RUBÛBİYET VE KULLUK DAİRELERİ
Yukarıda izahına çalışılan hakikatlere bir de şu açıdan bakılabilir: Kâinata baktığımızda iki levha, iki daire görünür. Biri, gayet muhteşem, muntazam ve mükemmel Rubûbiyet dairesidir. Yani, bütün kâinatta kusursuz bir san’at, sürekli yaratma ve icat, en büyüğünden en küçüğüne bütün varlıkların rızıklarının verilip, ihtiyaçlarının giderilmesi hakikatleri, bütün açıklığıyla müşahede edilmektedir. Diğer daire ise, gayet geniş ve net bir kulluk, kapsamlı bir tefekkür, istihsan, yani takdir ve ayrıca teşekkür ve iman dairesidir. Evet, bütün varlıklar, inanmayan insanların hayatlarını kuşatan doğma, ölme, belli bir ailede, belli bir zamanda ve yerde ve belli bir renk ve fizikle dünyaya gelme ve vücutlarının iradeleri dışında çalışması gibi cebrî şartlar dâhil, Rubûbiyet dairesine karşı tam bir itaat ve baş eğmişlik içindedir. İşte, insan gibi şuurlu ve sorumlu varlıklara da düşen, bütün diğer varlıkların ortaya koyduğu ve dolayısıyla kâinatta en küçük bir sarsılmaya ve bozulmaya meydan vermeyen itaat ve kulluğu irade ve şuurlarıyla yerine getirmektir. İnsanın dünya hayatındaki vazifesi budur: kulluktur; itaattir; kâinattaki muhteşem denge, güzellik ve kusursuz san’at, yani Rubûbiyet dairesi üzerinde tefekkürdür, onu takdir ve mukabilinde şükürdür. Bu vazifeyi eksiksiz ve mükemmel yerine getiren birinci kişi ise Allah Rasûlü Hz. Muhammed’dir (s.a.s.).
Allah Rasûlü (s.a.s.), sadece kendisi Rubûbiyet dairesine en mükemmel hizmeti yapmakla kalmamış, bütün insanları ve cinleri aynı hizmeti yapmaya, aynı hizmetle şereflenmeye çağırmıştır. Dolayısıyla O, ‘risalet’ denilen bu misyonu sebebiyle, kâinatın yaratılmasına sebeptir ve “Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım!” hadis-i kudsîsine mazhardır. Çünkü tanınmayacak, bilinmeyecek, manâsı ve hikmeti anlaşılmayacak, takdir edilmeyecek, şükürle mukabele görmeyecek olduktan sonra Rubûbiyet dairesinin açılıp, kâinatın yaratılmasının anlamı olmazdı. Cenab-ı Allah, sözkonusu vazifeyi, Rubûbiyet dairesinin karşısındaki ubûdiyet, yani kulluk dairesini en mükemmel kimin temsil edeceğini ezelî İlm’i ile bildiği için kâinatı yaratmış ve bu vazifeyi, onu hakkıyla ve evrensel çapta yerine getirecek olan Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) tevdî buyurmuştur.
Kulluk dairesinin gördüğü vazifenin ebedî âlemde elbette bir karşılığı olacaktır. Bu daire Kıyamet’le birlikte kapanacak ve bu dairenin ahalisi, bu dairede yaptıklarının karşılığını görmek üzere ebedî âleme alınacaklardır. İşte, ebedî âlemde ebedî saadeti kazanmanın yolu, Rubûbiyet dairesine karşı kulluk dairesinde gereken vazifeyi ifa etmektir. Bu vazifenin ne olduğunu ve nasıl yerine getirileceğini evrensel çapta ve en mükemmel biçimde öğreten, yine Allah Rasûlü (s.a.s.) olmuştur. Dolayısıyla, O’nun bu öğretmesi, insanları sözkonusu vazifeye çağırıp onları ebedî saadete yönlendirmesi, yani O’nun hidayeti, ebedî saadet yurdunun açılmasına vesiledir.
