Fethullah Güllen Hocaefendi, dünyanın önde gelen gazetelerinden New York Times’a (NYT) bir makale yazdı.
Hocaefendi, makalesinde darbe iddiaları ile ilgili“Eğer hizmet gönüllüsü gibi görünen birisi bilerek veya kandırılarak böyle bir darbe kalkışmasının parçası olmuşsa benim inandığım değer ve düşüncelere ihanet etmiştir”1dedi.
“Fethullah Gülen: Türkiye’nin demokrasisine karşı bütün tehditleri kınıyorum” başlığıyla yayınlanan makalenin tamamı şöyle;
“Darbe haberlerinin gelmeye başladığı ilk anlardan itibaren darbeyi en kuvvetli ifadelerle telin edici mesaj yayınladım. ‘Yönetimlerin güç ile değil, özgür ve adil seçimlerle kazanılması gerektiğini’ söyledim. Türkiye için, Türk halkı için ve bu sürecin en hızlı şekilde barış içinde neticeye kavuşması için Rabbime niyazda bulundum.
Benim, diğer üç siyasi partinin başkanlarına benzer şekilde, darbeyi şartsız telinime rağmen, Türkiye’nin otoriterliğini giderek arttıran Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan beni darbeyi organize etmekle suçladı. Amerika Birleşik Devletleri’nden 1999’dan beri inziva hayatı yaşadığım Pensilvanya’daki evimden iade edilmemi talep etti.
Erdoğan’ın bu iddiaları inandığım değerlere ters düşmekle kalmıyor, hem sorumsuzca hem de yanlış.
Herkesi kucaklayan ve çoğulcu İslam anlayışım ve hangi dinden olursa olsun insan olduğu için hizmet etme düşüncem silahlı mücadele fikriyle tamamıyla zıttır.
Kırk yıldan fazladır bir parçası olduğum Hizmet gönüllüleri her zaman haklılığını halkın iradesinden alan, dini, etnik kökeni ve politik görüşü ne olursa olsun bütün insanların temel hak ve hürriyetlerine saygı duyan bir anlayışı temsil etmiş ve buna kendilerini adamışlardır.
Buna inanan Hizmet prensiplerinden ilham almış iş adamları ve gönüllüler dünyanın yüz elliden fazla ülkesinde modern eğitim müesseseleri açtılar.
El-Kaide’nin 11 Eylül saldırısı, IŞİD’in gerçekleştirdiği vahşi idamlar ve Boko Haram’ın insanları kaçırma olayları sırasında Batı’nın radikal düşünceleri telin edecek Müslüman sesleri aradığı dönemde şahsım ve Hizmet gönüllüleri şiddeti reddeden net bir duruş sergiledik.
Akılsızca yapılan şiddet eylemlerini kınamanın yanında, gençlerin terörün ağına düşmelerinin önüne geçmek ve barış gönüllüsü gençler yetiştirmeye kendimizi adadık.
Hayatım boyunca özel ve genelle müteallik konuşmalarımda siyasi düzene yapılan askeri müdahalelerin karşısında olduğumu beyan ettim.
Haddi zatında, yıllardır demokrasiyi savunuyorum. Türkiye’de 40 yılda 4 askeri darbeden çeşitli tacizler ve haksız hapse atılmalara dahil olmak üzere askeri rejimlerden çok çektim ve hiçbir Türk vatandaşının benzer muamelelere maruz kalmasını arzu etmem.
Eğer hizmet gönüllüsü gibi görünen birisi bilerek veya kandırılarak böyle bir darbe kalkışmasının parçası olmuşsa benim inandığım değer ve düşüncelere ihanet etmiştir.
Bütün bunlara rağmen Erdoğan’ın suçlamaları, şahsım adına ifade ettikleri olarak değil, ülkeyi sistematik ve tehlikeli bir şekilde tek adam yönetimine çevirmesindeki niyetini ortaya koyması adına sürpriz olmadı.
Birçok Türk vatandaşı gibi, Hizmet Hareketi katılımcıları da Erdoğan’ın Türkiye’yi demokratikleşme ve Avrupa Birliği’ne (AB) girme yolundaki yükümlülükleri yerine getirmesindeki gayretlerinden dolayı destekledi.
Fakat, Erdoğan’ın ülkeyi demokrasiden diktatörlüğe dönüştürmek istemesine sessiz kalmadık. Son yıllarda Erdoğan keyfi olarak birçok gazeteyi kapattı, binlerce hakimi, savcıyı, polisi ve memuru işten attı ve özellikle Kürt halkına karşı ağır yaptırımlar uyguladı. Kendisine karşı aleyhte konuşan herkesi vatan haini ilan etti.
