarafından Yahûdi çocuklara yaygın şekilde uygulandığı dile getirilir (119). Câhiliye araplarının bâzan ar duygusuyla kızlara (120), bâzan da açlık korkusuyla kız ve erkek her iki cinse de uyguladıkları belirtilen (121) çocuk öldürme âdetini Kur’ân-ı Kerîm şiddetle yasaklar. Zamanımızda maltusculuk adı altında ilmî bir görünüm verilmek suretiyle ’’açlık patlaması” gibi tamamen muhayyel tehlikeleri ileri sürerek dünya efkar-ı umûmiyesini ¡ğfal ederek, ’’kürtaj” adı altındaki çocuk katliâmına da şâmil her çeşit katli yasaklayan İlâhî emirlerden biri şudur : ”Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de onları da rızıklandıran biziz” (122).
ÇOCUKLAR UĞRUNA CİHAD
Çocukların himaye ve kurtuluşunda, Kur’ân-ı Kerîm, hassasiyeti, hicret meselesinde onların düşünülmesini ve hattâ onların kurtarılması için cihâd etmeyi emredecek kadar ileri götürür: “Kendilerine yazık edenlerin canlarını melekler aldıkları zaman onlara; ”hayatta iken ne yaptınız bakalım” deyince, onlar: ”Biz yer yüzünde zavallı âcizlerdik” diyecekler. Melekler de: ”Allah’ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz yal” cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir. Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar” (123).
Müfessirler, âyetten, mürâhık çocukların hicretle sorumlu olduğu hükmünü çıkarırlar (124).
Şu âyetde, âciz durumda kalan ve yardım bekleyen erkek, kadın ve çocuklar uğrunda cihad emredilmektedir: Sîze ne oluyor da: ”Rabbimiz! Bizi halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sâhip gönder, katından bize bir yardımcı lütfet’” diyen zavallı erkekler, kadınlar ve ÇOCUKLAR uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (125).
- HUKUK AÇISINDAN ÇOCUK
ÇOCUK VE SUÇLULUK: Çocuk meselesinde islamın orijinal yönlerinden biri, suçluluk ve çocuk konusunda kendini gösterir. İslam, prensip olarak, çocuğu suça ve cezaya ehil görmez. Kur’ân’da gelen ve çocuğun tasarrufundaki kısıtlamalarla ilgili, yukarıda kısmen temas edilen hükümlerden başka Hz. Peygamber’in (aleyhisselam) hadîslerinde sarih olarak, çocuğun bulûğa erinciye kadar gerçek mânada suçlu addedîlemıyeceği ifâde edilmiştir:
”Üç kimseden kalem kaldırılmıştır (yaptıklarında hukukî sorumluluk yoktur) (126). Uyanıncaya kadar uyuyandan, bülûğa erinceye kadar çocuktan, aklı başına gelinceye kadar bunak {ve mecnûn) dan” (127).
İslamın, hukûkî ehliyet meselesinde çocukları büyüklerden kesinlikle ayırmış olması, çocukların sâdece mal mülk yönünden korunmuş olmasını sağlamakla kalmamış, onların şahsiyetini de korumuştur. Bâtı âlemi, yakın zamana kadar suçlu çocukları, büyükler için vazedilen aynı kanunlarla, aynı mahkemelerde yargılayıp, idama varıncaya kadar aynı cezalarla tecziye ederken İslam hukuku, çocuklara had tatbik edilemiyeceğini, terbiyevî maksada râci te’dib ve ta’zîrden öte ceza verilemiyeceğini kesin bir dille ifâde etmiş (123), ayrıca, çocuk mahkemeye celbedilebilir mi, edilemez mi münâkaşasını yaparak bir çok hususlarda celbedilemiyeceği görüşünü beyân etmiştir (129).
Çok zengin olan bu mevzuda teferruata girmeden, yukarıdaki hükme menşe olan bâzı temel kaideleri kaydedeceğiz:
1— Çocuğun getirdiği haber mûteber değildir.
2— Çocuk şehâdeti makbûl değildir.
3— Çocuğun ikrarı isbat edici değildir, kendi ikrarı ve başka çocukların şehadeti ile suçlu sayılmaz.
4— Çocuğa yemin teklif edilmez.