Evet, o Zât (s.a.s.), hem rasûldür, risalet noktasında Cenab-ı Allah’ın ahkâmını, kullarından neleri istediğini Kur’ân vasıtasıyla bütün insanlara ve cinlere tebliğ etmiş, yani, onlara onları ebedî saadeti götürecek hidayeti getirmiştir. O Zât, ayrıca kuldur; kulluğu noktasında Rabb’isine herkesten daha çok ibadet, daha çok dua eder. Ayrıca, kulluğuyla insanlara Cenab-ı Allah’ı tanıtması, O’nun nasıl bir kulluğa lâyık olduğunu, dolayısıyla Sıfatlarıyla O’nu tarif etmesi, yine O’nun kulluk vazifeleri arasındadır ve bu yönüyle Cenab-ı Hakk’m dergâhında bilhassa kendisine inanan ümmetinin elçisi konumundadır. İşte, üçüncü olarak, eğer kulluk dairesinde bu dairenin gerektirdiği vazifeyi yapan hiçbir kimse olmasaydı bile, Peygamber Efendimiz’in bu vazifeyi tam yerine getirmiş, ibadeti ve duasıyla bu vazifeyi kusursuz ifa etmiş olması, yine Cennet’in yaratılıp, ebedî saadetin icadı için yeterdi. Bu sebeple, öncelikle O’nun kulluğu ve duasıdır ki, Cennet’in ve ebedî saadetin icadına birinci vesiledir.
YÎRMÎÜÇ NOKTADA PEYGAMBER EFENDİMİZ VE EMSALSİZLİĞİ
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), bilhassa aşağıdaki 23 noktada emsalsiz olup, bu 23 nokta, O’nun tarih boyu gelmiş ve gelecek bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün peygamberlere reis, bütün velîlere, safîlere, âlimlere, âdil ve muvaffak idareci ve kumandanlara efendi ve bütün peygamberlerden ve velîlerden, safîlerden oluşan zikir halkasının idarecisi olduğunu ispat eder:
Allah Rasûlü’nün (s.a.s.), peygamberliğini ve Cenab-ı Allah’ın açık teyit ve yardımına mazhar olduğunu ispat eden en önemli ve müşahhas delillerden biri, evet, O’nun Arabistan’da keşmekeşliğe, bölünmüşlüğe ve kabile savaşlarına son verip, çok kısa bir zaman içinde çok güçlü bir devleti meydana getirmesidir. Katı bir İslâm düşmanı olan William Muir, The Life of Muhammad (Muhammed’in Hayatı) adlı eserinde şu itirafta bulunmaktan kendini alamaz.
İlk dikkatimizi çeken nokta, Arapların birbirinden bağımsız sayısız kabileye ayrılmış olmasıydı. Bu kabileler, birbirleriyle sürekli savaş halindeydiler; kan veya menfaat gibi bağlarla bir araya geldiklerinde bile en ufak bir sebepten hemen savaşa hazırdılar. Evet, İslâm geldiğinde Arapların hali devamlı bir birleşmeye imkân tanımayacak bir parçalılık arz ediyordu. Problem çözülmeyi bekliyordu, ama hangi güçle? Problemi Muhammed çözdü. (William Muir, The Life of Mohammad, Londra 1861)
Kabilecilik içinde boğulmuş ve kabilecilikle parça parça olmuş Arapları kabileciliği yok edecek üstün bir gaye etrafında bir araya getirmek, herhangi beşerî bir güç için imkân dahilinde görünmüyordu. Fakat ümmî, hiçbir okul görmemiş, risaletle vazifelendirildiği 40 yaşına kadar hiçbir orduya kumanda etmemiş, hiçbir idarecilikte bulunmamış olan Allah Rasûlü (s.a.s.), parça parça ve birbirleriyle sürekli savaş halindeki insanları ve bu insanlardan meydana gelen kabileleri fevkalâde bir zemin üzerinde ve bir çatı altında birleştirdi. Çok kısa zamanda kasaba büyüklüğündeki bir yerde kurduğu devlet, önce üç milyon kilometrekarelik Arap yarımadasında hakim hale gelmesinin ardından 6-7 yıl içinde dönemin iki süper gücünden Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nu bir daha belini doğrultamayacak şekilde dize getirirken, İran Sasanî imparatorluğu’nu ise tarihe karıştırdı. Bunu yaparken, tarihte emsali görülmedik biçimde, mağlûp ettiği devletlerin halklarının kalblerini ve zihinlerini de fethetti.
