NeFeKa kelimesi sözlükte, Arap tavşanı, tarla faresi ve kertenkele gibi köstebekgiller familyasının yuvalarından bir diğerine hızlıca geçmesi, durmadan tünel kazması, kafasını hızlıca çıkarıp sokması, bir yerde sâbit durmaması’ gibi anlamlara geldiği gibi ‘eksilmek, tükenmek, yok olmak, gizlice geçip gitmek’ manalarıyla birlikte, ‘ikiyüzlülük, dedikoduculuk, geçimsizlik, yalan, hile, kandırma, riya, içindekinin zıddını söyleme, söylediğinin tersini gizleme” gibi anlamlara gelir.
Terim manası ise, kalbiyle inanmadığı halde inkârını saklayıp dili ile inandığını söyleyen, zâhiren Müslüman gibi gerçekte ise kâfir olan, olduğu gibi görünmeyen kimsedir. Köstebeğin gizli çıkış yerine nâfika denmesine kıyas edilerek ikiyüzlü olan bu tipe münâfık denmiştir. Münafığın bu davranışına nifak denir. Nifakın esası, kalben ve gizliden gizliye inanmaz iken, dil ile iman ikrarında bulunmaktır. Amel-söz uyuşmazlığı, nifakın en temel öğesidir.
Münafığın halini ifâde eden nifak kelimesi, “NeFeKa” fiilinin üçlü yapısından geldiği halde, münafık kelimesi “NeFeKa” fiilinin dörtlü yapısının mufâale kalıbından gelir. Bu son derece manidardır. Zîrâ bu kalıp müşâreket/isteşlik ifade eder. Bu kalıbın kullanılması, münafığın gerek kendine, gerek Allah’a gerekse başkalarına karşı net bir tavır sergilemeyip ikili bir pozisyonda olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyar.
Nifakın Çeşitleri
Nifak, kalbte olursa küfür, amelde olursa suçtur. Bu yüzden münafıklardaki nifak hâli îtikâdî ve amelî olarak iki grupta toplanır.
İtikâdî Nifak: Bu çeşidi hâlis ve kısmî olmak üzere iki türlüdür. İnanmadığı halde inanmış görünmek hâlis nifaktır. Kısmî nifak ise, imân ile nifak arasında gidip gelmek, bocalayıp durmak, tereddütle birlikte sürekli çatışma halinde olmaktır.
Amelî Nifak: İtikadında nifak söz konusu olmayan bir Müslüman’ın bazı tutum ve davranışlarında amel yönüyle nifak içinde bulunma halidir.
Münafıkların Kur’ân’da Zemm Edilmesi
Kur’ân münafıkları birçok farklı şekillerde zemmetmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Müjdele” ifadesi tehekkümî (alaylı) bir üslûptur. “Korkut” kelimesi yerine alaylı bir tarzda “müjdele” denmiştir.
Küfürlerine bir de İslam’la alay etmeyi ekledikleri için cehennemin en derin yeri onlara ayrılmıştır.
Temsildeki ateşi yakan kimse, münafığa; çevrenin aydınlanması iman izharına, ateşin sönmesi iman etmiş görünerek elde ettiği faydaların kesilmesine işaret eter. Sahte de olsa imanlarını izhar ettikleri için, canlarını mallarını ve evlatlarını korudular. Üstüne bir de ganimet aldılar. Ayetteki “nur” ile ifade edilen bu dünya menfaatları olabilir. Münâfıkların beş duyu organları zahiren sağlamdır, ama hakikatte gerçek fonksiyonlarını icra etmez. Bu yüzden kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun haşredileceklerdir.
Burada açık istiare vardır. Bir şey alırken bir bedel ödenir. Akıllarıyla övünen münafıklar hidayeti verip, dalâleti satın aldılar. Dolayısıyla zararlı bir alışveriş yaptılar. Çünkü ticâri ilişkilerde hem sermayeyi koruma hem de kâr etme maksadı vardır. Bunlar ise her ikisinde de zarardadırlar. Hem iman sermayesini kaybetmişler hem de iman çekirdeğinin meyvesi cenneti yitirmişlerdir. Çiftli yüzlü münafıkların iki yönden de zararda oldukları ayetin son cümlesiyle vurgulanmıştır.
Bu ayette benzerlik yönü birden fazla olduğu için temsilî teşbih vardır. Münafıklar, Yahudileri Müslümanlara karşı savaşa kışkırtma hususunda “şeytan” gibidirler. Çünkü şeytan insanı devamlı küfre davet eder, Allah’a karşı isyana kışkırtır ve bunu yaparken Allah’tan korkmaz. İnsan küfredince de, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım, der işin içinden sıyrılmak ister. Şeytanın bu sözü yalan ve riyâdır. Şayet Allah’tan gerçekten korksaydı, emrine uyar ve isyan etmezdi. Bu ayet ile Bakara suresindeki “Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında” ayeti arasında bağlantı olabilir. Orada kastedilen, Yahudiler burada ise münafıklardır. Demek ki her iki grup ve şeytan kötülükte birleşip şer üçgeni oluşturmuşlar. Münafıklardan en çok bahseden Tevbe ve Münâfikûn sûreleri vardır. Bu iki sureye çok kısa göz atalım.
Tevbe Sûresinde Zemm: Tevbe sûresine zemm açısından genel olarak baktığımızda, Münâfıkların şu hususlarda yerildiklerini görüyoruz.
Tevbe Sûresi 42-49 ayetleri Tebük savaşına katılanları övüyor, geri kalanları ise yeriyor. Bu yergiyi haber verme ve itnâb üslûbuyla yapıyor. İtnâpla açıkladığı hususlar, Münafıkların yalanları, kaplerindeki şüpheleri ve iman etmede kararsız olmalarıdır. Savaşa gitmemek için bahane uydurmaları yerilmiştir. Çünkü savaştan geri kalmak çok büyük bir ayıptır. Savaşa ancak, yaşlılar, sakatlar, çocuklar ve kadınlar gitmez. Yani, ne diye ödlek tavuklar gibi savaştan kaçıyorsunuz veya koca karılar gibi evde oturuyorsunuz. Zaten gitseniz de fitne çıkarmaktan başka bir iş yapmazsınız, denerek azarlanmışlardır.