5— Nâdir durumlarda çocuk mahkemeye celbedilebilir.
6— Bulûğa yaklaşan çocuklara hapis cezası verilebilir, daha küçüklere verilemez.
ÇOCUĞA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER
Çocuk suça ehil görülmemiş olmakla birlikte, kendi nefsine karşı işlenen cinâyetlerde aynen büyük gibi kabûl edilmiştir. Babasının veya mualliminin terbiyevî müdahaleleri sırasında vukua gelenler dışında çocuğun şahsına karşı işlenen bütün cinâyetlerde o, büyük gibidir. Kısas ve diyet cezalarında câniye hafifletici hüküm uygulanmaz (130). .
MİRAS
Çocuk anne rahmine düştükten itibaren miras açısından bir kısım hukuka medârdır. O, anne, baba ve kardeşlere nisbeten doğmuş veya doğacak çocuklara göre çeşitli hukûkî meseleler ortaya çıkarmaktadır. Bunların teferruatına inmek ayrı bir konu olduğu için bu kadarcık bir işâretle yetineceğiz (131).
SONUÇ
Kur’ân-ı Kerîm, çocukla alâkalı temel bahislere, ya doğrudan doğruya veya dolaylı olarak temas etmiş, fezlekeler vermiştir. Biz bu tebliğde, ilk nazarda dikkatimize çarpanların mühimlerine işaret etmeye çalıştık. Kur’ân üzerinde, bu paralelde çalışmalar arttıkça, çocukla ilgisi kurulabilecek yeni âyetler ve meseleler tesbît edilebilecektir.
Sunulan bâzı açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Kuranda kısa olarak gelen fezleke ve işaretler, tek başlarına çocuk meselelerini aydınlatmaya yeterli değildir. Onların vuzuh ve tatbik gücü kazanabilmesi için hem hadîslerin ve hem de geçmiş asırlarda İslam âlimlerinin çıkardığı hükümlerin iyi bilinmesi lazımdır.
Gittikçe tekâmül eden insanlığa, yeni içtimâi ve teknik şartlar, çocuk mevzuunda da karmaşık meseleler getirmektedir ve getirecektir. Bunların çözümünde orijinal katkılarda bulunmak ve böylece yarının cihanşümul medeniyetinde şerefli yerimizi alabilmek için her meselede olduğu gibi, çocuk meselesinde de kaynaklarımızı iyi bilmemiz gerekmektedir.
(1) Ra’d J3,38.
(2) Hûd 11,44.
(3) Ankebût, 39,32; Hıcr 16,60; A’raf 7,83.
(4) Tahrim 66,10-11.
(5) Hud 11,45
(6) Yûsuf 12,84.
(7) Kasas 28,10-13; Tâ-Ha 20,40.
(8) İnsan 76,19; Tûr 52,24; Vâk-’a 56,17.
(9) Hûd 11,45-46.
(10) Mücâdile 58,2; Ahzâb 33,4.
(11) Ahzâb 33,37-40.
(12) Ahzâb, 33.4.
(13) Bak. Mâide 5.27-28; Yûsuf 12,3-9; Tâ-Hâ 20,25-35; 92-94; A’râf 7,150.
(14) Bakara 2,215. ■
(15) En’am 6, 151-153; Nisâ 4,36; Bakara 2, 83; Nemi 27, 19; Ankebût 29, 8; Abkâf 46, 15; Lokman 31,14; Meryem 19,14,32.
(16) İsra 17,23-24.
(17) İbrahim 14,41.
(18) Âl-i îmrân 3,14.
(19) Sebe’ 34,34-35.
(20) Mü’rninûn 23,55-56.
(21) Furkân 25,74.
(22) ÂI-i îmrân 3,35,38; Bakara 2,28, Ahkâf 46, 15; A’râf 7,189,
(23) Ât-i lmıân 3,36.
(24) İbrahim 14,35. ■
(25) Â!-i İmrân 3,39-40; Hz. İbrahim.için bak, Hûd 11,70-72.
(26) Hûd 11,70 72.
(27) Sebe 34,37.
(28) EnHâl 8,27-28.
(29) Tegâbün 64, 14.
(30) Nisi 4,3.
(31) Nisa 4,25.