O Zât (s.a.s.), asla güce dayalı olarak hareket etmedi. Tarihin en kısa sürede en başarılı olmuş üç askerî hareketinden İskender İmparatorluğu, İskender’in ölümüyle, yani kurulmasıyla birlikte parçalandı. Moğol İmparatorluğu, kurucusunun sağlığında dörde bölündü ve dört bölüğün tamamı, Çağatay Hanlığı, Hindistan Moğol Devleti, Altınordu Devleti ve İlhanlılar Devleti, askerî yönden mağlûp ettikleri İslâm medeniyet havzasında çok kısa süre içinde eriyip, Müslümanlaştılar. Buna karşılık, Hz. Muhammed’in tamamen zihinlere ve kalblere hakimiyetle kurduğu ve ashâbı tarafından bir hamlede dönemin iki süper gücünden birini yok edip, diğerinin belini kıran ve 15 milyon km2lik bir sahaya yayılan devlet, fethettiği topraklarda ve halklar üzerinde bütünüyle kalıcı oldu ve kalıcı olmaya devam ediyor. Çünkü O Zât, zihinlere ve kalblere hitap etti ve onları fethetti.
Muhammed-i Hâşimî (s.a.s.), ümmî olmasına, zahirde hiçbir kuvveti bulunmamasına, saltanat ve hakimiyet gibi bir gaye ve meyil taşımamasına rağmen, en tehlikeli mevkilerde tam bir emniyet ile harekete geçerek fikirlere galip geldi, kendini ruhlara sevdirdi, tabiatlara hakim oldu; yerleşik, kökleşmiş, dem ve damara işlemiş çok sayıda vahşî âdet ve huyları köklerinden keserek yerlerine en yüce ve güzel ahlâkı, sarsılmaz temeller üzerinde kana ve ete karıştırırcasına yerleştirdi; bununla birlikte, vahşet kulübesinde yıkmakla meşgul bir topluluktaki vahşiyane kalb katılığını gidererek en ince hisleri harekete geçirdi, en yüce duyguları uyardı ve onlardaki insaniyet cevherini ortaya çıkararak, onları çok kısa bir zamanda medeniyet ufkuna yükseltip, bir hamlede doğuya ve batıya yerleşecek büyük bir devleti kısa bir zaman içinde teşkil etti ve cevval bir ateş gibi, belki her yanı aydınlatan bir ışık gibi veyahut asâ-yı Musa gibi, diğer devletleri yutup yok olma noktasına getirdi.
O Zât (s.a.s.), halkın düşünce tarzını, alışkanlıklarını ve ahlâkını değiştirdi. Allah’ın izniyle cehaleti ilme, bedeviyeti medeniyete, kaba, acımasız ve kötü kişileri de dindar, Allah korkusuyla dopdolu ve dürüst insanlara kalbetti. Bu insanların önceki inatçı ve bükülmez vahşî tavırları, kanun ve düzene teslimiyete ve bağlılığa dönüştü. Asırlardır içlerinden adı anılmaya değer tek bir büyük insan çıkaramamış olan bir halk, O’nun sayesinde dünyanın her tarafına din, ahlâk ve medeniyet taşımaya koşan binlerce yüce ruha kaynaklık etti ve tarihin en meşhurları arasına girdi.
Gücün zoru ve propaganda hilesiyle ancak sathî bir tesir meydana getirilebilir ve akla karşı yollar kapatılabilir. Buna mukabil, kalblerin derinliklerine nüfuz etmek, en ince hisleri harekete geçirmek, goncaya benzeyen istidatları inkişaf ettirmek, gizli veya uykuda olan seciyeleri uyarıp insaniyet cevherini feverana getirmek, hakikat ışığının özelliğidir. Evet, O Zât’ın, kalb katılığının cisimleşmiş bir misali olan kız çocuklarını diri diri toprağa gömme gibi vahşiliklerden kalbleri temizleyip, onları, en hassas acıma duygusunun bir parıltısı olan hayvanlara merhamet, hattâ karıncaya şefkat gibi hasletlerle donatması öyle büyük bir inkılâptır ki, özellikle bunun o çöl topluluklarında başarılması sadece kanunlarla mümkün olmayacağı için, bundaki harikulâdeliği her basiret sahibi tasdik eder.
Kureyş’le yakınlığı olan ve Mekke civarında oturan Udal ve el-Kâre kabilesinden bir ekip, Hicret’in üçüncü yılında Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) gelerek, “Kabilemizden Islâm’ı seçenler var; bir heyet gönder de bize Din’i anlatsınlar ve Kur’ân’ı öğretsinler.” dediler.
