Ortaasya’da yetişen hamiyetli ruhlar ve dıştan onlara el uzatan îmanlı ve gayretli sîneler, eğer bugün, bu milletin geçmişinden gelen hayâtî unsurlarla, sonradan aşılanmış şeyleri birbirine karıştırmaz ve kökten gelenlere yol verip diğerlerini tasfiye edebilirlerse, bu mazlûm milletlerin geleceğini teminat altına almış ve bu ülkeleri aydınlık yola çıkarmış sayılırlar.
Aksine, millet ruhundan fışkırıp çıkan değerlerle, mağduriyet ve mahkûmiyet dönemindeki aşılar birbirine karıştırılacak olursa, ihtimal bu dünyâ, bir kere daha öldürücü girdâplara kapılacak; dolayısıyla da başarı kuşağında hezimetten hezimete uğrayacak, yükseleceği yerde daha derin çukur-lara düşecek, birleşme yolunda tefrikalardan yakasını kurtaramayacak ve tam “kurtuldum” diyeceği an; bir kısım yeni sadme ve yeni plânlarla temelinden öyle bir sarsılacak ki, hafizanallah belki de bir daha belini doğrultamayacak…
Onun içindir ki, evvelâ, bu milletin rûh yapısını, ihtiyaçlarını, sıkıntılarını, rahatsızlıklarını, rahatsızlık çeşitlerini tâyin ve tespite çalışmak; sonra da nelerin ayıklanıp atılacağını ve nelerin bu yeni inşâda birer malzeme gibi kullanılacağını belirlemek îcâb eder ki, gelecekte, bugün yapılan şeyler, yeniden tekrar ber tekrar bozulup-yapılmasın.. evet, dünden-bugüne, bu milletin bünyesine gelip yerleşmiş, dolayısıyla da sökülüp-atılması gerekli olan bir yığın şey olabilir. Ama, evvelâ, neyin, nasıl yapılacağı plânlanmalı, sonra atılacak şeyler atılmalıdır! Aksine, yıkmalar yapma plânına göre ele alınmazsa, tahripler sürer-gider, toplum da birbiriyle zıtlaşan, çatışan yığınlar haline gelir. Evet, muvaffak olmak için gayret, fâtihlik düşüncesi, halaskârlık azmi ve ihlas önemli esaslardır. Ancak, yol ve yöntem bilme, bugünün yanında dünü-öbürgünü de hesaba katma ve şanlı geçmişimizi aydınlatan ışık kaynaklarını kulak ardı etmeme gibi hususlar da en az bunlar kadar mühimdir. Hamiyet ve samimiyet, ilm u irfanla desteklenmez, azîm ve irâde araştırma ve taktiklerle derinleştirilmezse, fayda ümit edilen yerlerden zararlar gelebilir.
Bu itibarla, Ortaasya Türklüğüne içten ve dıştan yardım eli uzatanlar, onların millî ve dînî temayüllerine, tarih şuurlarına ne kadar uygunluk içinde bulunabilirlerse, o ölçüde muvaffak olur ve muvaffakiyetlerine de süreklilik kazandırırlar.
Bu bölük-pörçük olmuş insanları, ellerinden tutup, ilmî, içtimâî, iktisâdî, siyâsî ve harsî “kültürel” bir seviyeye ulaştırmak için, hâl ve vaziyetin ifâde ettiği manâ ve meydana getirdiği heyecanın yanında onları devamlı, tam bir gerilim içinde tutmak ve heyecanlarına süreklilik kazandırmak, yolun az ilerisinde kendilerini bekleyen “büyük hesaplaşma” adına bir zarurettir.
Evet, bugün, bu ülke insanında değişik sâiklerle meydana gelen milliyet düşüncesini ve çağıyla hesaplaşma ruhunu hep canlı tutmak ve beşiktekinden, bir ayağı mezarda en yaşlısına kadar hemen herkese; bugüne kadar, hasımlarımız tarafından câhil bırakıldığımızı, birbirimize düşürüldüğümüzü, değişik yollarla tekrar ber tekrar istismar edildiğimizi, en utandırıcı bas-kılarla yabancılaştırıldığımızı, bir kısım kukla idarecilerin sevk ve idaresine bırakıldığımızı anlatmalı, uyarmalı ve ona yeniden kendi olarak varlık izhâr etme yolları gösterilmelidir.
