Sözünü ettiğimiz ve Türkiye’de, Türk devletinde ve halkında savunmacı ve tepkici bir zihin yapısının oluşmasına yol açan bu iki sebep, hem politika olarak Türkiye’nin hem de söz konusu Müslüman kesimlerin kendilerini, davranış ve tavırlarını kendilerine has bir aksiyon çizgisinde kendileri olarak konumlama yerine, daima düşmana, onun yaptıklarına ve yapacaklarına göre konumlama tavrı geliştirmelerine yol açmıştır. Yine aynı iki sebep ve onun yol açtığı bu tavırdır ki, hoşgörü ve diyalog hareketinin de yanlış değerlendirilmesinin ve ona karşı çıkılmasının en önemli sebepleri arasındadır. Çünkü hoşgörü ve diyalog hareketinde tepkicilik değil, bir inisiyatif kullanma, açılma, aksiyoner davranma, tavır, tepki ve davranışları kendi çizgisine göre ayarlama, kendini düşmana göre değil, kendi hareket çizgisine göre konumlama söz konusudur. Evet, büyük dinlerin mensupları arasında diyalog hareketini sadece resmî manâda ilk başlatan Vatikan olmuştur. Böyle olmakla birlikte, aynı harekete yıllar sonra bazı Müslüman grupların tamamen kendilerine has İslâmî aksiyon çizgilerinin bir gereği olarak cevap vermesi ve kendi çizgilerinde bir diyalog hareketi başlatması, hiç bir zaman Vatikan’ın izlendiği manâsına gelmez. Kaldı ki, birbirlerine en karşıt çizgiler ve hareketler arasında bile her zaman, hem de pek çok noktada buluşmaların, çakışmaların olması, bunların iki taraf arasında belli bir yakınlaşma meydana getirmesi ve bu yakınlığın ifade edilmesi gayet normaldir ve tabiîdir. Bu tür buluşma ve çakışmaları hemen karşılıklı etkileşime, hattâ bir tarafın diğerinin güdümünde davrandığına yormak, ortada kesin delil olmadığı sürece bir zan, hattâ suizan olmaktan öteye gitmez. Zan ise ilimden hiçbir şey taşımaz ve gerçek adına hiçbir şey ifade etmez (Yunus Sûresi/10: 36) ve zannın bir kısmı da ağır günahtır (Hucurât Sûresi/49: 12).
Hoşgörü ve diyalogun her düşünceyi, her inancı, hattâ inançsızlığı ve bunlara sahip olanları kendi konumlarında ve kendileri olarak kabul manâsında kullanılıp uygulanması ise, esasen hem beşerî münasebetlerde hem de kişinin kendi düşünce ve inancını başkalarına tanıtması, aktarması adına olması gereken temel bir düsturdur. Çünkü hoşgörü ve diyalog, her şeyden önce, Kur’ân-ı Kerim’in insanların farklı kavim ve kabileler halinde yaratılmasının hikmeti olarak zikrettiği (Hucurât Sûresi/49: 13) karşılıklı tanışma ve yardımlaşma, düşünce paylaşımı ve aktarımı, hattâ inancın tebliği adına vazgeçilmez gereklikte bir köprüdür. İkinci olarak, insanlar arası münasebetlerde aslolan sulhtür, savaş değildir. Allah, savaşı fitnenin, yani özellikleri küfrün ve şirkin sebep olduğu ve insanları birbirlerini anlamaktan ve karşılıklı iyi münasebetlerden alıkoyan her türlü kargaşa ve anarşi ortamının, baskı ve zorbalığın ortadan kalkması (Enfal Sûresi/8: 39), Allah’a ibadet edilmesine mani olmak isteyen kişilerin veya güçlerin bu maksatla söz konusu bir ortam meydana getirme faaliyetlerinin önünün alınması ve bu kişi veya güçlerin zararlarının def edilmesi için (Hac Sûresi/22: 40) emretmiştir. Hoşgörü ve diyalog, böyle bir ortamın hem olmaması, varsa aşılması, ortadan kaldırılması, farklı görüş, düşünce ve inançtaki insanların birbirlerini kavga ortamında değil de sulh ortamında tanıyıp gerçek insanî münasebetler içinde bulunmaları için gerekli zeminin savaşmadan hazırlanması faaliyetinin, hattâ bu zeminin adıdır. Savaş ve kavga ortamında herhangi bir müsbet düşüncenin başkalarına aktarılması ve özellikle bir düşünce veya inancın tebliğinde en başta gelen temsilin, o düşünce veya inanca fiilî örnekliğin başkalarına onları etkileyecek şekilde gösterilebilmesi imkânsız denecek derecede zordur. Ancak sulh ve iyi münasebetler ortamındadır ki insan, kendisini inancı, düşünceleri ve ahlâkıyla başkalarına anlatabilir.