Hizmet, özellikle Cumhurbaşkanı’nın gazabına hedef olmuştur. 2013’te Sn. Erdoğan, bürokrasideki Hizmet katılımcılarını, kendisine yakın ve hükümetteki bakanlarında adının karıştığı yolsuzluk soruşturmalarını ortaya çıkarmakla suçladı.
Sonuç olarak çok sayıda yargı mensubu ve polis sadece görevlerini yaptıklarından dolayı işten atıldı veya hapse kondu.
11 yıllık başbakanlığından sonra, 2014 Erdoğan’ın başkan seçilmesinden bugüne Türkiye’yi parlamenter demokrasiden güçler ayrılığının olmadığı başkanlık sistemine dönüştürmeyi amaçladı. Bu bağlamda Erdoğan’ın başarısız darbe girişimini ‘Allah’ın bir lütufu’ olarak ifade etmesi bu niyetini açık olarak ifade ediyor.
Kendisine muhalif yetmiş bine yakın çalışanı devlet kurumlarından uzaklaştırıldı. Hizmet ve diğer sivil toplum kuruluşlarını ezerken aslında tüm gücü elde etmek için önündeki engelleri bertaraf ediyor.
Uluslararası Af Örgütü (AI), gözaltı merkezlerinde, tecavüz dahil işkence ile ilgili güvenilir bir rapor ortaya koydu. Erdoğan hükümetinin Olağanüstü Hal ilan ederek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya alması şaşılacak bir durum değil.
Türkiye Cumhurbaşkanı ABD’yi IŞİD’e karşı kurulan uluslararası koalisyona vereceği desteği frenlemekle tehdit ederek şantaj yapıyor.
İnandırıcı hiç bir delil bulunmamasına ve adil bir yargılanma ihtimali olmamasına rağmen amacı iademi garanti altına almak.
Erdoğan’ın her talep ettiğini verme eğilimi anlaşılabilir. Fakat, Amerika Birleşik Devletleri bu eğilime karşı durmalı.
Aşırılık, demokrasiye ve şiddet içermeyen protestolara tahammülü olmayan diktatörlerin yönetimi altında umutsuzluğa kapılmış halklar arasında yayılıyor. Türkiye’de Erdoğan’ın diktatörlüğe varan uygulamaları halkı politik, dini ve etnik çizgilerde ayrıştırıyor, fanatikleşmeye zemin hazırlıyor.
Dünya genelindeki kaosun hakim olduğu zamanlarda barışı tesis etme adına yapılan çalışmalar ve demokrasinin Orta Doğu’daki geleceği hatırına, Amerika Birleşik Devletleri bir diktatörün başarısız bir darbeyi yavaş yavaş anayasal düzene karşı yapılmış darbeye dönüştürmesine müsaade etmemeli.”
Kaynak: Fethullah Gulen: I Condemn All Threats to Turkey’s Democracy
İslâmî barış inşası çabalarının çoğu savunma psikolojisi çerçevesinde kalmış ve İslâm’ın “şiddet içeren bir cihat kültürü”nü yücelttiği savına karşı, İslâmî kaynakların yeterli barışçıl temalara sahip olduğunu ispat gayretine girmişlerdir. 11 Eylül sonrası geliştirilen politikalar hem Batılı hükümetlere hem de daha geniş kitlelere İslâm’ın şiddet ya da terörizmi desteklemediğini ispata ağırlık vermişlerdir. “Medeniyetler Çatışması” tezini savunanlara karşı da düşünürler, İslâm’ın hem din olarak hem de gelenek ve tecrübesi ile şiddet içermediğini ve saldırganlığı desteklemediğini anlatan bir literatür oluşturmuşlardır. Ayrıca Gülen’in de aralarında bulunduğu bazı Müslüman düşünürler 11 Eylül hadisesinden çok önce İslâm’ın barış, çoğulculuk ve inançlar arası diyaloğu niçin ve nasıl desteklediği sorusuna cevaplar vermişlerdir.
Son yirmi yılda hem düşünürler hem de uygulayıcılar, İslâmî barış inşası ve şiddetsizlik alanında kayda değer çalışmalar yaptılar ve bunları da yayınladılar. Daha önce de vurgulandığı gibi bu düşünürler, barış inşası ve şiddetsizlik üzerine İslâm’ın sahip olduğu çok zengin kaynakları öne çıkardılar. Bu alandaki araştırmalar birtakım temel sorular üzerine yoğunlaşmaktadır:
Çatışma çözümü ile ilgili Kur’ân’ın prensipleri nelerdir? Kur’ân’da çatışma konusunda hangi teknik ve stratejiler var? Aile, toplum ve devletle alakalı çatışmalara yaklaşımda farklı yöntem ve süreçler var mıdır?