Allah Rasülû (s.a.s.), bu iş için ashâbından altı kişiyi seçip gönderdi ve başlarına da Mersed ibn Ebî Mersed, bir başka rivayete göre de Asım ibn Sâbit’i imam tayin buyurdu. Bu altı kişilik muallim grubu Huzeyl kabilesinin oturduğu topraklara geldiklerinde bir yerde konakladılar ve uykuya vardılar. Birden Huzeyl kabilesinin adamları, silahlarıyla bu altı kişilik ekibin başına üşüştüler. Kendilerini çağıranlar, ya böyle bir tuzak hazırlamışlardı, ya da o anda fikir değiştirmişlerdi; onlar da, Huzeyl kabilesi adamlarının yanında yer aldılar. Neticede, üç Müslüman mücahid muallim şehid olurken, üç tanesi de esir edilip, elleri bağlı Mekke’ye doğru yola çıkarıldılar.
Söz konusu üç kişiden Abdullah ibn Tarık’ı da yolda tam bağlarından kurtulup, kılıcına elini atacağı anda taşla şehid ettiler. Zeyd ibn Desine ve Hubeyb ibn Adiyy ise Mekke’de Kureyş’e teslim edildi.
Safvan İbn Ümeyye, Zeyd’i alarak, öldürmek üzere Mekke dışında bir yere çıkardı. Kureyş’ten pek çok kişiler de o anda orada hazır bulunuyorlardı. Zeyd, vakur ve sakin, idam edileceği mahalle geldi. O zaman henüz İslâm’ı kabul etmemiş bulunan Ebû Süfyan da hadise mahallinde bulunanlar arasındaydı. Belki bir pişmanlık sözü işitirim ümidiyle bir adım öne çıkıp, Zeyd’e şu soruyu sordu:
“Allah’a yeminle söyle Zeyd; şu anda senin yerinde idam edilmek üzere Muhammed olsun, sen de Medine’de ailenin yanma bulunsan istemez misin?”
“Vallahi” dedi Zeyd, “benim şu anda Medine’de ailemin yanında bulunmam karşısında değil Muhammed’in burada benim yerimde olmasını, Medine’de O’nun ayağına bir diken batmasını bile istemem.”
Bu cevap karşısında şaşkına dönen Ebû Süfyan, tepkisini şöyle dile getirdi: “Yemin olsun, arkadaşları tarafından Muhammed kadar sevilen ikinci bir kişi görmüş değilim.”
Hz. Zeyd şehid edildikten sonra sıra Hubeyb’e geldi. O da idam için Mekke dışına çıkarıldı. Orada iki rek’at namaz kılmak için müsaade istedi. Tam bir haşyet ve tevazu ile namazını kıldı; sonra da kalabalığa dönerek şunları söyledi: “Eğer ölümden korktu da namazı uzattı demeyecek olsaydınız, şu namazı daha çok uzatmayı arzu ederdim.”
İdam sehpasına çıkarılan Hubeyb’den herkesi dehşete düşüren şu sözler işitiliyordu: “Rabbim, Resûlü’nün mesajını tebliğ ettik; O’na bize yapılanı bildir ve kendisine selâmımı ilet.”
O esnada Medine’de ashâbıyla birlikte oturmakta olan Rasûlüllah (s.a.s.), “Ve aleyke’s-selâm yâ Hubeyb!” diyerek, bu kahraman mücahidin selâmını iade ediyordu.
Son olarak, yeri bir defa daha geldiği için, o büyük Zât’ın, Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.s.) asırlar üzerinde devam edip gelen silinmez tesirini ve hakimiyetini göstermek bâbında şu hadiseyi de nakletmeden geçemeyeceğiz:
Talebelerinden biri İbn Sina’ya bir gün, “Bu bilginiz ve dehanızla peygamberlik iddiasında bulunsanız, halk çevrenizde toplanır.” der. İbn-i Sina o anda cevap vermez. Nihayet bir kış günü seyahat halinde iken, konakladıkları bir mahalde şafak vakti İbn Sina o talebesini derin uykusundan uyarır ve abdest için kendisine dışardan su getirmesini rica eder. Ne kadar ısrar ettiyse de talebe, sıcak yatağından kalkmak istemez. Derken, müezzin “Allahu ekber, Allâhu ekber!” diyerek sabah ezanını okumaya başlar. İbn-i Sina, “Tam bu talebeye cevab verme zamanı” diyerek, şunu söyler:
“Peygamberlik iddiasında bulunsam, halkın arkamdan geleceğini söyleyen sen, görüyorsun ki, yıllardır sana olan hocalığım ve verdiğim dersler, hayatında bir defa sıcak yatağından kalkıp da bana bir bardak su getirecek kadar olsun üzerinde tesir bırakmamış. Sen ki, benim doğrudan talebemsin ve bu kadar yıl derslerimden istifade ediyorsun… Ama şu müezzine bak: Peygamber’in dört yüz yıllık emrine itaat ediyor ve sıcak soğuk demeden günde beş defa minareye çıkıp, Allah’ın birliğine ve O Zat’ın nübüvvetine şehâdet ediyor. İşte, aradaki fark bu!”