Bu söylediğimizin tarihteki en önemli örneği Hudeybiye sulhüdür. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’de 13 yılı her türlü zorluğa, güçlüğe, karşı koymalara, alaya, işkenceye sabırla, hoşgörüyle, afla, kendisine bunları reva görenlere dua ve onları kurtuluşa çağırmakla geçirmiş ve daha sonra “çıkarılmasaydı (kendi gönlüyle) asla çıkmayacağı” Mekke’den hicret etmek zorunda bırakılmıştır. Hicret yurdu Medine’de de iki defa şehrin harimine kadar sokulan Mekkeliler ve müttefikleriyle üç defa savaşmak mecburiyetinde kalmıştır. Nihayet, Risalet’in başlangıcından Hudeybiye sulhüne kadar geçen 19 yıllık sure içinde Müslüman olan erkeklerin sayısı 2.000’i aşmazken (Hudeybiye sulhüne katılan Sahabe sayısı 1500 civarındaydı), Hudeybiye sulhü ile Mekke’nin savaşsız fethi arasında geçen iki yıl içinde bunun en az beş katı insan Müslüman olmuştur. Çünkü Mekke’yi fetheden İslâm ordusu 10.000 kişiden oluşuyordu. Bu hızlı yayılış, tamamen sulh atmosferinde gerçekleşmiştir. Hudeybiye sulhü ile Medine ve Mekke birbirlerinin -inancını değil- varlığını kabullenmiş, böylece ortaya çıkan sulh zemininde Müslümanlar inançlarını her tarafta anlatma imkânı bulmuş ve neticede binlerce insan İslâm’la şereflenmiştir. Bundandır ki Kur’ân-ı Kerim, Mekke engelinin, dolayısıyla İslâm’ın önündeki en büyük engelin aşılması demek olan Hudeybiye sulhü için feth-i mübîn, apaçık bir fetih, yani “ardına kadar açılan bir kapı” tabirini kullanır (Fetih Sûresi/48: 1).
Konuyu daha da aydınlatmak açısından başka konularda başka misaller de verelim: “Bakmaz mısın, kendilerine Ellerinizi savaştan çekin denilenlere!’ (Nisâ Sûresi/4: 77) bir âyetten bir cümledir. “Kendilerine savaş açılan mü’minlere, mukabil olarak savaşma izni verildi.” (Hac Sûresi/22: 39) de, yine bir başka âyete ait bir cümledir. Bunlar gibi, “Fitne ortadan kalkıp, din bütünüyle Allah’a hasredilinceye kadar onlarla savaşın.” (Enfâl Sûresi/8: 39) da âyettir. Bütün bunlara karşılık, “İman edenlere söyle: Allah’ın (ceza) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah, her topluma yaptığının karşılığını verecektir.” (Câsiye Sûresi/45: 14) de yine Kur’ân’da yer alan bir âyettir.
Aynı şekilde, “O Allah ki, Kitap Ehli’nden küfredenleri, Ahiret’ten önce dünyada ceza için ve sürgün edilmek maksadıyla bir araya toplayıp, yurtlarından çıkardı… Allah, onları hiç ummadıkları yerden bastırdı; kalblerine korku saldı onların. Öyle ki, evlerini bizzat kendi elleriyle yıkıyorlar, müminlerin yıkmasına da hiç ses çıkarmıyorlardı.” (Haşr Sûresi/59: 2) âyetleri Kitap Ehli hakkında olduğu gibi, “Ehl-i Kitap’la en güzel olan yoldan başkasıyla mücadele etmeyin! İçlerinden zulmedenler hariç onlara: ‘Biz hem bize indirilene iman ettik hem size indirilene, bizim ilâhımızla sizin ilâhınız aynıdır. Biz, O’na teslim olmuşuz’ deyin”. (Ankebût Sûresi/29: 46) âyeti de Kitap Ehli hakkındadır.