Bu ayetler, münafıkların iyi amellerinden herhangi bir şeyin, Allah katında makbul olamayacağına delâlet etmektedir. Çünkü onlar, iman etmezler, ibadette gevşektirler ve isteyerek vermezler. Kâfir vasfına bedel fâsık sıfatı seçilmesinin sebebi, münafıkların imanı izhar edip küfrü gizlemeleridir. Fâsık olmaları te’kîd sanatıyla bildirilmiştir. Sonra bu hükmün sebepleri itnâp ve tezyîl sanatlarıyla açıklanmıştır. Bu ayetler münafıkların âhirete yönelik ümniyyelerini boşa çıkarmıştır. Dünyadaki mallarının ve evlatlarının da imrenilecek yanı olmadığı belirtilerek dünyaya yönelik umutları da suya düşürülmüştür. Daha sonra da menfaat için yalan yere yemin etmeleri ve tamahkârlıkları yerilmiştir.
Burada benzeme yönü hazfedildiği için teşbih-i beliğ sanatı vardır. Yani o, her gelen sesi ayırt etmeden içine alan bir kulak gibidir. Münafıkların “kulak” sözünden kastettikleri şudur: “O peygamberin zekâsı yoktur, anlayışı kıttır, kalbi saf ve duyduğu her şeye hemen inanır!” şeklindeki bir hakarettir. Oysaki Rasûlullah onların menfaati için kulaktı. İyi niyeti sû-i istimal eden münâfıklar Allah’a ve Rasûlune düşmanlık ettikleri için azarı hak ettiler. Allah onlar hakkında sûre ve pek çok ayet indirerek yüzlerindeki iman maskesini düşürdü.
Görüldüğü gibi, âyetler münafıklar için “dost” tabirini kullanmıyor ve sadece birbirlerinden olduklarını haber veriyor. Çünkü münafıklar arasında hiç kimseye karşı dostluk söz konusu değildir. Onları birbirine bağlayan tek bağ sadece menfaattir. Münafıklar, menfaatları icabı Müslümanlardan olduklarına dair yemin ederler, ama aslında onlar birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan hâinlerdir. Fiilleri Mu’minlere zıttır; ele geçirdikleri propaganda vasıtalarıyla iyiliği engelleyip kötülüğün yayılması için çalışırlar. Allah’a itaat etmeyi unutup fâsık olmaya devam ettikleri için Allah da onları lânetlemiştir. Allah’ın lânetinden daha kötü başka ne olabilir ki!
Nifaka devam edip kendinize yazık etmeyin, denerek onların davranışları kınanmış, akıllarını başlarına toplamaları için ültimatom verilmiştir.
Allah Teâlâ münafıklardan, birtakım çirkin sıfatlarını bırakmalarını istedi ve onlara zaman tanıdı. Fakat onlar bu zamanı daha fazla fitne çıkarmak için kullandılar. Allah da onları çeşitli cezalarla tehdit etti ve münafıklara daha sert davranılmasını emretti.
Ayette belirtildiği gibi münafıklar kendilerini gizlemek için mescit yaptılar. Asıl niyetleri kaos çıkarmak için planlama merkezi yapmaktı. Hâlis niyetle yapılmayan bu mescidi Allah zemmedince, Rasûlullah da yıkılması emretti.
Bu sûrede anlatılan Münâfıklara yapılan yergiler, akîdevi ve amelî olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Akîdevî zemm, çift yüzlü olmaları ve Rasûlullah’a hakâret etmeleri kınanmıştır. Allah da onların gerçek yüzlerini ortaya çıkarmış ve onları rezîlü rüsvâ etmiştir. Amelî zemm ise, mâli destek vermeyi vaad ederek cihattan kaçan münâfıklar, bozguncu ve samimiyetsiz oldukları için yerilmiştir. Şerrin odak noktasında oturan münafıklara hem dünyada hem de ahirette büyük azap hazırlanmıştır.
Münâfikûn Sûresinde Zemm
Bu sûreye zemm açısından genel olarak baktığımızda, münafıklara yapılan yergiyi akîdevî, amelî ve ahlâkî olarak üçe ayırabiliriz.
Allah Teâla, münâfıkların riyâlarını, yalanlarını ve yemini kendilerine siper edinmelerini yermiştir. Zâhiri imanlarından içlerindeki küfre döndükleri için kalplerini mühürlemiştir.
Allah, verilen haberde asla şüphe olmadığını vurgulamak için “yemin, inne edatı ve te’kit lâmı” kullanmıştır. Münafıkların Hz. Peygambere dedikleri “Sen Allah’ın peygamberisin” sözünün aslında doğru olduğunu, ancak söylediklerine inanmadıkları için yalancı olduklarını ifade etmek üzere getirilmiştir. Ayetteki “kalkan” kelimesi istiaredir. Kalkan nasıl insanı kılıç darbelerinden koruyorsa, onlar da yemini, Müslüman görünerek mallarını ve canlarını korumak için kullanmışlardır. Birbirine zıt olan iman ile küfür aynı cümlede zikredildiği için tıbâk sanatı vardır. Kalbe mührün vurulmasında kinaye vardır. Onların kalpleri ağzı kapatılıp mühürlenen bir kap gibidir. Artık içine bir şey girmez.