Bu yüksek mefkûre, kalb ve ruhumuza o kadar mâlolmalıdır ki, evde, çarşı-pazarda, mektepte, kursta, kışlada, ibâdethanede, saban başında, sürü arkasında, memuriyet masasında, parlamento binasında hep o düşünülmeli, o görüşülmeli ve o konuşul-malıdır. Bugün bir kere daha kendimiz olarak kendi kendimizi yenilememiz, bütün dînî ve millî değerlere sahip çıkmamız, yabancılaşmanın her çeşidine karşı hazırlıklı bulunmamız ve çevremizde de, yeniden kendilerini inşâ etme düşüncesini uyarmamız, bu yeni diriliş için millî bir vecibedir. Bu büyük vecibeyi yerine getirenlere, istikbalin kapıları ardına kadar açılacaktır ve bu kapıları kapamaya da kimsenin gücü yetmeyecektir.
Yazar: Fethullah Gülen , Sızıntı, Kasım 1990, Cilt 12, Sayı 142
-Fikir ayrılıklarını kavga sebebi haline getirenler, benliğinden sıyrılamamış kimselerdir. Mahviyet ve tevazu insanları farklı düşüncelere sahip olsalar da asla münakaşalara girişmez ve çok önemli meseleleri enaniyetlerine kurban etmezler.
-Hakkın hatırını âli tutmak ve belli bir fikrin kabulüne değil hakikatin ortaya çıkmasına çalışmak esas olmalıdır. Nitekim, İhlas Risalesi’nin onbeş günde bir okunmasının tavsiye edilmesi ve orada, sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbuiyete, tâbiiyetin tercih edilmesi gerektiğinin de anlatılması bu esası yerleştirme maksadına matuftur.
-Nur Müellifi, “Hücumât-ı Sitte” adıyla meşhur risalesinde şeytanların en tehlikeli altı tuzağını nazara vermiş; “hubb-u cah, korku, tama’, ırkçılık, enaniyet ve tenperverlik” olarak sıraladığı bir kısım şeytanî hücumlara karşı müdafaa yollarını göstermiştir. İşte başlıcaları bunlar olan bir kısım zaaflar yüzündendir ki, ihtilaf ve iftiraklar meydana gelir. Bu türlü virüs, zaaf ve boşlukların biri ya da birkaç tanesi her insanda bulunabilir. İnsan, Allah’ın rızasına ve ahiret saadetine yürüdüğü yol güzergâhını emniyete alabilmek için bu boşluklarının farkında olmalı ve her adımını dikkatle atmalıdır.
-Maalesef, günümüzde insanın manevî hayatı için hıfzıssıhhaya göre sterilize edilmiş bir ortam mevcut değil. Zikredilen virüslere karşı sütreler ve perdeler oluşturulamadığı için bugünün insanı hastalıklara daha açık bulunuyor. Kaldı ki, en müstesna cemaatler bile o türlü hastalıklara maruz kalmışlar. Ezcümle, Asr-ı Saadet’i müteakip bir kısım yabancı efkârın Müslümanların arasına sızması neticesinde o büyük insanlar bile karşı karşıya gelmişler.
-Vifak ve ittifak, tevfîk-i ilâhî (Allah’ın mü’minleri başarılı kılması) için pek mühim bir davetiyedir. Vifak, aynı müstakim çizgi üzerinde birleşme; ittifak da bu birliğin insan ruhunda tabiat haline gelmesidir. Diğer bir ifadeyle, ittifak; insanların, anlaşıp bütünleşmeleri; beraberce, karşılıklı saygı içinde ve sevgi yörüngesinde yaşamayı tabiatlarının ayrı bir derinliği ve farklı bir buudu haline getirmeleri demektir..
-İslâm ahlakçıları insanda üç temel duygunun bulunduğunu söylemiş; belli ölçüde de olsa hakikatleri görüp, fayda ya da zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırma melekesine “kuvve-i akliye”; kin, hiddet, kızgınlık ve atılganlık gibi hislerin kaynağı sayılan güce “kuvve-i gadabiye”; arzu, iştiha ve cismânî hazların menşei kabul edilen duyguya da “kuvve-i şeheviye” demişlerdir.