Aynı araştırma metotları çoğulculuk ve diyalog konusunda İslâmî kaynaklar araştırılırken de kullanılmıştır. Yukarıdaki sorulara çoğulculuk ekseninde cevap arayan düşünürler, Kur’ân ve hadislerde konuyu araştırmışlardır. Ayrıca, bazı akademik kurumlarda barış inşasının İslâmî kaynakları hakkında dersler veren bölümler açılmıştır. Oluşturulan çerçevenin Müslüman ve gayrimüslim kitlelere ulaştırılması için de dünyanın her yerinde seminerler ve çalıştaylar organize edilmektedir.
İslâmî Bir Barış inşası Çerçevesi ve Sorunun Kökenleri Zikredilen başarılara ve hoşgörü, birlikte yaşam ve diyalog konusunda örnek olaylarla dolu zengin bir tecrübeye rağmen, İslâmî barış inşası ve şiddetsizlik çerçevesi, Kur’ân ve hadislerdeki temel hipotezi destekleyen ifadeleri ortaya çıkarmada henüz başlangıç aşamasında sayılır. Bu konularda yazılan kitapların büyük çoğunluğu, defalarca Kur’ân’a ve hadislere müracaat ederek barış ve şiddetsizliği destekleyen âyetler ile hadisleri listelerler. Müslüman olsun gayrimüslim olsun okurlar birçok dini literatürle yüz yüze gelmesine rağmen bu literatürün pratikte henüz bir yansıması yoktur. Gülen Hareketi gibi hareketler, bu alana, yalnızca doktrinel savunmada kalmayıp pratikte işe yarayan ve “tavırlarla ya da temsille söylem” diyebileceğimiz yeni bir anlayış getirebilirler.
İslâmî barış inşa çerçevesi, radikal ve şiddet yanlısı marjinal Müslüman eğilimleri önlemede işe yarayabilecek önemli bir sosyo-kültürel formülasyondur. Baskılara direnmek ve adalet arayışı çabaları için İslâmî barış inşası çerçevesine sahip olmak fanatik yorumlara açık marjinallere ve militarist anlayışa daha az alan bırakmaktadır.
Militan ve şiddet yanlısı bir İslâm anlayışına alternatif bir yol önermek, çözümün başlangıcıdır. Ancak, barış inşası çalışmalarına katılan Müslümanların söyledikleri önemli bir şey var; çatışma teolojik temelde değil, yaşadıkları toplumun temel birtakım sorunlarındadır.
Müslüman toplumlarda, nadir ve marjinal kalsa da, sürekli bir biçimde şiddet üreten makro faktörler arasında şunlar zikredilebilir:
Bu noktada, görüleceği üzere, şiddet ve terörizmin arkasındaki ana motivasyon siyasi bir motivasyondur ve milliyetçi özelliklere sahiptir; popüler varsayımların aksine dini motivasyonlar çok temelde yer almaz hatta bazen hiç yoktur. Çoğu kere dinler, ya marjinaller tarafından esir alınır ya da politik hedefleri olan radikaller tarafından kullanılır. Chicago Üniversitesi’nden Prof. Robert Pape tarafından son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre, “intihar bombacıları ile İslâmî görünümlü fundamentalizm ya da diğer dinlerin fundamentalistleri arasında çok zayıf bir bağ vardır. Aslından intihar bombacısı kullanan grupların önde gelenlerinden biri Sri Lanka’lı Marksist-Leninist grup Tamil Kaplanları’dır. Hindu ailelerin bireylerinden oluşan bu grup, dine düşman bir tavır içerisindedir. (…) Aslında hemen hemen bütün intihar bombacılarının seküler ve stratejik hedefleri vardır: Modern demokrasileri kendilerinin olduğunu iddia ettikleri topraklardan çekilmeye zorlamak.” Elinizdeki kitap, İslâm’ın öğretilerinin, özellikle de Gülen Hareketi’nin farklılığının kabulü, çoğulculuk, şiddet dışı çözümler üretme, barış inşası ve medeniyetler ittifakı kavramlarına sahip olduklarına dair ciddi deliller üretmektedir. Gülen, daha 1990’ların ortalarında medeniyetler ittifakını savunuyordu ve yine Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı aynı eksende faaliyetler yürütüyordu.