On dört asırdır O’nun ismi aktar-ı âlemde şehbal açmakta, sevgisi gönüllerde her geçen gün büyümekte ve dünyanın hâl-i hazır vaziyeti, O’nun bütün cihan tarafından fahrü’l-âlem olarak selâmlanacağını müjdelemektedir.
Evet, Hz. Muhammed (s.a.s.) ise hayatın her sahasında zirveyi temsil eden tek kişidir. Bir hikmet ehlidir, kendi akidesinin mücessem timsalidir. En büyük bir devlet adamı olduğu kadar, eşsiz bir asker; bir kanun koyucu olmasının yanısıra, en büyük bir ahlâkçıdır. Maneviyat âleminin en parlak bir güneşi ve yücelerden yüce dînî bir rehberdir. Emirleri ve vaz’ettiği hükümler, milletlerarası münasebetlerden yeme, içme ve yıkanma gibi günlük davranışlara kadar hayatın bütününe şâmildir. Getirip tebliğ ettiği akidevî temeller üzerinde öyle bir medeniyet kurmuş ve hayatın birbirine zıt görünen sahaları arasında öylesine muazzam bir denge vaz’etmiştir ki, hiçbir alanda en ufak bir eksiklik, yanlışlık ve tenakuzun izine rastlanmaz. Acaba O’na denk böylesine mükemmel ve bütün bir ikinci şahsiyet göstermek mümkün müdür? Hayatında hiçbir okul görmemiş, ne askerî akademiye gitmiş ne de mülkiyede okumuş, doğmadan önce babasını ve altı yaşında iken annesini kaybedip, yetim ve öksüz olarak büyümüş olan o Zât (s.a.s.), bütün zamanların en büyük ve emsalsiz eğitimcisi, muallimi, âlimi, mürşidi, kanun koyucusu, sistem kurucusu, inkılâpçısı, kumandanı, ayrıca eşsiz bir baba ve koca, kalblerin sevgilisi bir dost olarak kendini göstermiştir. Bütün bu sıfatların ümmî bir insanda en yüksek seviyede bulunması, O’nun Cenab-ı Allah tarafından öğretildiği ve vazifelendirildiğini gösteren en açık bir delil olmaz mı?
Fransız tarihçisi Alphonso de Lamartine, O’nun hakkında şöyle yazar: “Dünyada başka hiç kimse, gönüllü veya gönülsüz önüne O’nunkinden daha büyük bir hedef koymamıştır: Allah’la insan arasına sokulmuş bâtıl inançları ortadan kaldırmak; Allah’la insanı aracısız karşı karşıya getirmek; putatapıcılığın maddî ve çarpıtılmış ilâhlar kaosu arasında aklî ve kutsal ilâh kavramını yeniden yerleştirmek. Dünyada başka hiç kimse, bu kadar zayıf vasıtalarla insan gücünün bu kadar ötesinde bir işe girişmemiştir; böylesine büyük bir hedefin tasarlanmasında ve uygulamaya geçirilmesinde kendinden başka vasıtası ve çölde yaşayan bir avuç insandan başka yardımcısı yoktu O’nun. Ve başka hiç kimse, dünya üzerinde böylesine büyük ve kalıcı bir ikinci inkılâbı gerçekleştirmiş değildir; çünkü, iki asırdan daha az bir zaman içinde İslâm, inanç ve hakimiyet planında tüm Arabistan’a yayılmış ve Allah adına İran’ı, Horasan’ı, Mâverâünnehir’i, Batı Hindistan’ı, Suriye’yi, Habeşistan’ı, tüm Kuzey Afrika’yı, İspanya’yı, Akdeniz’de çok sayıda adayı ve Galya’nın bazı kısımlarını fethetmiştir.”