-Bilindiği üzere, “gazap”, infiâle kapılma, öfke, hışım, aşırı hiddet, hoşa gitmeyen bir hâdise karşısında intikam arzusuyla heyecanlanma ve saldırganlık hali gibi manalara gelmektedir. Aslında, bu duygu, su-i istimal edilmediği takdirde, hariçten gelen hücumları önlemek için itici bir kuvvet ve tedbirli olmaya yarayan bir güçtür. Cenâb-ı Allah insana, dışarıdan gelecek saldırılardan kendisini muhafaza etmesi için “kuvve-i gadabiye” (öfke hissi) dediğimiz duyguyu vermiştir. İnsanın, mücahede etmesi gereken yerlerde güç ve kuvvetin hakkını vermesi, yiğit ve yürekli olması icap eden durumlarda cesaretli davranması ve ırzını, namusunu, vatanını, canını, malını, nefsini ve neslini koruması ancak bu duygu sayesinde mümkün olmaktadır.
-Bazıları, gazap hissinin de bir yaratılış gayesi olduğunu bilemez ve normal insanları çok kızdıracak meseleler karşısında dahi öfke tavrı ortaya koyamazlar; dahası hiç korkulmayacak şeylerden dahi korkar, sürekli vehimlerle oturup kalkar ve değişik paranoyalarla hayatı yaşanmaz hâle getirirler; bunların halini “cebânet” (korkaklık) kelimesi ifade eder. Fakat, bazı insanlar da vardır ki, onlar da hiç yoktan yere küplere binerler, en önemsiz hadiseler karşısında dahi aşırı hiddet gösterirler ve bir anda saldırganlaşırlar; âkıbeti hiç düşünmeden, ölçüsüzce ve muhâkemesizce her işe girişir ve neticesi mutlak felaket olan tehlikelere bile pervâsızca atılırlar. Kuvve-i gadabiyenin bu ifrat hâline de “tehevvür” (korkusuzluk ve saldırganlık) denir. Bu duygunun, adl ü istikamet üzere olanına ise, “şecâat” adı verilir. Evet, bütün kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık ve kızgınlığın menşei sayılan gazap hissi, selim fıtratların öfkesine sebep olacak vâkıalar karşısında kızmasını da bilme, hiddeti gerektiren durumlarda hiddet gösterme, korkulacak şeyler karşısında temkinli davranma ve onları telâşa kapılmadan savmaya çalışma anlamındaki yiğitçe duruşun, yani “şecâat”in de kaynağıdır. Bu itibarla, kuvve-i gadabiye, tabiatımızın bir parçasıdır ve böyle çok önemli hususları temin etmek için mahiyetimize konmuştur.
-Hâlis mü’min öfkesinin yönünü Allah’ın razı olmadığı işlere ve sıfatlara tevcih etmelidir. Öncelikle nefsinin isyanlarına karşı öfkelenip onun terbiyesine koyulmalı; saniyen, gazap hislerini müslümanlara zulmedenlere yöneltip dinin ihyası ve diyanetin te’yidi için daha çok çalışmalıdır. Kendisini sık sık kontrol etmeli ve şayet öfkesi Allah için değilse, hatta ona azıcık da olsa nefsânî hisler karışmışsa, hemen susmasını bilmeli, hiddetini dindirmeli, sakinleşmeli ve affedici olmalıdır. Gazap duygusunu insanlığa hizmet adına strateji üretmede bir dinamik olarak kullanılmaya bakmalıdır.
-Nur Müellifi, istikbal endişesi, hırs ve inat gibi fıtrî duyguların yok edilemeyeceğini, bunların herbirinin meşru bir kullanma yeri ve yönü bulunduğunu; dolayısıyla, bu kuvveleri yok etmeye değil, onları hayır yolunda kullanmaya çalışmak gerektiğini anlatır. Hazreti Üstad, bu konuda nihaî hükmünü verirken şöyle der: “Tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatlerinin şu zamanda tesirsiz kalmasının bir sebebi şudur: Ahlaksız insanlara “Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.” derler; yani, “Fıtratını değiştir” demek gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz”; o zaman, hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”
-Sabır, kurtuluşa ermenin sırlı bir anahtarıdır. Sabredilen konular itibarıyla sabır çeşit çeşittir; ibadetlere devam hususunda sabır, günahlara girmeme mevzuunda sabır ve musibetlere karşı sabır en çok bilinen sabır çeşitleridir.