İslâm coğrafyasındaki militan teşkilatlarının (el-Kaide gibi) dar ve dışlayıcı Vahhabi yorumuna karşın hem Müslümanlara hem de gayrimüslimlere, savaş, şiddet ve öteki ile olan ilişkilere dair alternatif bir söylem ve perspektif sunmak gerekiyor. Gülen Hareketi hakkındaki bu kitap bu dışlayıcı İslâm yorumlarına karşı durmayı hedefliyor. Şimdi, Gülen Hareketi’nin İslâmî barış inşasına katkısını daha iyi anlayabilmek için, Gülen’in, Doğu-Batı ilişkileri ve kültürler ve dinler arası diyaloğa bakışına göz atalım.
Gülen Düşüncesinde Öteki, Doğu Batı İlişkileri ve Hareketlin Barış inşasına Katkısı
Gülen bir kimlik politikası peşinde koşmadığı gibi kendini de ötekine bakarak tanımlamıyor. Yani inşa edici ötekisi yok.
Gülen’in söylemlerinde “ötekileştirme ve ötekini düşman bir bileşen olarak tanımlama yer almaz.” Tepkisel değil, aksine önceden davranan bir yapıya sahiptir, biz ve öteki şeklinde kaba bir ayrım benimsemez. Başka bir biçimde söylersek, “karşılaşmacı Yeni Sosyal Hareketlere mukabil Gülen Hareketi, ‘ahlâki muhalefet’ anlayışını temsil etmektedir ki, Bakhtin buna “diyalojik” bir ilişki demektedir.”
Bu durum, Gülen’in dünyayı Müslümanlar ve ötekiler şeklinde okumadığının da bir göstergesidir. İslâm dünyasındaki ihtilaflar nedeniyle halifeliğin de yeniden canlandırılabilir olduğunu düşünmemektedir:
(…) İş bu noktaya gelip dayanınca onu yeniden ihya çok zor olduğu gibi, bütün Müslümanlara kabul ettirmek de imkânsız gibi görülmektedir. Ayrıca böyle bir teşebbüsün muasır dünyaca nasıl algılanacağı oldukça önemlidir.
Onu böyle düşünmeye iten tek şey sadece realist düşünmesi değildir; Gülen meseleye İslâm fıkhı açısından bakar:
“Hilafet unvanıyla temsil edilmeyen devlet meşru değildir” mânâsına gelecek şeyler var mıdır? Mesele ne kadar ‘olmazsa olmaz’ kabul edilmiştir?
Esas önemli olan, Müslümanlığın milimi milimine yaşanmasıdır. Polemiklere sebebiyet vermek için tali, her zaman münakaşası yapılabilecek tarihi konuların öne çıkarılması doğru değil. Bir kısım ehl-i İslâm dostlar bunun üzerinde duruyorlarsa, onların da kim tarafından kurulduğunu bilemeyeceğim. Sanki Emeviler, Abbasiler döneminde hakkıyla hilafet mi varmış? Yezid, Velid, hilafeti hakkıyla temsil etmişler mi ki, şimdi münakaşa yapılsın? Bu tartışmalar, Müslümanlığı yaşayamayanların, ayıplarını kapama adına farkında olarak ya da olmayarak ortaya koyduğu bir gayret de olabilir.
Gülen, Doğu ile Batı arasında bir çatışmanın zorunlu, kaçınılmaz ya da istenen bir şey olduğu fikrini reddeder. Soyut bir kavram olan Batı, düşman değildir, asıl düşman; fakirlik, cehalet ve iftiraktır.
Birçok İslâmî ihya hareketinin aksine Gülen Hareketi kimliğini şu üç düşman karşısında oluşturmuştur; fakirlik, cehalet ve iftirak. Bu karşı duruş, Gülen Hareketi’nin apolitik zihin haritasını anlayabilmek açısından çok önemlidir.
Said Nursi’nin düşüncesine paralel olarak Gülen, Batı’ya daha analitik bakar ve Batı’nın müspet ve menfi şekilde ikiye ayrılabileceğini söyler:
Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye nâfi’ sanatları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünûnları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek, beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum.(S.Nursi)
Gülen, “Batılılar’ın alıp geliştirdiği şeyleri, bence bizim bugün almamızda hiçbir beis yoktur. Biz de alır, bu meseleleri daha ileri götürürüz…” der. Gülen, Türkiye’nin AB üyeliğini de destekler. “Gülen’in Batı’ya yakın duruşu diğer İslâmî cemaatlerin ABD ve Avrupa karşıtı tutumlarının da ılımlı hâle gelmesine neden olmuştur. Muhafazakârların çoğu sonunda Gülen’in fikirlerini kabul noktasına gelmiş olsa da başlangıçta onun Batı’ya yakın duruşunu eleştirmişlerdi. Türkiye’de dini cemaatler AB üyeliğini hem güvenlik hem de İslâmî kimlik açısından bir tehdit olarak tanımlarken Gülen üyelik fikrini desteklemişti.