(32) Bakara 2,221.
(33) Nûr 24,3. .
(34) Nûh 71, 26-27. ‘
(35) Müslim Rada 53; Tirtnizî, Nikâh 4; Ncsâî, Nikâh 10; Aliyyü’l-Kaari, Şerhu Aynil-İlm ve Zeyni’l-HıTm, Beyrut, 1352, 1, 234.
(36) Nûr 24,33.
(37) Bııhârî, Savm 10; Nikâh 8.
(38) Nisa 4, 34.
(39) Ahzâb 33,33.
(40) Bakara 2,233.
(41) Bak. İbnu Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Mısır 1272, 1,548; Kâsânî, Bedâi, Beyrut, 1972, 4,24; Nevevî Şerhu Müslim Mısır, tarihsiz, 14,164-165.
(42) Tahrîm 66,6.
(43) Bak. Râzî, Tefsîru’l-Kebîr, Kahire, târihsiz, 24,31; Zemahşeri, Keşşaf, Beyrut, tarihsiz, 4,128; İbnu Kesir, Tefsir, Beyrut, 1966, 7, 58-59.
(44) Zümer 39,15.
(45) Şûra 42,45. ,
(46) Nahl 16,57-59; Zuhruf 43, 16-18; Saffât 37, 153-155.
(47) Zâriyât 51, 49; Ra’d 13,3; Nebe’ 78,8; Rûm 30,21; Necm 53 , 45-46; Şûrâ 42, 49-50.
(43) Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, Beyrut, 1972, 2, 297; 4,84.
(49) Bak. Talâk 56,6; Bakara 2,232.
(50) Ebû, Beki Îbnu’l-Arabî, Ahkâmul-Kurân, Mısır, tarhsiz, 1,327; İbnu Âbidîn, a.ge.e. 3,314.
(51) Bakara 2, 132.
(52) Nisâ 4,97, 100
(53) İbrahim 14,37.
(54) Lokman 31,13, 16-19; İbrahim 14,40; Meryem 19-55.
(55) Tâ-Hâ 20, 132,
(56) Ankebût 29,8; Lokınân 31,15.
(57) Meryem 19,47-48.
(58) Âi-i İmrân 3,20; Mâide 5, 92; Râ’d 13, 40;Nahl 16, 35; 82; Nur 24, 54; Ankebût 29, 13; Yâsin 36,17; Şûra 42, 48; Icğâbün 64, 12; Gâyiye 88, 21-22.
(59) Müslim, İmân 374,
(60) Nûh 71, 5-8.
(61) Hûd 11,43.
(62) Ahkaf 46, 17 18.
(63) Mü’m’nûır 23,51.
(64) Bakara 2,172.
(65) Buhârî, Büyü 15; Müsnedu Atımed 4,141-
(66) Zuhruf 43,32. .
(67) Necin 53,39. ‘ ’
(68) Kasas 28,77.
(69) Bakara, 2, 200-202.
(70) Furkân 25,74.
(71) Bakara 2, 127-129.
(72) Bakara 2, 124.
(73) Bak. Şerbinî, Muğnl’l-Muhtâç, Mısır, 1958, 3, 458; Üstrûşem, Abkûmu’s-Sığar, Mısır, 1301, 1, 215-216.
(74) Nûr 24,31.
(75) Bak. Râzî, a.g.e. 23. 209; Ibnu Kesir, a.g.e. 5, 92.
(76) Ebû Dâvııd, Salât 26; Müsııedu Ahmed 2, 180, 187; Münâvi a.g.e. 5, 521, Heysamî, Mec- maVz-Zevâid, Beyrut, 1967, 1, 294; Dârdkutnî, Sünen, Medine, 1966 1, 230.
(77) Mûr 24,58..
(78) Nûr 24, 59.
(79) Nûr 2, 30-31. .
(80) Tevbe 9,65; Mâide 5, 57, 58; En’âm 6, 70; A’râf 7, 51; Enbiyâ 21,55; Zubruf 43, 38; Meâric 70, 42.
(81) En’âm 6,32; Ankebût 29,64; Mohammed 47, 36; Hadid 57, 20,
(82) Enbiyâ 21, 16; Duhân 44, 38.
(83) Yûsuf 12,11-13.