Münâfıkların cüsseleri alımlıdır, ama içleri koftur. Dilleri ve bedenleri övülüyor gibi yapılıp yerilmiş ve duvara dayalı keresteye benzetilmişleridir. Allah’a ve Rasûlune isyankârlıkları ve fettanlıkları yerilmiştir
Bu âyet-i kerimede münafıkların iki belirgin vasıflarından bahsedilmiştir. Birincisi, cismaniyet ve beden itibarıyla dikkat çekici olmaları, görenlere tesir edecek ölçüde şık giyimli ve göz alıcı olmalarıdır. İkincisi, dili güzel kullanma konusunda fasih ve edebî bir üslûba sahip olmaları, konuşurken veya yazarken çevrelerindeki insanları âdeta büyülemeleri ve konuştuklarında sözlerini dinlettirmeleridir. Münâfıklar bütün bu güzel özelliklerine rağmen ayette teşbih sanatıyla kerestelere benzetilmişlerdir. Kerestenin dış görünüşü güzeldir, ama ruhu ve meyvesi yoktur. Münafıkların da kılık kıyafetleri ve konuşmaları düzgündür, ama imanları ve sâlih amelleri yoktur. Onlar kütük gibi kaskatı ve serttirler ve kalpleri mühürlenmiştir. Hak ve hakikat adına hiçbir şey anlamazlar. İçlerinde iyilik namına hiç bir şey yoktur.
Bu ayetteki cümleler birbirine atfedilip bağlandığı için vasl sanatı yapılmıştır. Münafıkların kalıplarının ve sözlerinin hoş olması ilk bakışta sanki güzel iki vasıfmış gibi görünüyor. Ancak, bu onları methetmez bilakis zemmeder. Çünkü kemâlât dışta değil içtedir. Dışları gibi içleri de hoş olsaydı her patırtıyı kendi aleyhlerine sanmazlardı. İkiyüzlü oldukları için alabildiğine korkaktırlar; zira gerçek yüzlerinin ortaya çıkmasından sürekli endişe duyarlar. Onların şahsiyetleri de yoktur; bukalemun gibi şekilden şekle girer dururlar. Dışarıdan hoş gibi görünen bedenleri, içi boş kütüğe benzer ve cehenneme odun olmaktan başka bir şeye yaramaz.
Münafıkların davranışlarına yansıyan kibirleri; bir türlü bırakamadıkları fıskları; Müslümanlara duydukları hasetlikleri; câhillikleri yüzünden izzetin ve şerefin mal ve evlatta olduğunu zannetmeleri
kınanmıştır.
Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy b. Selûl, “kuvvetli olan zayıf olanı Medine’den çıkaracak” derken Rasûlullah’ı kasdetmesi sebebiyle af dilemesi istendiğinde kibirlenip yüz çevirdi. Allah’a ve Rasûlune itaat etmeyip fâsık kalmayı tercih etti. Bu adam münâfıklığı karakterize eden canlı bir misaldir. Onlar fâsık oldukları için Allah onları hidayete erdirmez. Münâfıklar kıt akıllıdırlar. Malın ve evladın çokluğunda izzet olduğunu sanarlar. Oysaki izzet ve şeref sadece ve sadece Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere mahsustur. Zillet ve meskenet ise şeytan ve onun avâneleri olan, kâfir, müşrik ve münâfıklara hastır.
Özet olarak, akîdevî zemm, münâfıkların Allah’a ve Rasûlüne yalan söylemelerini, inandık diyerek güya aldatacaklarını sanmalarını kapsar. Bozuk akideyi fasit ameller takip etmiştir. Zâhiri imanlarından tekrar küfre dönmeleri sebebiyle fasık olmuşlar ve kalpleri mühürlenmiştir. Akıllarıyla övünen münâfıklar kendi akıbetlerini anlamayacak kadar cahildirler. Amelî zemmin içersinde, dışları hoş, içleri kof olmasını görebiliriz. Bu sebeple duvara dayanarak terkedilmiş keresteye benzetilmişlerdir. Fitne kazanını kaynatmaktan başka işe yaramazlar. Dalâlette inat ettikleri için Allah onları kahretmiştir. Ahlâki zemme gelince, yalancılık, hâinlik, bozgunculuk, fâsıklık, câhillik ve kibir gibi bütün kötü sıfatlar münâfıklarda vardır. Bütün bu ahlaksızlıkların sebebi, imansızlıktır. Münâfıklar iman etmemekle kalmayıp bir de imanla dalga geçmişler ve günahlarını iki kat çıkarmışlardır. Neticede felâha yanaşmayan münafıklar gürûhu topluca zemmedilmiş ve onlar için cehennemin en alt tabakası hazırlanmıştır.
Sonuç
Yaptığımız bu çalışmada, Arapça’da zemm için kullanılan “bi’se”nin Kur’ân’da kırk beş kez, “sae”nin yirmi üç kez geçtiği, “lâ habbezâ”nın ise hiç yer almadığı görülmüştür. Kur’an’da zemm üslûbunun kıyâsî ve siyâkî olmak üzere ikiye ayrılabileceği tespit edilmiştir. Kur’ân’da çek geniş yer kaplayan münâfıkların zemm edilme konusunun itikâdî, amelî ve ahlâkî eksen etrafında döndüğü sonucuna varılmıştır.
Kur’ân, insanı ismine göre değil sıfatına göre değerlendirir. Müslüman görünen münafıkları nifak sıfatları sebebiyle yermekte ve Müslümanları da amelde münafıklığa karşı uyarmaktadır. Kur’ân, münafıklara, müşriklere ve Müslümanlara sanki şöyle seslenmektedir:
Ey münafıklar, siz Allah’ı ve mu’minleri aldatmaya çalışırken kendinizi kandırıyorsunuz, ama bunu bile anlamayacak kadar cahilsiniz. Planladığınız komploların bir gün ortaya çıkacağını bilin, ayağınızı denk alın ve imana gelin, aksi halde cehennemin en alt tabası sizi bekliyor.
Ey müşrikler, suç ortağınız münafıkların hallerine bir bakın, Allah onların maskesini indirerek nasıl rezil etti. Onların akıbetlerinden ibret alın ve onlarla ortaklık yapmaktan vazgeçip tevhide gelin.