İslâmcılık temelde selefin anlayışına tabi olmayı tavsiye edip, saf İslâm’ın altın çağının, insanlığın günümüzde karşılaştığı tüm sorunları çözeceği savını desteklerken Gülen, salt retoriğe sığınmaz ve içinde yaşadığı şartların zaman ve mekâna bağlı analizini yaparak, Müslümanların üç düşmanı olan fakirlik, cehalet ve iftirakla mücadelede çok somut çözümler önerir.
Eğer cehalet bu üç düşmandan biriyse, Gülen her seviyede okullar açmayı önerir ve eğitimi yalnızca okullara ve dini eğitime de hasretmez. Söz konusu eğitim projesi tüm hayatı kuşatır. Bu eğitim projesinde yalnızca seküler okullara ya da camilere de işaret edilmez. Ailede eğitim, çocuk yetiştirme, din bilginleri yetiştirme gibi alanları da kapsar. Örnek olarak eğitme anlamındaki “temsil” anlayışı da yine eğitimin bir parçasıdır.
Eğer fakirlik Müslümanların ikinci düşmanıysa, Gülen Ha- reketi’nin cevabı insanların sosyo-ekonomik durumlarının iyileştirilmesi için dolaylı bir yol olan eğitimin yanında, yardım kuruluşları kurmaktır (Kimse Yok Mu Derneği gibi).
İhtilaf ya da iç çatışma üçüncü düşmansa, diyalog, hoşgörü ve karşılıklı anlayış bunun çözümü olacaktır.
Dikkat edilirse görülecektir ki, Gülen Hareketi’nin tüm projeleri bu üç alandan birine dahildir ve Hareket’in medya organları da sorunları temelden ele alarak çözmeyi hedefleyen bu küresel sivil aktivizme destek vermektedir.
Ekonomik çalışmalar, kültürler arası diyalog faaliyetleri ve yoksulluğun önlenmesi çabalarının yanı sıra, Gülen Hareketi, çatışma önleme ve barış inşası çalışmalarına da katılmaktadır ki bu çalışmalar dört kısımda incelenebilir.
Birincisi, Gülen Hareketi, İslâmî çerçeveyi genişleterek, adalet, çatışma önleme ve barışçıl seferberlik anlamında kaynakların yeniden yorumlanmasını sağlamaktadır. Yüz altmıştan fazla ülkedeki aktiviteler bu sürecin çoktan başladığını gösterir.
İkinci olarak, İslâmî öğretilere dayanan evrensel değerlerle Gülen Hareketi, tüm Müslümanlara cazip gelen bir hareket olarak, etnik çatışmalarla mücadele konusunda var olan İslâmî barış inşası çerçevesini güçlendiriyor. Bu çerçeve dünyanın birçok yerinde İslâm’ın temel bir öğretisi olarak benimsenmiş ve meşru bir çerçeve olarak kabul görmüştür. Yine bu çerçeve, diğer baskıcı kültürel normların, değer ve alışkanlıkların izole edilmesini ve reddedilmesini de sağlar.
Üçüncüsü, Gülen’in öğretisinde gerek bireysel gerekse kolektif sorumluluk, özeleştiri ekseninde gelişir. Dolayısıyla, içinde bulunduğumuz şartlar kendi sorumluluğumuzdadır ve bunlar için sürekli başkalarını suçlamak yanlış bir tutumdur. Bunlara ek olarak, Gülen’in hoşgörü ve farklılıkları kabulü bağnaz ve şiddete meyilli bazı İslâmî grupların dışlayıcı, toleranssız ve şiddete meyilli söylemlerini engellemesi açısından da İslâmî barış inşası çerçevesine katkıda bulunmaktadır. Hareket, bu gibi konularda Müslümanlar arası diyalog için de önemli bir alan açmıştır. Müslümanların gerek fertler gerekse toplumlar olarak kendi durumlarını nasıl iyileştirecekleri konusunda yapacakları tartışma önemlidir. Bu türden hareketlere katılan Müslümanlar, kendi toplumları içinde ve daha büyük ölçekte şiddeti vahşice ve terör amaçlı olarak kullanan kişilere karşı bir duruş sergileyeceklerdir.