Verdiğimiz bu âyetler ve bunlar gibi Kur’ân’da yer alan daha pek çok âyet, zahirde birbiriyle çelişir gibi görünmektedir. Oysa bizzat Kur’ân, kendisinde çelişki bulunmamasını Allah’ın Sözü olmasına delil olarak zikretmektedir (Nisâ Sûresi/4: 82). O halde yapılması gereken, yasaklanmış bir tavır ve davranış olarak, zahirî bakışla birbirleriyle çelişkili gibi görünen Kur’ân âyetlerini delil gibi kullanıp tartışmak ve bu şekilde Kur’ân’ı muharebe meydanı haline getirmek değildir. Bu noktada, Kur’ân’ı anlama, Kur’ân’ın bir kısmının bir kısmını, yani âyetlerin âyetleri tefsir ettiği gerçeği, tahsis (umumî bir ifadenin ve ondaki hükmün bir olay, şahıs veya vakte özgü olduğunu idrak), ta’mim (genelleştirme), takyit (sınırlama), esbâb-ı nüzûl (âyetlerin iniş sebebi), nesh gibi ve daha başka önemli düsturlar ihtiva eden usûlüyle tefsir ilmi devreye girer. Söz konusu âyetlere bu çerçevede yaklaştığımızda ortaya çıkan gerçek şudur:
Bazılarınca Kitap Ehli’yle diyalogu kesinlikle ve her şartta men ettiği ileri sürülen Mâide Sûresi 51’inci âyette Kur’ân-ı Kerim, gerçekten “Yahudilerle Hıristiyanları dost edinmeyin!” buyurmaktadır. Ama aynı Kur’ân, Mümtehane Sûresi 8 ve 9’uncu âyetlerde, “Ancak Allah sizi, dininizden dolayı sizinle savaşan, sizi öz yurdunuzdan çıkaran ve çıkarılmanıza destek verenlerle dost olmak ve onları sahiplenmekten men etmektedir.” buyurmakta, bunun da ötesinde, “Allah, sizi dininizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmak ve mümkün olduğunca âdil davranmaktan men etmez.” demektedir. Şu halde İslâm’da asıl düstur, bize karşı düşmanlık ve harp hali olmadıkça, herkese dostluk ve insanlık elini uzatmak, iyilikte bulunmak, düşmanlık ve harp halinde bile adaletten ayrılmamaktır. Yani, Mümtehane Sûresi’nin ilgili âyetleri, Mâide Sûresi’nin 51’inci âyetini takyit etmekte, yani sınırlamaktadır. Bu sınırlamayı, Mâide Sûresi’nin söz konusu âyetinin kaynaklarda zikrolunan iniş sebebi de desteklemektedir. Ayet, Medine’de münafıklığın başı Abdullah ibn Übeyy’in Müslümanlara rağmen Yahudilerle dostluğu, ittifakı devam ettirme kararı üzerine (Taberî, Razî) veya Müslümanlar aleyhinde müşriklerle ittifak eden Yahudilerle dostlukta bulunmama konusunda (Kurtubî) inmiştir. Dolayısıyla, kendileriyle dostluktan men edilen Yahudiler ve Hıristiyanlar, Mümtehane Sûresi’nin mezkûr âyetlerindeki kayıtta da açıkça beyan buyrulduğu üzere, Müslümanlara aktif düşmanlık içindeki Yahudiler ve Hıristiyanlar olup, men edilen dostlukla da ittifak, sahiplenme ve Müslümanlara rağmen dostlukta bulunma kastedilmektedir. Ayrıca, her ne kadar merhum Seyyid Kutup karşı çıksa da, âyetteki “Sizden kim onları dost edinirse hiç şüphesiz onlardandır. ’’cümlesi, “Hükmün müştaka ta’liki me’haz-i iştikakın illiyetini iktiza eder.” veya, “Hükmün müştak üzerine olması, me’haz-i iştikakın illiyetini gösterir.” (Bir sözden çıkarılan hüküm için temel alınan kelime, o hükme illet olmalıdır.) kaidesince, “Yahudileri ve Hıristiyanları Yahudilik ve Hıristiyanlıklarından dolayı da dost edinmeyi” yasaklamaktadır. Ayetin inmesine sebep teşkil eden Abdullah ibn Übeyy’in İslâm’ın ve Müslümanların azılı düşmanı bir münafık olduğu, Yahudileri Müslümanlara rağmen ve İslâm’a olan düşmanlığı sebebiyle dost edinmeye devam ettiği gerçeği de dikkate alındığında, âyetin men ettiği dostluğun İslâm karşısında Yahudiliği ve Hıristiyanlığı tutma manâsını da tazammun ettiği ortaya çıkar. Yukarıda naklettiğimiz ve Müslümanlarla dinlerinden dolayı savaşmayanların dost edinilebileceğini, hattâ onlara iyilikte bulunulabileceğini buyuran âyetler de, (Mümtehane Sûresi/6G: 8-9) bu manâyı açık olarak desteklemektedir.