Ey Müslümanlar, bilin ki en kötü düşmanız içinizdeki nefsiniz ve sizinle beraber yaşayan sinsi münafıklardır. Hârici düşmanlara karşı birleşip onları def edebilirsiniz, ama dâhili düşmanlarınıza karşı aynı vahdeti sağlamakta güçlük çekebilirsiniz. İçinizdeki münâfıkları bilseniz bile gıybetlerini yapıp kâfirlerin eline malzeme vermeyin. Onların kusurlarını araştırıp teşhir etmek için değil, İslamın güzelliklerini onlara da neşretmek için çalışın. Bunu yaparken sakın ola ki “Ümmetim hakkında en çok korktuğum; ağzı güzel laf yapan münafıklardır” hadisini unutmayın ve münâfıkların dış görünüşlerine ve sözlerine aldanmayın, masum gibi durmalarına bakmayın, onlar yılan ruhlu düşmanlarınızdır, yılan sokmayınca rahat edemez, bunları bilin devamlı tetikte bekleyin, gerektiğinde yılanın başını ezmekten çekinmeyin, etrafınızdakilere karşı yumuşak huylu olun, ama boynunuzu çektirmeyin. Münafıkların her sıfatından, yılandan çıyandan kaçar gibi kaçın ve asla nifak çukuruna düşmeyin. Ben düşmem deyip akıbetinizden emin olmayın, son nefesinize kadar emri bi’l-ma’rûf nehyi ani’l-münker yapmaya devam edin.
Osman Ertuğrul, Fatih Ünv. İlahiyat Fakültesi Yüksek Lisans Öğrencisi, Uşak Ünv. Sosyal Bilimler Dergisi 2014, 7(1), 115-133
]]>“Keşke bunu duyduklarında mü’min erkekler ve mü’min kadınlar kendi aralarında hüsnü zanda bulunarak, sübhanallah! Bu apaçık bir iftiradır deselerdi ya/..”(Nur:12)
Allah’ın müminlerden yapmalarını istediği şey, bu idi. Yani hüsnü zanla yaklaşıp olayı kabullenmemekti. Çünkü böylesi bir olay, ispat edilmediği için en doğrusu, onun iftira olduğunu, yalan olduğunu söylemekti. Bu, ister Peygamber’in eşi olsun, isterse sıradan herhangi bir sahabinin eşi olsun fark etmez. Çünkü her iki halde de, iftira bir insana yapılmaktaydı. Ebu Eyyûb Halid b. Zeyd el-Ensâri ve hanımı, İfk olayı karşısında vahyin istediği tutumu sergilemişlerdir:
Ebu Eyyûb’a eşi Ümmü Eyyûb, Hz. Aişe için söylenilenler hakkında ne düşündüğünü sordu. Ebu Eyyûb, bunun bir yalandan ibaret olduğunu söyledi. Ardından Ebu Eyyûb “sen olsaydın böyle bir hareket yapar mıydın ey Ümmü Eyyûb? diye sordu. Ümmü Eyyûb ise, kesinlikle böyle bir şey yapmayacağını belirtti. Bunun üzerine Ebu Eyyûb, “Vallahi, Hz. Aişe senden çok daha hayırlıdır” dedi .
İşte bu rivayetten bazı Müslümanların kendi vicdanlarına dönüp nefis muhasebesi yaptıklarını ve buradan da Allah’ın istediği sonuca ulaştıklarını görmekteyiz. Çeşitli olaylara karşı takip edilecek metotta, Kur’an’ın istediği ilk adım budur. Yani içten vicdânî bir delil bulma adımıdır. İkinci adım ise, Kur’an’ın da ifadesiyle açık bir delil ile olayı ispat etmedir . En yüksek makamlara kadar uzanan bu büyük iftira olayı, böyle basit bir şekilde geçiştirilmemeli, dayanaksız ve delilsiz olmasına rağmen rahatça yayılmamalıydı. İşte Kur’an’ın insan şahsiyetine verdiği değer budur. Velev ki yapılmış da olsa, ilk etapta, isbatı mümkün olmadıkça kesinlikle bühtanda bulunulmamalıdır. Çünkü olayın isbatı istenmemiş olsaydı, buna benzer olayların ardı arkası kesilmez ve önüne gelen bir başkasına iftira atabilirdi. Hâlbuki Kur’an’a göre ileri sürdükleri bir iddiayı ispat edemeyenler, bizatihi yalancılar olarak nitelendirilmektedirler. Bununla da kalınmayıp yalancılıkla itham edilen bir insanın artık söyleyeceği sözlere itibar edilmeyecek, şahitlikleri kabul görmeyecektir. Bu da, doğal olarak onların, toplumdan soyutlanmalarını gerektirmektedir.
Müslümanlar, İfk olayında bu iki adımdan da, meseleyi kalbe arz edip vicdana danışmak ile şahit getirerek ispatlama adımlarından uzak kaldılar. İftiracıları, Peygamber’in namusu hakkında diledikleri gibi ileri geri konuşmakta serbest bıraktılar. Burada aklımıza şöyle bir soru gelmektedir: Neden Peygamber ve Ebu Bekir, bunu daha ilk günde reddetmedi ve neden olaya bu kadar önem verdiler? Cevap olarak şunu söyleyebiliriz: Koca ve babanın durumu, diğer insanlarınkinden farklıdır. Her ne kadar hiç kimse bir kadını kocasından daha iyi tanıyamazsa da, karısı suçlandığı zaman ne olursa olsun, koca zor duruma düşer. Bunu iftira olarak hemen reddetse bile, suçlayanlar dinlemezler. Üstelik, kadının zeki olduğunu ve öyle olmadığı halde faziletli ve takvalı görünerek kocasını kandırdığını söylerler. Zaten koca reddetse bile, insan olması hasebiyle yine de içinde bir şüphe hep var olacaktır. Anne-babanın karşı karşıya kaldığı durum da bundan farksızdır. Yoksa ne Peygamber, ne de Hz. Aişe’nin ailesi, kızları hakkında kesinlikle hayırdan başka düşünmüyorlardı. Hatta Peygamber, halka yaptığı şikayet konuşmasında, eşi ve iftiraya bulaştırılan Safvân hakkındaki düşüncesini, açık bir biçimde belirtmişti.
Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı, Müslüman toplumun tamamına büyük bir bela dokunacak dereceye gelmişti . Bu olay, sonuçta büyük bir azabı gerektirmekteydi. Rasulullah’a, eşine ve hakkında hayırdan başka bir şeyin bilinmediği sahâbiye çektirilen acıdan dolayı, eğer Allah’ın acıması olmasaydı büyük bir ceza gerekliydi.
Halbuki onların bu olay karşısında yapmaları gereken şey, onu konuşmamak ve bunun bir yalandan ibaret olduğunu söylemekti . Allah, Müslümanları bir daha bu tür işlere kalkışmamaları konusunda uyararak, çağlar boyu geçerli olacak olan kanununu yürürlüğe koymaktadır . Bunun anlamı şudur: Eğer böyle bir işe kalkışır ya da katılırsanız, imanınız artık tehlikededir. Bu yüzden böyle bir olayı meydana getirmek, ya da Münafıklar tarafından oluşturulan böylesi bir iftira olayında kesinlikle yer almamanız gerekmektedir.
Sonuç
Başta Peygamber olmak üzere pek çok kimseyi sıkıntıya sokan İfk olayından çıkarabileceğimiz sonuçları şu şekilde özetleyebiliriz:
Ali Aksu, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Haziran-2004
]]>
Allah Resulü’nün (s.a.s.) ahir ömürlerinde irat ettikleri “Veda Hutbesi” de bütün ümmetine hitap eden genel bir vasiyettir. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “Veda Hutbesi”nde yirmi üç yıllık risalet hayatında vaz’ edilen esasları öz bir şekilde ve son defa telkin ettiler.
Sahabe ve Tabiun devri âlimleri de vasiyet geleneğine uydular. Dar-ı Beka’ya hicret ederlerken talebelerine “Mustakim” kalmalarını öğütlediler. Selef-i salihinden günümüze ulaşan vasiyetler içerisinde en dikkat çekenleri ise Ebu Hanife’ye (r.a.) ait olanlarıdır. İmam-ı Azam’ın (r.a.) birçok vasiyeti vardır. Bunların bir kısmı şahsa özeldir, bir kısmı da bütün talebelerine hitap etmektedir. Özel vasiyetlerinin en meşhurları Oğlu Hammad’a[2], Ebu Yusuf’a[3] ve Yusuf b. Halid es-Semti’ye[4] hitaben kaleme alınmıştır. Söz konusu metinler her ne kadar şahsa özel olsalar da, bir evladın/öğrencinin hayata bakışını ve eşyayı algılama biçimini müşahhas bir çerçevede ortaya koymakta ve müslümanca yaşamanın esaslarını anlatmaktadır. Bu itibarla özel formatta olmalarına rağmen genele hitap etmektedirler. Ebu Hanife’nin (r.a.) bütün talebelerine hitaben kaleme aldığı “vasiyet”i ise bir akide manifestosudur. “Vasiyet”, Ehl-i Sünnet’in dolayısıyla da İslam’ın amentüsünü açık ifadelerle insanların zihnine taşımaktadır.
Zındıkların, bidatçilerin etkin olduğu hicri ikinci asrın Irak’ında yaşayan Ebu Hanife (r.a.) herkese hitap eden vasiyetini Ehl-i Sünnet akidesine hasrederek mühim bir vazife ifa etti. Sonraki yıllarda gelen Ehl-i Sünnet âlimleri, bu vasiyetteki esasları farklı formatlarda yeniden telif ettiler. Öz itibariyle “Şerhu’l-Mevakif”, “Şerhu’l-Makasıd” gibi hacimli kelam yapıtları “Sem’iyyat” bahislerini bu vasiyetteki ilkeler üzerine kurdular.
Modern zaman Müslümanları ile hacimli kelam kitapları arasında ciddi engeller olduğu bir vakıadır; Zira günümüz İslami İlimler öğrencilerinin mevcut birikimleriyle o eserlerin dillerini çözmeleri, içeriklerine vakıf olmaları hayli zor görünmektedir. Ümmetle, irfan arasında köprü olacak insanlar ciddi bir bilgi zafiyeti içerisindedirler. Fakat bu durum hakikatin bilinmemesinin mazereti olamaz. Selefin irfanını ilim meclislerine taşıma adına bir şeyler yapılmalıdır. Ebu Hanife’nin (r.a.) vasiyetini dilimize aktarmak yapılması gereken bu bir şeyler cümlesinin mütevazı bir halkası olabilir. Çünkü vasiyet, bugünün insanı için de hayati bir önemi haizdir.
Zira günümüz İslam Dünyası, Ebu Hanife’nin yaşadığı dönemdeki Irak’ın ideolojik yapısına çok benzemektedir. Tek bir farkla ki Mutezile, Cebriye, Kaderiye, Mürcie[5] gibi mezhepler gitmiş, onların yerlerini tarihselcilik, mezhep münkirliği, yeni selefilik gibi akımlar almıştır. Mezkür anlayışların tezviratı öylesine etkin bir konuma ulaşmıştır ki, bütün bir ümmetin akidesi ciddi tehlike ile karşı karşıyadır. Artık insanlar klasik akide risalelerini değil, “İslam ve Çağdaşlık” başlıklı metinleri yani çağdaş Vasıl b. Ata’ları okuyorlar. Böyle bir zamanda “Ehl-i Sünnet Akidesi”ni bilmek, aynı zamanda hangi eserlerin de Ehl-i Sünnet Akidesine aykırı olduğunu idrak etmek anlamına gelecektir. Bu yüzden Ebu Hanife’nin büyük bir şöhret içerisinde meçhulü yaşayan “Vasiyeti”ni notlarla tercüme etmeyi vazife kabul ettik. Tercümede esas aldığımız nüsha Takıyyuddin et-Temimi’nin “et-Tabakatu’s-Seniyye fi Teracimi’l-Hanefiyye”[6] adlı eserindeki metindir.