Dördüncü olarak, Müslüman olmayanlara uzanmak ve onlarla iletişime geçmek, Batılı ülkelerde yaşayan Müslümanlar için kaçınılmaz hâle gelmiştir. Gülen Hareketi’nin birlikte yaşam vurgusu, ötekine ulaşma ve bu kitabın birçok yerinde geçtiği üzere öteki anlayışını yeniden tanımlama özellikleri, kozmopolit toplumlarda yaşayan Müslümanlar için, Müslüman olmayanlarla iletişime geçme bakımından örnek teşkil etmektedir. Müslüman topluluklarda gayrimüslimlerle diyaloğa geçme ve bireysel ve toplumsal ilişkiler kurma konusunda korku yayan radikallere karşı da bir direnç oluşturuyor.
Gülen’in toplumsal çeşitlilik konusuna yaklaşımı, İslâmî barış inşası açısından hayati öneme sahiptir. Bu yaklaşım, Müslüman olmayanlara karşı, ne savunma refleksleriyle hareket eder ne de özür dileme beklentisine girer. Aksine, oldukça yapıcı sosyal, kültürel, ekonomik ve eğitim inisiyatifleri ortaya koyarak etkileşime geçer. Zaten, Müslüman olmayanlar da böyle çoğulcu bir bakış açısıyla İslâm hakkında doğru bilgiler edinebilirler, dogmatik vaazlarla değil. Bunun da ötesinde Gülen Hareketi, davranışlarla temsil yoluyla, Müslüman olmayan ülkelerdeki önyargıları ve İslâmofobi’ye de meydan okuyacak ve ortadan kaldırabilecektir.
Sonuç
Gelişim sürecindeki İslâmî barış inşası, hem teorik çerçeve hem de uygulama olarak İslâm ülkelerindeki sosyal ve politik değişimi etkilemesi ve önemli birtakım gelişmeleri sağlaması açısından ciddi katkılarda bulunacaktır. Derin entelektüel ve düşünsel geleneği ve sufi gelenekle (birinci ve ikinci yüzyılın Müslüman mutasavvıfları ve sonrasının Gazzalî, Rumi, İbn Arabi’si gibi) olan bağlarından dolayı Gülen Hareketi, iç ve dış sorunları çözmek için getirdiği, şiddet karşıtı sosyal mobili- zasyon ve barış inşası değer ve normları ile Müslümanlara genel bir bakış açısı sunabilir. Bu bakımdan Gülen Hareketi ve Hareket’in birçok ülkedeki uygulamaları, önemli süreçlerdir.
Türkiye’de etkin olmasının dışında Gülen’in İslâm anlayışı, Türkiye’nin artan etkinliği ve Hareketin küresel duruşunun da etkisiyle denebilir ki, daha geniş bir çerçevede etkili olacaktır. Voll’ün de vurguladığı gibi “Fethullah Gülen, küreselleşmiş, çok kültürlü ve çoğulcu bir İslâm söylemini oluşturan güçlerden biridir. Onun yönlendirmesiyle hareket eden eğitimciler de tanıklık edeceklerdir ki, Gülen’in vizyonu, modernle post moderni, yerel olanla küresel olanı birleştiren bir bakışa sahiptir. Yine hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler, ortak vizyon ve gelecek tartışmalarında Gülen’den etkileneceklerdir.” Türkiye’deki önemli gelişmeler, zaten Müslüman medya, düşünürler ve eylemciler tarafından takip edilmektedir. Hareket, Türk olmayan Müslüman dünyadaki faaliyetlerini artırmıştır. Pakistan, Bangladeş, Malezya, Nijerya, Endonezya gibi büyük İslâm ülkelerinde açılan çok sayıda okulun yanında, Afrika ve izin verildiği ölçüde Orta Doğu’da okullar ve hastaneler açmaktadır.
Bunun da ötesinde, kendini daha geniş bir ümmet anlayışı içinde konumlandırmak isteyen Hareket, 2005 yılından itibaren Hira Dergisini çıkarmaya başlamıştır. Dergi, hedefleri ve beklentileri itibariyle “Müslümanlara hitap eden bir formata sahip. Arapça basılan dergi, Türk ve Arap yazarların makalelerine yer vermekte olup, her sayının başyazısı da yine Gülen tarafından kaleme alınıyor ve bu yazı, sayının ana temasını belirliyor. Dergi, Gülen Hareketi’nin entelektüel duruşunu Arap dünyasına açarak Türkler ve Araplar arasında bir köprü olmayı hedefliyor. Bir forum mahiyetine sahip olan dergide, çağdaş İslâm’ın acil meseleleri ele alınıyor ve Müslüman düşünürler, bu sorunlara, İslâm dünyasının modern dünya ile entelektüel ve sosyo-kültürel ilişkileri bağlamında çözümler bulmaya çalışıyorlar.” “Müslüman dünyaya yeterli ilgiyi göstermediği şeklinde eleştirilen Hareket… 2006 yılında uluslararası bir toplantı düzenleyerek, Orta Doğu’dan Arap, Türk ve Yahudi entelektüelleri davet ederek, Orta Doğu’nun geleceğinin tartışılma-sın sağlamıştır. Ve. yine 2007 Şubat’ında, Hareket’e yakınlığıyla bilinen Abant Platformu, Mısır’ın önde gelen El Ehram Enstitüsü ile ortak bir organizasyona imza atarak, demokrasi, modernleşme ve laiklik konularında Türkiye ve Mısır tecrübelerini masaya yatırmıştır.”