(84) İbııu Hamza el-Hüseynî, el-Beyân ve’t-Ta’rîf, Haleb, 1329, 2, 228.
(85) Isrâ 17, 24.
(86) Heysem!, a.g.e, 1, 125.
(87) Hâkim, el-Müstedıek, Beyrut, 1335, 3, 179; Tirmjzî, Edâhî, 17; Ebû Dâvud, Edeb 108.
(88) İbiıu Ebî Şeybe, Musannaf, Haydarâbâd, 1966; 1, 348; Abdıırrezzak, Musannaf, Beyrut,
1970, 4, 334. .
(89) Nah! 16, 78.
(90) Meryem 19,29-33.
(91) Meryem 19,29-33.
(92) Râzi, a.g.e. 21, 191.
(93) Münâvî a.g.e. 4, 28-29; İbnu Kesîr, a.g.e. 4, 442.
(94) Râzİ, a.g.e. 26, 152, – ‘
(95) Saffât 37, 102.
(96) Râzi 1-8,87.
(97) Yûsuf 12, 6.
(98) Buhârî, Tefsir 110, sûre; el-Muttakî el-Hindî, Kenzu’l-Ummâî, Haydarâbd, 1945, 10, 150.
(99) îbnu Abdılberr, Câmiu Beyân’i-Iİ’m, Medine, 1968, 1, 209.
(100) Zııhruf 43,22-23,
(101) Mâide 5,104; A’râf 7 ,28; Yûnus 10, 78; Enbiyâ 21, 53; Şuarâ26,74; Lokman 31,21
(102) Kehf 18, 15,
(103) Kehf 18, 10, 15.
(104) Enbıye 21, 56-61.
(105) Ahkâf 46, 15.
(106) Lokman 31, 14.
(107) Bakara 2, 233.
(108) Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, Mısır, Tarihsiz 2, 105.
(109) Ta’âk 65, 6.
(110) Cessâs a.g.e, 1, 12,
(111) Duhâ 93, 6-9; Fecr 89, 1?; Mâtm 107, 1-3; Beled 90,8-16; Bakara 2, 83, 177,214.
(112) Enfâl 8,41.
(113) Haşr 59,7
(114) Nisâ 4,8.
(114) Nisâ 4,8.
(115) Nisâ 4,6,
(116) Tebrizî, M’şkâtu’i-Meslbîh, Dımeşk, 1961, 2, 170,
(117) Üstrûşcnî, a.g.e. 1, S5;l, 98, 1,146, 1,148, 2,62.
(118) Saffât 37, 101-102.
(119) Bakara 2,49; Ar’râf 7, 127,141; İbrahim 14,6; Kasas 28. 4: Mü’mı’n 40, 25.
(120) Tekvîr 81, 8-9. ■ (121.) En’âm 6, 140: Saff 61. 12.
(122) İsrâ 17, 31; En’âm 6, 15.
(123) Nisa 4, 97-98.
(124) Râzi, a.g.e. 11,13; Kcşiâf, a.g.e. 1, 1,557.
(125) N’ısâ 4, 75. .
(126) Bak. Mubârekfürî , Tuhfetu’l-Ahvazî, Kahire, 1963, 4, 685.
(127) Tirmizî, Hudud 1 (Hadîs Nesâî, Efcû Dâvud ve İbnu Mâce’ds de mevcuttur). Tirmizî bu hadîsle bütün âiimlerin amel ettiğini belirtir).
(128) Bu mevzu üzerine bir kısım müdellel açıklamaları görmek için İslamda Çocuk Haklan (İstanbul 1980, Yeni Asya yayınları) adlı kitabımız görülebilir, s. 37-57.
(129) Bu mevzu üzerinde geniş bilgi, tercümesini neşrettiğimiz, Üstrûscnî’nin Ahkâmu’s-s’ğar adlı kitabının Kerâhıyât, Şehâdât, Edebü’l-Kaadı gibi muhtelif bölümlerinde bulunabilir.
(130) Üstrûşenî, Ahkâmu’s-Sığar, 2,18.
(131) Şu âeyetlere bakılabilir: Bakara 2, 4,11-12, 176,233,238; Nisâ 4,7,11,23,33,176; Talâk 65,4-6.
]]>