Vasiyyet’in Medine Arif Hikmet Kütüphanesindeki el yazması nüshasında ise Ebu Hanife’ye ulaşan kesintisiz bir isnat zinciri yer almaktadır. İsnatta yer alan raviler şunlardır: Husamedddin es-Sığnaki (ö. 710), Hafızuddin Muhammed el-Buhari (ö. 693), Muhammed b. Abdissettar el-Kerderi (ö. 642), Burhaneddin el-Merğinani (ö. 593), Ziyauddin Muhammed b. Huseyn[7], Alauddin Muhammed es-Semerkandi, Ebu’l-Muin en-Nesefi (ö. 508), Ebu Tahir Muhammed el-Mehdi, İshak b. Mansur es-Siyari, Ahmed b. Ali es-Süleymeni, Hatim b. Akil el-Cevheri, Muhammed b. Semaa et-Temimi (ö. 236), Ebu Yusuf ( ö. 183), Ebu Hanife (ö. 150).[8]
Arkadaşlarım, kardeşlerim iyi biliniz ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi 12 hususiyet üzerine kurulmuştur. Kim bu hususiyetler doğrultusunda yaşarsa ne bidatçi ne de heva sahibi olur. Efendimiz Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) şefaatine nail olabilmeniz için Ehl-i Sünnet’in bu temel esaslarına sıkı sıkıya bağlanın. Birinci Hususiyet İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar iman kabul edilmez. Çünkü tek başında ikrar iman addedilse idi münafıkların tamamı mümin olurdu. Aynı şekilde sadece kalbin idrak etmesi (tasdik) de iman olmaz. Eğer bu durum tek başına yeterli olsa idi, Ehl-i Kitab’ın tamamı mümin olurdu. Hâlbuki Allah Tela dilleriyle ikrar eden münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır; “Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına şahadet eder.”[9] Ehl-i Kitap hakkında ise varit olan ayet şöyledir; “Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.”[10] Ne var ki bunu kabullenip dilleriyle ikrar etmezler. İman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın azalması ancak küfrün artması ile; artması da ancak küfrün azalması ile tasavvur edilebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda mü’min ve kafir olması nasıl mümkün olur?! Mümin, gerçek anlamda inanan, kâfir de hakiki manada inkâr edendir. İmanda şüphe olmaz. Tıpkı küfürde olmadığı gibi. Bu bağlamda Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “İşte onlar gerçekten mümindirler.”[11] ve “İşte onlar gerçekten kafirdirler.”[12]
Efendimiz Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) ümmet kadrosuna dahil olan günahkarların tamamı gerçekten mümindir, kafir değillerdir. Amel imandan ayrı, iman da amelden farklıdır. Şöyle ki: Amel mükellefiyetinin mü’minden kalktığı birçok zaman vardır. Fakat bu durumda imanın ondan gittiği söylenemez. Allah Teala, hayızlı kadını namaz kılmaktan muaf kılmıştır. Böyle bir kadın için Allah onun kalbinden imanı çıkarmıştır ve ona imanı terk etmeyi emretmiştir denemez. Şeriat o kadına; “Orucu bırak, sonra tutmadığın günleri kaza et” der. Kadına; “İmanı terk et, sonra kaza edersin” denmesi caiz değildir.[13] İmanın amelden farklı olduğunu daha müşahhas bir şekilde anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: “Fakirlerin zekat vermesi gerekli değildir.” denebilir. Fakat “Fakirlerin iman etmesi zorunlu değildir.” denemez. Hayır ve şerrin takdiri Allah’tandır. Eğer birisi hayır ve şerrin takdirinin Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia ederse O’nu (c.c.) inkâr etmiş olur. Onun tevhit inancı da batıl olur. Her şeyin en iyisini Allah Teâla bilir. İkinci Hususiyet Ameller, farz ibadet, fazilet ve masiyet olmak üzere üç çeşittirler. Farz ibadete gelince o, Allah’ın dilemesi, rızası, takdiri, yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Fazilet de Allah Teâlâ’nın emrinden dolayı yapılmaz. Fakat O’nun dilemesi, muhabbeti, rızası, takdiri, pürüzsüz yaratması ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile olur. Masiyet de Allah’ın emri gereği olmaz. Fakat muhabbeti, rızası, muvaffak kılması olmaksızın dilemesi, kazası, takdiri, hoşnutsuzluğu, ilmi ve “Levh-i Mahfuz”da yazması ile gerçekleşir. Üçüncü Hususiyet Allah Teala sınırsız kudret makamı olan arşı bir mekana istikrarı olmaksızın hükmüne aldı yani hakimiyeti altında tuttu. Hiç bir şeye muhtaç olmaksızın arşı ve ondan başka şeyleri korur. Eğer kendinden başka yaratıklara muhtaç olsa idi, kâinatı yaratmaya ve idare etmeye kadir olamazdı. Ona cisim isnat edenlerin iddia ettiği gibi bir yere oturmaya ve yerleşmeye zorunlu olsa idi, arşı yaratmadan önce de böyle olurdu. Allah Teâla bundan pek yüce ve münezzehtir. Dördüncü Hususiyet Kur’an-ı Kerim Allah Teâla’nın yaratılmayan (gayr-ı mahluk) ezeli kelamı, vahyi ve tedricen indirdiği Kitabıdır. O, ne zatının aynıdır, ne de değildir. Bilakis o, gerçek sıfatıdır. Kur’an Mushaflarda yazılan, dillerde okunan kalplerde mekân edinmeksizin korunan kelamdır. Mürekkep, kağıt ve yazı mahluktur. Çünkü bunlar kulların filleri ile alakalıdır. Yazılar, harfler, kelimeler ve ayetler insanların anlamak için onlara ihtiyaç duyduğu Kur’an’a delalet eden şeylerdir. Allah Teâla’nın kelamı zatı ile kaimdir. Manası ise, söz konusu şeylerle anlaşılır. Kim Allah’ın kelamı mahlûktur derse kâfir olur. Allah Teâla kesintisiz bütün zamanlarda ibadet edilendir. Kelamı ise ondan ayrılmaksızın okunan, yazılan ve kalplerde korunandır. Beşinci Hususiyet Allah Resulü’nden (sallallahu aleyhi vesellem) sonra bu ümmetin en üstünü Ebu Bekr-i Sıdık, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali’dir (r. anhum). Zira efdaliyetin sıralamasına işaret eden ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “(İman ve amelde) öne geçenler (Ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir. Onlar naim cennetlerindedir.”[14]