Eğer gayenin büyüklüğü, vasıtaların azlığı ve neticenin şaşırtıcılığı insan dehasının üç ölçüsüyse, kim Muhammed’le karşılaştırılabilir? En meşhur insanlar, sadece ordular, kanunlar ve imparatorluklar meydana getirmişlerdir. Çoğu defa gözleri önünde dağılıp giden maddî iktidarlardan başka bir şey kurmamıştır onlar. Fakat bu insan, yalnızca orduları, kanunları, imparatorlukları, milletleri ve hanedanlıkları harekete geçirmekle kalmamış, ayrıca, o zamanki meskûn dünyanın üçte birinde milyonlarca insanı ve daha da ötesi ma’bedleri, tanrıları, dinleri, fikirleri, inançları ve ruhları yerinden oynatmıştır. Her harfi kanun olan bir Kitab’a dayanarak, her dil ve her ırktan insanlardan bir manâ ümmeti çıkarmıştır. Bize, bu Müslüman ümmetin silinmez karakterini, sahte ilâhlardan nefreti ve bir ve gayr-ı maddî Allah tutkusunu bırakmıştır. Göğün kudsiyetinden uzaklaştırılmasına karşı oluşan bu ulûhiyet tutkusu, Muhammed’in takipçilerinin en büyük faziletidir; arzın üçte birinin bu inanca teslim olması, O’nun bir mûcizesidir. Uydurma ilâh zürriyetlerinin bıktırıcılığı altındaki bir dünyada ilân edilen Allah’ın birliği inancı, telâffuz edilir edilmez bütün eski putperest mabedlerini yerle bir eden ve dünyanın üçte birini harekete geçiren başlı başına bir mûcizeydi. Bu Zât’ın hayatı, tefekkürü, ülkesinin bâtıl inançlarını kahramanca inkârı, putatapıcılığın öfkelerine meydan okumadaki cesareti, Mekke’de on üç yıl süreyle gösterdiği sabır ve tahammül, halkın ezasını ve hattâ hemşehrilerinin kurbanı oluşunu kabulü; evet, bütün bunlar ve ilâveten kesintisiz tebliği, tuhaflıklara karşı koyuşu, başarıya inancı ve felâketler karşısındaki insan üstü güven duygusu, zafere götüren sabır ve azmi, tek bir fikre olan tutkulu bağlılığı ve asla imparatorluk peşinde olmayışı; bitmez duası ve ibadeti, Allah’la olan manevî konuşmaları, vefatı ve vefatından sonraki muzafferiyeti; bütün bunlar, bir yalana değil, sarsılmaz bir inanca şahidlik etmektedir. Esaslı bir akideyi yeniden yerleştirme hususunda O’na güç veren bu inançtı. Bu akîde de, iki taraflıydı: Allah’ın Birliği ve Allah’ın maddî olmayışı. Birinci taraf, Allah’ın ne olduğunu, ikinci taraf da ne olmadığını anlatıyordu. Fikirlerin filozofu, hatibi, elçisi, ortaya koyucusu, cenkcisi ve fâtihi; aklî inançların, tasvir, timsal ve heykelleri olmayan bir dinin ve yirmi dünyevî ve bir manevî devletin kurucusu Muhammed. İnsan büyüklüğünün tesbitinde kullanılan bütün ölçüler içinde soruyoruz: O’ndan daha büyüğü var mıdır? (History of Turkey (terc), New York, 1851;, c. 2, s:276-27.)
O’ndan daha büyüğü değil, O’nunla tartıya konabilecek bir ikinci insan var mıdır?