-Zaman isteyen ve bir vakte bağlı cereyan eden işlerde de “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” söz konusudur. “Beklemek” bazen insanı çıldırtacak kadar ruha ağır gelse bile, insan, takdîr-i ilahî ile karara bağlanan bir süreyi daraltamaz; -bir bebeğin dünyaya gelişinin dokuz ay, bir yumurtadan civcivin çıkışının yirmi-yirmi bir gün olması gibi- varlığın bağrına konan tedricîlik esasıyla oynayamaz. Öyleyse o, çevresinde bir nizam dahilinde meydana gelen hâdiselerden ders almalı, sebep ve netice münasebetini gözetmeli ve eşyâ arasında bulunan tertibe riayet etmelidir. Fıtratta carî kanunları görmezlikten gelmemeli; sebepleri gözetmeden netice beklememeli; zamana ve mesafelere karşı tahammülsüz davranarak birkaç merdiveni birden atlamaya yeltenmemelidir.
-“Likâ”; kavuşmak, buluşmak ve görüşmek manalarına gelen Arapça bir kelimedir. Özellikle tasavvuf ıstılahı olarak çokça zikredilen “likâullah” tabiri ise; Allah’a kavuşmak, Cenâb-ı Hakk’ın vuslatına ermek ve Cennet’te “Cuma Yamaçları”ndan Mevlâ-yı Müteâl’in o güzellerden güzel cemaliyle şereflenmek demektir. Belki de en büyük sabır; likâullaha aşk u iştiyak ile yanıp tutuşan ama henüz “gelebilirsin” davetini almadığından dünya zindanına katlanan hakikat âşıklarının vuslata karşı dişini sıkıp dayanma sabrıdır. Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları en zor sabırdır.
-Bazıları yapılacak işleri belirlemede ve icra etmede donanımının yeterli olduğunu zannederler ki bu bir vehimdir. Dolayısıyla da, istişarelerde kendilerini ifade etmeye ve fikirlerini başkalarına illa benimsetmeye çalışırlar. Oysa, insanın, sırf vifak ve ittifak arayışından dolayı, kendisine ters gelen meseleleri dahi iradesiyle aşması, zakkum yemiş gibi olacağı ve hazmetmekte zorlanacağı hususlara bile -yine iradesiyle- bir belaya katlanır gibi katlanması ve “İlle de ittifak!..” demesi bambaşka bir sabır çeşididir. Böyle bir sabır insana, nimetlere karşı hamd ü sena etme ya da ibadetler, musibetler ve günahlar karşısında sabırlı olma mükafatı misillü büyük sevaplar kazandırır.
-Bir kere daha hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum: Uhud Muharebesi öncesinde Hazreti Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) savaş stratejisi konusunda ashabını toplayıp istişare etmişti. Şahsî fikrine göre, şehir dışına çıkmak yerine Medine’de kalarak savunma harbi yapılmalıydı. Şehrin dışına çıkıp meydan muharebesi yapma taraftarları fazla olunca onların fikrine uyup Uhud’a çıktı. Savaş neticesinde bunun iyi sonuç vermediği anlaşıldı. Buna rağmen hemen bu savaş akabinde nazil olan Âl-i İmran Suresi’nin 159. ayet-i kerimesi istişareyi emretmekteydi. Demek ki meşverette büyük bir hayır ve bereket vardır.
Herkul.org adlı siteden alınmıştır.
http://www.herkul.org/bamteli/fikir-ayriligi-ofke-ve-istisarede-sabir/
]]>Nitekim Müslümanları yer ile gök gibi birbirinden ayıran, aralarında büyük bir kinin oluşmasına sebebiyet veren en önemli etken, içinde bulundukları ihtilaftır.