Kısaca, Gülen Hareketi, yirmi birinci yüzyılda Müslümanları bekleyen ciddi sorunlara verdiği teorik ve uygulamalı cevaplarla entelektüel bir güç merkezi olma yolundadır. Müslüman toplumların belli kesimlerini mobilize ederek, etkileşime geçip onlara yardımcı olarak, ekonomik, kültürel, politik ve sosyal değişimlerin kurumlaşmasına katkıda bulunmaktadır.
Nil Yayınları, “İslâm ve Barış İnşası” adlı kitaptan alınmıştır.
]]>-İnsanların pek çoğunun yitirdiği değerlerden biri de, ızdırap duyulması gereken meseleler karşısında ızdırapsız olmalarıdır. Yürek dağlayan hadiseler karşısında yüreği yanmayan kimselerin problemlere çareler bulmaları mümkün olmadığı gibi, birilerini teselliye matuf “âh u vâh”ları da yalandır. İhmal, ayrı bir günah; kâmetinin çok üstünde bir tavır sergilemek de ayrı bir yalan ve günahtır.
-Herkesin kendini yeterli gördüğü, her şeyin hakkından geleceğine inandığı ve hayatını ona göre planladığı bir dünyada siz en doğruları bile kimseye duyuramaz ve o zihniyetteki vazifelilere, sorumlulara hiçbir şey kabul ettiremezsiniz. Bu da önemli bir handikaptır; çok ciddi stratejiler ve çareler üretsek de maalesef bugün kimse dinlemez. Hatta -artık mümkün değil, o peygamberlere nasip olmuştur ama- vahiy ve ilhama müstenid bir kısım mesajlar getirseniz, onu bile dinletemezsiniz.
-Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. Bir espriye bağlı ifade edersek, o güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27 Mayıs ihtilaline bakabilirsiniz. O güç, gelip kendi milletinin başına binmiş ve 25-30 milyon insanı teslim almıştır. Daha sonra da her on senede bir binlerce insanı ezmiş, zindanlara atmış, sürgünlere yollamıştır. Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa hükmetmişsin; fakat, ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun.
-Böyle bir dönemde, senelerin ihmalinden dolayı bir kısım müesseseleri tenkid manasına gelecek sözler sarfetmek ve onları suçlamak doğru değil. Ne var ki, bu mübarek vatanın parçalanması tehlikesi karşısında, Gandi’nin Hindistan hakkındaki sözlerini hatırlıyorum ve gözlerim doluyor. Hindistan’ın bölündüğü, Pakistan’ın ayrıldığı günlerde Gandi, Muhammed Ali Cinnah’a der ki; “Beni testere ile ortadan biç, ikiye böl; fakat, Hindistan’ı bölme!” İşte, o ölçüde bir ızdırap olmayınca, gerekli stratejiler üretilemez ve o gâilenin hakkından gelinemez.
-Ümitsizliğe kapılmamalı; ama bugüne kadar ihmal edilmiş tedbirler var: Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik. Böylece başkalarının halkı idlal etmesine fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsaydık. Otuz sene değil, on sene evvel bile ülkeyi idare edenlerin aklı bu işe erseydi ve bunlar bugüne kadar gerektiği ölçüde yapılabilseydi, bugün o problemler kökünden kurutulamasa da en aza indirilmiş olacaktı.
-Bediüzzaman Hazretleri o bölgenin insanıdır. Bir dönemde Ermeni Taşnaksiyonu’na karşı talebelerini arkasına alıp gönüllü savaşan, Rus işgaline karşı alay komutanı olarak mücahede eden, bacağı kırılan, esir düşen, Kosturma’da hapis kalan ve harikulade bir şekilde oradan kaçıp Türkiye’ye dönen, İstiklal Mücadelesi’ni destekleyen, kendisine meclise girme yolu açılan, fakat siyasetle hizmet edemeyeceğine inanınca Erek Dağı’nda inzivaya çekilen Üstad Hazretleri, çeşitli bahanelerle senelerce zulüm görmüştür. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar acı ve ızdırap yudumlamıştır. Fakat, kat’iyen olumsuz bir tavır sergilememiş ve milletin huzurunu kaçıracak hiçbir harekete izin vermemiştir.