The 100: A Ranking of the Most Influential Persons İn History (Tarihin En Etkili 100 Kişisi) isimli eserin yazarı Michael Hart, bu eserinde tarihin en etkili birinci kişisi olarak Allah Rasûlü Hz. Muhammed’i (s.a.s.) seçer ve bunun sebebini de şöyle açıklar:
Benim Muhammed’i tarihin en etkili kişileri listesinde birinci sıraya koymam bazı okuyucuları şaşırtmış olabilir ve bazıları tarafından da sorgulanabilir. Fakat O, hem dünyevî, hem de dinî sahada tam muvaffak olmuş yegâne kişidir… Muhammed’in İslâm üzerindeki kendine ait tesiri, İsa Mesih ve St. Paul’ün (Pavlos) Hıristiyanlık üzerindeki toplam tesirinden daha büyüktür. Aynı anda hem dünyevî, hem de dinî sahadaki emsalsiz başarısıdır ki, Muhammed’e insanlık tarihinin en etkili yegâne kişisi unvanını kazandırmaya yeter. (The 100: A Ranking of the Most Infiuential Persons In History, New York, 1978,)
Bütün bunlar, Peygamber Efendimiz’in İslâm’ı içlerinde temsil ve tebliğ ettiği, yayıp hakim hale getirdiği Kureyş, Evs ve Hazrec’e mensup insanların nasıl bir kapasiteye sahip bulunduklarını, onların insanlık tarihinin en kapasiteli insanları olduklarını ortaya koyar. Böyle insanlar, müsbet bir mesajla yetiştirildiklerinde nasıl emsalsiz icraat ve eserler ortaya koyarlarsa, menfî bir sistemde, menfî bir inançla da emsalsiz kötülüklerin, vahşetin, ahlâksızlığın sınır tanımaz temsilcileri olurlar. Bu tür insanların eğitimi de en zor eğitimdir; zekâ ve kapasite ne kadar yüksekse, onları eğitmek ve tatmin etmek da o kadar zor olur. İşte Peygamber Efendimiz (s.a.s.), tarihin en kapasiteli, dolayısıyla Cahiliye denilen İslâm öncesi dönemde küfürde, şirkte, zulümde, cefada, kötülüklerde, ahlâksızlıkta, vahşette, nifakta en önde insanlarını eğitti; onların zihinlerinin muallimi, kalblerinin mürşidi, ruhlarının terbiyecisi oldu. Çok geniş çöllerde alabildiğine vahşî, âdetlerine bağlılıkta son derece mutaassıp ve inatçı toplulukları pek kısa bir zamanda öylesine eğitti, onlara öylesine muallim (öğretmen) ve mürşid oldu ki, onları güzel ahlâkın bütün şubeleriyle donattı ve yalnızca kendi dönemleri itibariyle değil, Sahâbe adıyla, Kıyamet’e kadar gelecek bütün nesillere rehber, muallim ve üstad eyledi. Bunu asla güç kullanarak yapmadı; zaten o gücü yoktu, tek başına ortaya çıkmıştı; kaldı ki, güç kullanarak böyle bir eğitim de asla mümkün olamaz. Onların akıllarını, kalblerini, nefislerini fethetti; kalblerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi, ruhların sultanı oldu.
Görüyoruz ki, getirdiği nur, çok kısa ve tarihte misli değil, benzeri bile görülmedik bir tarzda birden cihanın doğusunu ve batısını tutuveriyor; çok kısa bir zamanda beşerin önemli bir kesimi ona tutunup, O Zât’ın getirdiği hidayeti kabûl edip, zeminden semâya yükseliyor ve O’nun yolunda her şeyini ortaya koyuyor; yeryüzünün çok önemli bir kesimi O’nun Mesaj ı’na teslim oluyor, onu hayatına hayat yapıyor, onunla muhteşemlerden muhteşem bir medeniyet kuruyor ve o Mesaj, ilk günden beri fasılasız onbir asır âdeta cihana hükmederken, maddî hakimiyet sağlama ve hayata bütün boyutlarında yön verme noktasında kendisiyle irtibatın belli ölçülerde koparıldığı ve zayıf düşürüldüğü son üç asırda her türlü muhalefete rağmen zihinlere ve kalblere hükmetmeye devam ediyor ve insanlığın geleceğinin yegâne ümidi olarak kendini gösteriyor.
Hem o Zât (s.a.s.), öyle harika âlemlerden, hadiselerden ve öyle büyük inkılâplar ve ebedî bir gelecekten söz ediyor ki, yerküre bomba olup patlasa, bu kadar merak ve dikkat çekici olamaz. Fakat neye ne kadar önem vereceğini şaşırmış olan insanlar, bu inkılâplara, hadiselere, geleceğe verilmesi gereken önemi vermiyorlar, onları merak etmiyorlarsa, bu, onların yollarını şaşırdığını gösterir ve elbette onların dikkatlerini çekecek bombalar başlarında patlayacaktır. Ayrıca, o Zât’ın haber verdiği gelecek karşısında dünyevî istikbal ancak bir damla serap hükmünde olabilir. O Zât’ın haber verdiği saadetin bir dakikasına bin senelik mesudane dünya hayatı kâfi gelmez. O Zât’ın gelecekle ilgili olarak haber verdiği azap ve cezanın bir anlığına nispeten, dünyada bin sene çekilecek azap hafif kalır.
Demek oluyor ki, şu harikalarla dolu kâinatın zahirî perdesi altında pek büyük ve her bakımdan harikulâde hadiseler bizi bekliyor. Bunları ise, ancak harikulâde ve mûcizeler sahibi bir zat haber verebilir. Hem O’nun haber verme tarzından da anlıyoruz ki, o Zât, görüyor ve gördüğünü söylüyor; bütün kâinatları yaratan ve kabza-i Kudreti’nde tutan Zât’ın bizden neleri yapıp, neleri yapmamamızı istediğini bildiriyor.
