Her sabah güneş, ağaçların dalları arasından sızarak, altın ve yakûttan çubuklarıyla yaprakların cümbüşünü başlarımızın üstüne salar.. gözlerimizin içine sokar; derken, en tatlı esintilerle, güneşli, neşeli, pırıl pırıl bir yeni gün çadır ve çardak-larımızın içine dolar; dolar da bizleri en başdöndürücü rüyâlar âleminde yaşatırdı.
Kuşluktan sonra o olgun ve herkesi kendi rûhuna çeken sımsıcak, oldukça ağır saatler bastırır ve hepimizi çamların, çınarların bağrına iterdi. O incelerden ince rüzgârların dokunmasıyla ses veren yaprak hışırtıları arasında, çağrışımların “tedâyî” sergilediği zaman dilimlerinde dolaşır, yer yer sıcağın rahatsızlığından mırıldanan nefsin diliyle “Bu sıcakta harp u darbe çıkmayın!” vesveseleriyle sarsılır.. ve arkasından da “Ne olurdu, cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu anlayabilselerdi!” soluklarıyla irkilir, toparlanır, kendimize gelir ve âdetâ sabahın, serin, güzel, mavimtırak saatleri içinde bir başka âlem, bir başka derinliklere açılır gibi olurduk.
Böyle anlarda dünyâ ve dünyânın ukbâya bakan yamaçlarını mırıldanmak için şair, içiçe bu güzellikleri resmedip ebedîleştirmek için ressam ve “tın tın” âhengiyle sermest olduğumuz tabiî koroları duymak, onlara ses katmak için de mûsikîşinas olmayı kim bilir kaç defa arzulamış, sonra da inlemişizdir…
İkindi sonrası o mavimtrak saatlerde, güneşin altın ışıkları yavaş yavaş erimeye yüz tutar.. bizler de daha içli, daha derin akşamların mor saatlerini hissetmeye başlardık. Güneş, elindeki sarı mendilini çamların, çınarların üstünde bize sallarken, gurubu bütün tahassürüyle duyar, ürperir ve yavaş yavaş solan her şeyin çehresinde fenâ ve zevâlin o titreten damgasını görür, tam “Ben batıp gidenleri sevmem.” mülâhazasıyla sarsılıp yıkılacağımız an “Ben, boyun eğip, gözümü, gönlümü gökleri ve yeri yaratan Allah’a çevirdim.” nefesleriyle yeniden toparlanır ve gecenin, insanları derin mülâhazalara salan iklimlerinde dolaşmaya hazırlanırdık.
Akşamla beraber, her zaman tatlı tatlı esen rüzgârlar biraz sertleşir.. bazen de poyraz gibi iliklerimize işlerdi. Ve bu esnada, ağaçlara taht kurmuş gündüzlerin bütün gazelhanları susar, onların yerine gece bülbüllerinin sesleri duyulmaya başlardı. İleri saatlere doğru daha da koyulaşıp tatlılaşan renkler, daha tesirli, daha büyüleyici bir hâl alırdı ki, çok defa kendi kendimize “Yolu bu kadar zevkli olunca, acaba Cennet nasıldır?” der, tahayyürden düşüncelere dalardık. Lambaların bütün bütün fersizleştiği bu alaca karanlık içinde, her şey ve hepimiz olduğumuzdan daha farklı görünür ve hakîkatın hayâle karıştığı bu büyüleyici atmosferde, zaten her biri birer velî namzedi olan kamp sâkinleri, daha çok rûhânîleri andırmaya başlar ve bu masmâvi iklim bir çay gibi içimize akar-dururdu.
Yatma zamanı gelince, bir iki küçük kandilin dışında bütün ışıklar söner.. fâniliğini hatırlayan ve bu yolda düşünmeye yelken açan gavvâs ruhlar, âdeta bir inzivâ demi içine girer; değişik yollardan öteleri kurcalar; ayrı ayrı dillerle, semâların kapılarını zorlar ve saadet asrı insanının iniltilerine benzeyen çığlıklarla gönüllere bir başka ürpertiler salarlardı…
Hele, günün belli vakitlerinde müşterek namaz, müşterek tesbîh ve müşterek duâların aramıza bir inişi vardı ki, onlarla beraber, onları indiren meleğin yumuşacık, incelerden ince ve pırıl pırıl ellerini âdetâ başımızın üzerinde hissederdik… Namaz ve duâlar, o inanılmaz tılsımları ve ifade edilememiş manâ-larıyla ruhlarımızın en derin yerlerine kadar girer ve göz hadekalarımıza semâvî seyahatin haritalarını sererlerdi.