İslam toplumunun haline, içinde bulunduğu ayrılık ve bölünmelere bakan kişi, Müslümanların saflarını ayıran, birbirlerine kılıç çektiren, başlarına düşmanları musallat eden ve aldatma, kıskançlık, kin, nefret, iftira, gıybet, dedikodu gibi kalbi hastalıkları ortaya çıkaran rahatsızlığın gerçek sebebinin bu ayrılık ve inatçılık olduğunu anlar.
Sen bugün birbirini Allah için seven, gece gündüz Allah Tealâ için çalışan kaç kişi görüyorsun? Önceleri müslümanlar birlikleri sebebiyle şeytanı öfkelendirmişler ve davetleri ile müslüman olan kardeşlerini sevindirmişlerdir. Fakat çok geçmeden aralarında ayrılıklar baş göstermiştir. Sonra kalplerdeki gurur ve kibir harekete geçmiş, Müslümanlar kardeşlerine düşman olmuş ve onları en kötü suçlarla itham etmişlerdir. Dava uğruna diyerek, yalan iddialarla birbirlerinin namusunu helal saymışlardır. Bunlara ilave olarak ayrılığı bir yöntem olarak seçenlerin başına gelen tüm felaketler, Müslümanların başına da aynen gelmiştir.
La havle vela kuvvete ilah billah. Birlik beraberliğe götüren en etkili yöntem, Peygamberimiz (s.a.v)’in, sahabileri arasında vaki olan ihtilafları çözerken kullandığı yöntemdir. Rasûlullah (s.a.v.) bu ihtilaflar yüzünden çok büyük rahatsızlık duymuştur. Nasıl duymasın ki! İhtilaflar, İslam birliğini paramparça eder ve Müslümanlar arasında büyük kargaşalara yol açar.
Ahmed b. Hanbel; Enes b. Iyaz – Ebû Hâzim – Amr b. Şuayb – Babası Şuayb senediyle Amr’ın dedesinden nakletmiştir. O şöyle demiştir.
Bu, ayrılıkları bitiren ve ihtilafa düşenleri durması gereken yerde durduran büyük bir esastır. Onlar bildikleriyle amel ederler ki bu aynı zamanda dinin gereğidir. Bilmedikleri konulan ise âlimlere havale ederler. Zira bu, ilimde derinleşen Mü’minlerin işidir.
Hadisten Çıkarılan Dersler
Kulun üzerine düşen görev, Allah’ın Peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği ve kitapları aracılığıyla indirdiği her şeyi, uyulması gereken bir hakikat olarak kabul edip bunların doğruluğunu kalben tasdik etmesidir. Ayrıca kul, diğer insanların sözlerini de bu hakikatlere (Kuran ve sünnet) arz eder ve bunlara uygun olanları kabul edip zıt olanları da reddeder. Şayet bu sözlerin Kuran ve sünnete uygun olup olmadığını tespit edemiyorsa – ki bu söz, bazen sahibinin ne kastettiği bilinmeyen mücmel bir söz olur. Bazen de sahibinin ne demek istediği anlaşılır fakat Rasul’ün bu sözü tasdik mi yoksa tekzip mi ettiği bilinmez. – burada daha dikkatli davranır ve ancak bir ilme dayanarak konuşur. İlim ise delile dayanan şeydir; faydalı olanı da Rasulullah’ın getirdikleridir. Bu bilgi bazen Peygamber dışındakilerden de gelebilir. Ancak bunlar astronomi, tıp, çiftçilik gibi dünyevi işlerle alâkalıdır. İlahi emirler ve dini bilgiler konusunda ise tek mercii Rasûİullah’tan gelen bilgilerdir.
Rasûlullah’a (s.a.s) bütün benliğimizle teslim olmak, onun emirlerine uymak, getirdiklerini kabul ve tasdik etmek gerekir. Ancak bunları yaparken sünneti “makul” diye isimlendirdiğimiz batıl şüphelere arz etmemeli, sünneti zan altında bırakmamalıyız. İnsanların görüşlerini ve bulanık düşüncelerini hiçbir zaman Sünnetin önüne geçirmemeliyiz. Böylece Hz. Peygamber’i, itaat ve bağlılıkta tek merci olarak görmüş oluruz.
Ebu Muhammed Humeys’in “Rasul’un Kızdığı Anlar” adlı kitaptan
tweet