Görüyoruz, o Zât (s.a.s.), öyle büyük bir namazda dua ediyor, Cenab-ı Allah’tan öyle şeyler istiyor ki, âdeta bütün varlık, hayatıyla, hal ve duruşuyla, yaptıklarıyla O’nun azametli namazıyla namaz kılıp, O’nun duasını tekrar ediyor.
O Zât (s.a.s.), öyle büyük bir cemaatin içinde dua ve niyazda bulunuyor ki, sanki Hz. Adem’den Kıyamet’e kadar bütün inanmış insanlar, bütün peygamberler, velîler, safîler, nûranî ve kâmil zatlar, O’nun arkasında saf tutmuş ve O’nun duasına “Amin!” diyorlar.
O Zât (s.a.s.), öyle büyük bir ihtiyaç, herkesin en büyük derdi ve ihtiyacı için dua ediyor ki, değil sadece yeryüzündekiler, göklerdeki bütün varlıklar da O’nun duasına iştirak ediyor, “Evet Rabbimiz, biz de O’nun istediğini istiyoruz!” diyorlar.
O Zât (s.a.s.), öyle içten, öyle hazinane, öyle bir iştiyakla ve öyle bir tazarru ve niyaz, öyle bir merhamet ve şefkat celbedicilik içinde dua ediyor ki, bütün kâinatı harekete geçiriyor, ağlattırıyor ve duasına iştirak ettiriyor.
Hem öyle bir maksat ve gaye adına dua ediyor ki, insanlık başta olmak üzere bütün varlığı esfel-i sâfilînden, çukurların en çukurundan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan, manâsızlık, gayesizlik ve hikmetsizlikten, tesadüflerin oyuncağı olmaktan kurtarıyor ve onları en yüceliklere çıkarıyor; her bir varlığa baha biçilmez nişanlar gibi manâlar, hikmetler, maksatlar takıyor.
Hem öyle her şeyi işiten, gören, her şeye gücü yeten ve merhameti sonsuz bir Zât’tan istiyor ki, o Zât (c.c.), en küçük bir varlığın, okyanusların dibindeki bir mikroorganizmanın bile ihtiyaçlarını duyuyor, görüyor ve yerine getiriyor. Dolayısıyla o Zât (s.a.s.), mutlak Kerim ve mutlak Rahîm Rabbi’nden, istediğini vereceği itimadı ve inancıyla istiyor. Öyleyse, o Zât’ın duasına katılmak ve “Amin!” demek, dünyada yapılabilecek en akıllıca iş olsa gerektir.
İnsanlığın bütün hayırlılarını arkasına alıp, Arş-ı A’zam’a dönerek dua eden bu Zât, acaba ne istiyor? Ebedî saadet istiyor; ölümsüzlük istiyor; dünyanın bir senelik mesut hayatı bir dakikasına kâfi gelmeyecek Cennet’i istiyor ve bin senelik Cennet hayatı bir anlığına kâfi gelmeyecek Allah’ın Cemali’ni istiyor. Eğer O’nun istediklerini Hz. Allah’ın yaratması adına başka hiçbir sebep bulunmasaydı bile, bu Zât’ın onları istemiş olması, Hz. Allah’ın O’nun istediklerini yaratmasına kâfi gelirdi. Şu başdöndürücü güzellik ve ihtişam ve kusursuz sanat timsali kâinatı yaratan, bu kâinat içinde en küçücük varlıkların ihtiyaçlarını bile muntazam şekilde gören ve gideren Zât’ın keremi, rahmeti, güzelliği, beşerin hem de en büyüğü tarafından istenen en büyük arzusunu reddetmeyi, en büyük ihtiyacını görüp gidermemeyi kabûl eder mi? Asla!
Bu Kitab’a denk hiçbir kitap olmamıştır ve olmayacaktır; bütün yaratılmışlar bir araya gelse o Kitab’ın bir âyetinin bile mislini meydana getiremezler. İşte bu Kitab’ı Cenab-ı Allah’tan alıp, insanlığa ve cinlere tebliğ eden yine O Zât’tır (s.a.s.).
Ali Ünal’ın “Risale-i Nur’da Külli Kaideler” adlı kitaptan alınmıştır.
]]>