Kamp bence, arkadaşlarımın sevimli mevcudiyetinin, onlara şefkat ve muhabbetin tatlı tatlı esip durduğu bir mübârek bucaktı.
Hepimiz orada, bir ruh kovanındaki arılar gibi, bir elimiz çiçeklerde, bir elimiz de peteklerde, çiçek özü ve bal arası gelip-giderdik. Bu duygu ve düşünce ruhumuzla öyle kaynaşıp bütünleşmişti ki, aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen, ben hâlâ, o günleri bütün kalbimde, bütün canımda, bütün benliğimde dipdiri hissetmekteyim.
Kamplarda geçirdiğimiz o alabildiğine duygulu ve alabildiğine aydınlık dakikalar; bilhassa, ibâdet, sohbet ve ders müzâkereleri esnasında öylesine renklenir, öylesine derinleşirdi ki, hepimiz âdetâ uhrevîlerle kucaklaşır gibi olurduk. Cennet, ceddimizin esas yurdu olması itibariyle, ruhlarımıza kendisini bir sıla hasreti içinde hissettirdiği gibi, biz de, kamptaki saat ve dakikaları, âhiretin o olgun, ciddî, yumuşak iklimini ve bizi kullukta istihdam eden Zât’ın, bize olan vaatlerini tahakkuk ettireceğini bir nûr, bir ziyâ tayfları içinde duyar ve kendi kendimize: “İşte hayat böyle olur” derdik.
Ben, böyle nurlu ve bereketli bir geçmişin ziyan olacağına inanmak istemiyorum. Zirâ, o günler, dar bir zaman dilimi içinde geçip-gitse de, bizim için bütün bir geçmişi rasat etme kuşağı ve bütün bir geleceğin de rüyâlarının görüldüğü berzâhî haritalar olmuştu.
Şimdi, rûhumdaki her hâtırâyı karıştırdıkça görüyorum ki, o yumuşak, şefkatli, sihirli, şiirli günler, hâlâ içimde dipdiri ve mevsim tanımadan tomurcuk tomurcuk açılan güller gibi, hiç durmadan solar-solmaz hemen yeniden açılıyor, rûhumda en romantik duyguları tutuşturuyor ve zaman zaman hâtıraları öyle canlandırıyor ki, kendimi hâlâ o üfül üfül ağaçların altında ağustos böceklerinin sesleriyle, nûr soluklu, ışık soluklu talebelerin tesbîh, temcîd ve ilâhî sadâlarının birbirine karıştığını ve farklı bir koro teşkil ettiğini içimin derinliklerinde duyuyor ve burkuntu karışımı bir hazla tâli’ime tebessüm ediyorum.
Kim bilir kampların bize açmadığı daha nice sırlar vardı! Biz onlardan düşünce ve tahayyül kuşağımıza girenleri yakaladık ve kırık-dökük arzetmeğe çalıştık. Yine de onlar, benim için sonsuza kadar hayatın en renkli dakikaları olarak kalacaklardır.
Eğer ötelere seyahatımızda, herkese birer hâtıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerinden başlayarak, kampların, o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyâlı mâvi hâtıralarını alır götürürdüm.
O günleri bizimle beraber yaşamayanlara, kampların hülyâlı iklimini anlatmanın çok zor olduğunu bildiğim halde, yine de anlatmak istedim. kim bilir, belki de bendeki bu anlatma hissi, anlatma kabiliyetimin yetersizliğini görüp de, o günleri gerçek buudlarıyla dile getirebilecek istidatları, kampları araştırmaya sevketmek için olmuştur. O kadarcık olsun, yararlı olduysam kendimi bahtiyar sayarım.