Hayırda önde olanlar Allah katında da en üstün olanlardır. Onları, müttaki her mümin sever; asi münafıklarsa onlara buğz eder. Altıncı Hususiyet Kul, ameli, ikrarı ve tasdiki (marifeti) ile mahlûktur. Bütün bu ameliyelerin faili mahlûk olunca onun fillerinin de evleviyetle mahlûk olması gerekir. Yedinci Hususiyet Allah Teala, mahlukatı güçleri olmadığı halde yaratmıştır. Çünkü onlar zayıf ve acizdirler. Cenab-ı Hakk onları yaratan ve rızıklarını verendir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır.”[15]
İlim ve malı helal yoldan kazanmak helal, haram yoldan temin ise haramdır. İnsanlar üç kısımdır: İmanında samimi olan mümin, küfründe ısrarcı olan kafir ve nifakında iki yüzlü davranan münafık. Cenab-ı Hakk mümine ameli, kâfire imanı, münafığa ise ihlası farz kılmıştır. Nitekim “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının.”[16] ayet-i kerimesinin her üç grubu içine alacak şekilde açılımı şöyledir: “Ey iman edenler! Ameli Salih işleyerek rabbinize itaat edin.”, “Ey Kâfirler! İman edin.” ve “Ey Münafıklar! Samimi olun.” Sekizinci Hususiyet İsteğe bağlı olan fiillerde kulun aksiyon sahibi olması için gerekli olan güç yani “İstitaa”, yapılacak olan “fiil” ile beraberdir. Ne ondan önce ne de sonradır. Eğer “İstitaa” fiilden önce olsa idi o takdirde kul ona muhtaç olduğu anda Allah’tan müstağni olurdu. Bu ise şu ayete aykırıdır: “Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız.”[17] Eğer “İstitaa”, fiilden sonra olsaydı fiil, güç-kuvvet yokken gerçekleşmiş olacağından muhal olurdu. Dokuzuncu Hususiyet Mukimin bir gün bir gece, yolcunun da üç gün üç gece mestler üzerine mesh edebileceğini kabul etmek, bu şekilde rivayet edilen hadisten dolayı vaciptir. Bu hükmü inkâr edenin küfründen korkulur. Zira ilgili hükmü bildirilen hadisler tevatüre yakın derecededir.[18]
Seferde namazları kısaltmak (azimet)[19] ve oruç tutmamak (ise) ruhsattır. Konu ile ilgili ayeti kerimeler şöyledir: “Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit namazı kısaltmanızdan dolayı size bir günah yoktur.”[20], “Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.”[21]
Onuncu Hususiyet Allah Teâla kaleme yazmasını emretmiş, kalem: “Ne yazayım ya Rabbi!” demiştir. Cenab-ı Hakk: “Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz.” buyurmuştur.[22] Şu ayet-i kerime de bu manayı teyit etmektedir: “İşledikleri her şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.”[23]
Onbirinci Hususiyet Günahkârlar için kabir azabı olacağında en ufak bir şüphe yoktur. Münker ve Nekir’in suali haktır. Bu noktada hadisler vardır.[24] Cennet ve cehennem de haktır ve ahalisi için önceden yaratılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk müminler hakkında o cennet; “Müttakiler için hazırlanmıştır.”[25], cehennem de; “Kafirler için hazırlanmıştır.”[26] buyurmaktadır. Allah Teâla cennet ve cehennemi sevap ve ceza için yaratmıştır. Mizan da haktır. Zira Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız.”[27] İnsanın dünyada yaptığı amelleri içeren kitabı okuması da haktır: “Oku kitabını! Bu gün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter.”[28]
Onikinci Hususiyet Allah Teâla bu canları ölümden sonra müddeti elli bin yıl olan bir günde ceza, sevap ve hakların edası için diriltecektir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah kabirlerde olanları diriltecektir.”[29] Müminlerin keyfiyet, benzetme ve yön olmaksızın Cenab-ı Hakk’a mülaki olmaları haktır. Büyük günah işlemiş olsa dahi cennet ehlinden olan her mümin için Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) şefaat edecektir. Hz. Aişe (r.a.), Hatice-i Kübra’dan sonra insanlık aleminin en üstün kadını ve müminlerin annesidır. O, zina iftirasından arındırılmıştır ve Rafızilerin hezeyanlarından uzaktır. Kim Ona zina isnadında bulunursa o zina eseridir. Cennet ahalisi Cennet’te, Cehennem ehli de Cehennem’de ebedi kalacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk müminler için “İman edip amel-i salih işleyenler cennetliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[30], kafirler için de “İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.”[31] buyurmaktadır.