-Ben O’nun çırağı, kapıkulu, kölesi sayılmam ama ben de onca senedir burada kendi vatanımdan cüdâyım. Mevcudiyetim oradaki genel ahenge zarar verir diye burada gönüllü duruyorum. Peki siz neden o canavarlığa tevessül ediyorsunuz?!. Öyle bir hak aramanın misali yoktur geçmişte. Ne peygamberlerin nurânî hayatında, ne bir kısım toplum liderlerinin, Zerdüştlerin, Hermeslerin, Budaların, Brahmanların hayatında yoktur öyle bir şey. O ancak şeytan çizgisinde olabilecek bir şeydir.
-Bizim en büyük problemimiz, bizi birbirimize bağlayacak tutkal mahiyetindeki çok önemli bir dinamik olan dini değerlendiremeyişimiz olmuştur.
-Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika’da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur.
-Bediüzzaman Hazretleri, maruz kaldığı zulümlere rağmen hiç kimseyi zerre kadar incitmemiş, “intikamımı alın” dememiş; hatta kendisine o teklifte bulunanlara şöyle cevap vermiştir: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz.” İşte bu sâlim düşünce herkese mal edilmeliydi ama maalesef bu hususta muvaffak olunamadı.
-Bugüne kadar pek çok fırsat kaçırılmıştır ama bu her şey bitmiş demek değildir. Belki bir kısım mütemerridleri kuvvetle sindirme ve baskı altına alma da düşünülebilir; fakat, esas o toplumun ruhuna girme yolları açılmalı, kardeşlik ruhu yeniden canlandırılmalı, vifak ve ittifak stratejileri oluşturulmalı ve onlarla tevfik-i ilahiye davetiyede bulunulmalıdır.
-Türkiye’nin, uluslararası arenada denge unsuru olan ve bölgede gözünün içine baktıran büyük bir devlet olmasını istemeyen hasımların varlığı görmezlikten gelinmemelidir. Böyle bir hasımlık önceden bir kısım müstemlekeci Avrupa ülkelerine mahsustu. Günümüzde, çevremizde ve Ortadoğuda bölünmüş, parçalanmış, kendi felsefelerine bağlı sistemlerini kurmuş devletler de sizin büyümenizi çekemiyorlar. O dağın şu anda kimler tarafından desteklendiğini bilmiyoruz. Yoksa, nereden alacaklar onca silahı.. nereden bulacaklar onca imkanı.. dağ doğurmuyor ki onları… Mutlaka birileri onlara yardım ediyor sizi dize getirmek ve pazarlığa çekmek için. Böyle çepeçevre kuşatılma karşısında bulunan bir millet çok tedbirli ve temkinli hareket etmelidir.
-Dünden bugüne şer güçler, bir tarafta bazılarını tahrik edip sokaklara salarken beri tarafta da onlara karşı çıkarılabilecek başkalarını kışkırtmış, diğerlerine saldırtmış ve insanları karşı karşıya getirip vuruşturmuş; böylece kendi menfaatlerini elde etmeye çalışmışlardır. Nitekim, 27 Mayıs öncesinden başlayıp 80 darbesi ve hatta sonrasına kadar devam eden benzer provokasyonlarda aynı eller, insanları sağ sol gibi sınıflarla ikiye bölmüş, onların damarlarına basmış ve vatan evladını birbirine kırdırtmış; sonra da akan kanın üzerine kendi saltanatlarını kurmaya çalışmışlardır. İçinde bulunduğumuz şartlarda da aynı senaryoların sahneye konması, bir Kürt-Türk çatışması çıkarılması ve hatta sonunda meselenin Birleşmiş Milletler’in hakemliğine kadar vardırılması muhtemeldir.
-Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi ve insanımızı seven herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele “mukabele-i bilmisil” kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganlarıyla problem çözülmez. O fitne ve fesadın önüne geçilmesini isteyenler, tenkit ve tekliflerini başkalarına yol göstermek üzere, yetkililere verecekleri sağlam metinler halindeki raporlarla ve bildirilerle masumca ifade edebilirler.
-Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir. Az önce işaret ettiğim “hakkı, kötek olanlar” istisna edilirse, o toplumun yüzde doksan beşi şefkatle ve re’fetle kucaklanmalı, onlara karşı mülayemetle hareket edilmelidir.
herkul.org’dan alınmıştır.
tweet