Yazar: Fethullah Gülen, Sızıntı, Temmuz 1990, Cilt 12, Sayı 138
Üstad Hazretleri’nin Dördüncü Söz’de anlattığı hikâyeciği pek meşhurdur. “Bir zaman, bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, her birisine yirmi dört altın verip, iki ay uzaklıkta, has ve güzel çiftliğine ikâmet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lazım bazı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır; hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.” diye konuşan Üstad, daha sonra hangi misalin neye karşılık geldiğini tek tek açıklar. Buna göre yirmi dört altın, bir güne tekabül eden 24 saattir.
Belgeselde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin gündelik hayatından önemli kesitlerin yer aldığı, talebe ve ziyaretçilerin 24 saati de izleyiciyle paylaşıldı.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin odası bir paravanla ayrılmış iki bölmeden oluşuyor. Bir bölümde çalışma masası ve kitaplar, diğer bölümde tek kişilik bir yatak yer alıyor. Günde 3-4 saat uyuyan Fethullah Gülen Hocaefendi, teheccüd namazlarını aksatmıyor, bütün namazları misafirleriyle birlikte cemaatle kılıyor. Sağlığı müsait olduğu müddetçe namazları kendisi kıldırırken bazen de arka sıralarda saf tutuyor. Sabah kahvaltısı sonrası dileyenler odasına gidip istirahat ederken ya da bahçede yürürken o talebeleriyle birlikte tefsir ve fıkıh dersleri yapıyor. Sağlığı elverdiği ölçüde namaz sonralarında odada bulunan kişilerle sohbet ediyor, hal hatır soruyor. Uzun zamandır görmediği kişilerle hasret gideriyor. İkindi sohbetleri, dua saati derken yatsı sonrasında kendisiyle görüşmek isteyenlerin hatırını kırmıyor. Herkesin odasına dağıldığı saatlerde kendisi de odasına çekilip hem ibadetine devam ediyor hem de yeni kitapları üzerinde çalışıyor.
Pensilvanya eyaletinde yer alan ‘İbadet ve Dinlenme Merkezi’nde hayat 24 saat ibadet ve kitap okuma üzerine kurulu. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin merkezin sadece bir odasını kullandığı yerde misafirlerin kalması için yapılmış evler var. Ağaçlarla çevrili alanda Fethullah Gülen Hocaefendi, kaldığı odanın kirasını kitap teliflerinden aldığı parayla ödüyor. Misafirlerin daha rahat etmesi için yapılmış olan yeni binadaki odasını kısa bir süre kullandı. O bina cuma ve bayram namazları ile çevreden gelenlerle yapılan yoğun katılımlı İkindi Sohbetleri’nde kullanılıyor. Yıllar önce yapıldığı için yıpranan iki katlı ahşap yapının tamir edilmesinin ardından yeniden eski binaya taşındı. Ziyaretçilerin ‘kamp’ olarak adlandırdığı mekâna gelenler bir anlamda kaldıkları süre içinde derviş hayatı yaşıyor. Televizyon izlenmiyor, internete girilmiyor. Bazen tek bazen iki çeşit yemeğin yapıldığı kampta kalanlar bu süre içinde namaz kılıp Kur’an-ı Kerim okuyor, tefsir dersini takip ediyor. Kampta hayat, teheccüd namazlarıyla başlıyor. Cemaatle kılınan sabah namazının ardından tesbihat ve Risale dersi yapılıyor. Mütevazı bir kahvaltının ardından öğleye kadar dileyen tefsir, tasavvuf ve fıkıh dersini takip ediyor, öğle namazı ve tesbihatın ardından yemek yeniyor, ikindi namazına kadar yine kitap okunuyor. İkindi ve tesbihatın ardından bazı günler Fethullah Gülen Hocaefendi ‘Bamteli’ adıyla yayınlanan sohbetleri yapıyor. Olmadığı günlerde ise namaz sonrası misafirleriyle sohbet ediyor. Ardından Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de katılımıyla dua saati yapılıyor. Akşam namazı ve ardından yine tesbihat yapılıyor ve yemek yeniyor. Arada kalan boşlukta Kur’an ya da kitap okunuyor. Yatsı namazı ve tesbihat sonrası misafirler kendileri için ayrılan evlere geçiyor.
]]>