Ebu Hanife’nin (r.a.) vasiyetini günümüz Müslümanları açısından vazgeçilmez kılan en önemli husus da onun ifadelerinin hem bir beyan hem de kadim sapık fırkalar ve modernist akımlar için bir reddiye niteliğinde olmasıdır. Nitekim modernist düşünceye sahip ilahiyatçılar kadınların özel hallerinde namaz kılıp oruç tutabileceklerini iddia etmektedirler. Hâlbuki bunun aksini söyleyen çok sayıda hadis-i şerif vardır. Ayrıca sahabeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) “Kadın hayız olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil mi ya” buyurmuştur. (İmam Müslim’in uzun bir hadis içerisinde rivayet ettiği ifade “muttefekun aleyh”dir. Bkz. İbn Hacer, Buluğu’l-Meram, s. 45, H.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahanevi, İ’lau’s-Sünen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 346.) Bu hadis, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde eda etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muaz, Hz. Aişe’ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan sadece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe validemiz “Hz. Resulullah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu kaza etmelerinin emredildiğini (Künna nu’meru)” söylemiştir. (Ahmed, Müsned, VI, 232; Darimi, I, 233; Buhari, I, 421; Müslim, I, 265.) Sahabe kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.
Fatıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz’e; “Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı bırakayım mı?” diye sorduğunda Allah Resulü; “Bu ancak bir damar(dan hastalık sebebiyle gelen kan)dır. Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak” buyurdu. (Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkani, Neylü’l-Evtar, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 288.) Allah Resulü Abdurrahman b. Avf’ın nikahı altında bulunan Ummu Habibe’ye, ve kendisinden fetva isteyen Ümm-ü Seleme’ye hayız müddetleri içerisinde namaz kılmamalarını emretmiştir. (Şevkani, a.g.e., I, 290.)
[14] Kur’an, Vakıa(56): 10-12. [15] Kur’an, Rum(30): 40. [16] Kur’an, Nisa(4): 1. [17] Kur’an, Muhammed(47): 38. [18] Ebu Hanife’nin talebelerinden Abdullah b. Mübarek; “Mestler üzerine mesh etmenin cevazında ihtilaf olmadığını” bildirmektedir. Tabiun ulemasından Hasan Basri ise 70 sahabinin “Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi vesellem) mestleri üzerine mesh ettiğini” rivayet ettiğini söylemektedir. (Muhammed b. Abdillah b. Kudame, el-Muğni, Beyrut, 1994, I, 211.) Sana’ni de mestler üzerine mesh etmeyle alakalı hadislerin mütevatir olduklarını belirtmektedir. (Abdulkerim Zeydan. el-Mufassal fi Ahkami’l-Mereti ve Beyti’l-Müslim, Beyrut, 2000, I, 142.)Malum olduğu üzere tevatür için belirlenen ravi sayısı ictihadidir. Bu durumda şu kadar olmalıdır, aşağısı ya da fazlası tevatürü ihlal eder demek doğru değildir. Asıl olan, ilk üç tabakada (sahabi, tabii, tebe-i tabii) ravilerin yalan üzere ittifak etmelerinin imkânsız oluşudur. Tevatürde ravi sayısının ne kadar olacağı içtihadi bir mesele olduğundan farklı rakamlar ortaya çıkmıştır. (Vehbe Zuhayli, Usulu’l-Fıkhi’l-İslami, Beyrut, 1998, I, 452) Bu da, dörtten başlar ve sırasıyla, beş, yedi, on, on iki,… olmak üzere yukarıya doğru devam eder. Fakat burada asıl olan ravilerin yalan üzere birleşmelerinin muhal olmasıdır. Öyle ki, tahdit edilemeyecek derecede büyük bir topluluk, her hangi bir gaye ile yalan üzere birleşilmesi mümkün bir hususta rivayette bulunsa, bu topluluğun haberi mütevatir olmaz. (Ali el-Kari, Şerh-u Şerh-i Nuhbeti’l-Fiker, Beyrut, ty, s. 163.) Bir haberin mütevatir olması için ravi sayısının 5 dahi olabileceği söylenirken mestler üzerine mesh hadisini 70 sahabi rivayet etmektedir. Bu da göstermektedir ki meselenin sübutunda şüphe yoktur. Manaya delaleti de açıktır. Bu durumda ortada “yakini bilgi” vardır. Ve onu kabul etmek “Zarurat-ı diniye”den addedilmelidir. İşte Ebu Hanife bunun için konuyu akaitle alakalı bir metnin içerisine dahil etmiştir.
[19] Hanefilere göre seferde 4 rekatlı namazları 2 kılmak “azimet”tir. Bütün Hanefi kitapları meseleyi bu şekilde zikretmektedir. [20] Kur’an, Nisa(4): 101. [21] Kur’an, Bakara(2): 184. [22] Benzer lafızlarla rivayeti için bkz. Ebu Davud, es-Sünne 16; Tirmizi, Kader 16. [23] Kur’an, Kamer54): 52-3. [24] Ebu Davud, es-Sünne 24. [25] Kur’an, Ali İmran(3): 133. [26] Kur’an, Bakara(2): 24. [27] Kur’an, Enbiya(): 47. [28] Kur’an, İsra(17): 14. [29] Kur’am, Hac(22): 7. [30] Kur’an, Bakara(2): 39. [31] Kur’an, Bakara(2): 39.Ahmet AÇIKGÖZ İnkişaf Dergisi, Haziran 2006
]]>Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alâkamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilâttan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hattâ odamda hususî dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hattâ, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için-daimî cemaatim ve âhiret kardeşlerim-mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, âmirlerinden iltifat görmek için beni tâciz ediyor.
İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenâb-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hâkim, kendi müddei olsa, elbette ona şekvâ edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var.
Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar.
1 derim.
2
Said Nursî
———————————————-
1- “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân Sûresi: 3:173.) “O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır!” (Enfâl Sûresi: 8:40; Hac Sûresi: 22:78.)
2- Baki olan yalnız Allah’tır.
tweet