Söz konusu gerçek sebebiyledir ki, tarih boyu her rasûl aynı iman, ibadet, ahlâk ve pek az istisnasıyla haram-helâl esasları ve düsturlarıyla gelmiş olmakla birlikte, zamana, şartlara ve kendilerine gönderildikleri kavmin karakterine, genel mizacına ve ihtiyacına göre bu esas ve düsturlardan bazılarına diğerlerine nazaran daha çok önem vermiş ve hangi dönemde, hangi kavimde, hangi şartlarda hangi esas ve düsturların daha çok öne çıkarılması gerekmişse, o dönemde, o kavme, o şartlarda gelen rasûl veya rasûller, bu esas ve düsturlarda diğer rasûllerin önünde olmuştur. Bundandır ki, Hz. Âdem (aleyhisselâm) safiyyullahtır; Hz. İbrahim (aleyhisselâm) halîlullahtır, yani hıllette, Allah’a hususî bir yakınlıkta diğer peygamberlerden öndedir; Hz. Musa (aleyhisselâm) kelîmullahtır, Hz. İsa (aleyhisselâm) ruhullahtır, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, her fazilette diğer peygamberlerin önünde olmakla birlikte, öncelikle habîbullahtır. Aynı şekilde, Bedir esirlerine yapılacak muameleyi ashabıyla istişare ederken de Efendimiz’in dikkat çektiği üzere, Hz. Nuh ile Hz. Musa, Hz. İbrahim ile Hz. İsa misyonlarındaki hususî yönler, önde oldukları noktalar ve ağırlık verdikleri meseleler açısından birbirlerine benzerler.
Sönünü ettiğimiz çerçeveden İslâmî tebliğ adına bugünkü dünyanın şartlarına baktığımızda, elbette saldırı karşısında savunma hususu mahfuz, Müslümanların tarihte olduğu gibi kuvvet kullanmalarının pek çok bakımdan mümkün olmadığını görürüz. Buna ilâveten, kaba kuvvete dayalı olarak umran kurmak mümkün olmadığı gibi, kuvvete dayalı olarak kurulan sistemler ve medeniyetlerin, kazanılan başarıların asla kalıcı olmadığına, olamayacağına tarih olanca açıklığıyla şahittir. Bugün dünya, Âhir Zaman’daki İslâmî hizmetleri tarif ve tavsif adına ilgili hadis-i şeriflerde geçen Mesihiyet’e, Hz. Mesih’te daha çok odaklanan ruha, İslâm’ın mesihiyet ruhuna, yani derin imana, maneviyata, manevî derinliğe, güzel ahlâka, af ve müsamahaya, sabra, sevgiye, merhamete, şefkate, sulhe, öldürmeye değil diriltmeye muhtaçtır. Bunlar ise bugün en fazla ve gerçek şekilleriyle İslâm’da vardır ve Müslümanlara düşen, bunları insanlığa sunmaktır. Tebliğ adına bugün İslâm’da devlet, İslâm’da ekonomi gibi konular anlatılamaz. Çünkü bunların en azından temsili yoktur, halihazır canlı örneği yoktur, aksine menfî örneği, İslâm dünyasının ve ülkelerinin ortada olan durumuyla, pek çoktur. Dolayısıyla bu konularda İslâm adına söz söylemek, büyük ölçüde teori, hattâ spekülasyon olmaktan öte geçmeyecektir. İşte, İslâm adına tebliğ deniyorsa, hem hoşgörü ve diyalog bizatihî bir tebliğdir, hem de sözü edilen İslâmî değerleri tebliğ adına bütün dünyaya, bütün düşünce ve inançlara açılımı sağlayacak bir kapı, onlara ulaşma adına bir köprü, bir koridordur.
Meselenin ikinci yanına gelince: Bir hadis-i şerifte buyrulduğu gibi, bütün insanlar hata yapar, hem de çok hata yapar. Önemli olan, hata yapmamak değil, hatadan tevbe ile vazgeçebilmektir. Bu itirazı yapanlara söylenecek iki söz vardır. İlk söz, İslâm’ı yaşamada ne kadar hatasız ve günahsız olduklarıdır. Başkalarına ilk taşı “günahsız” olanlar atmalıdır. İkinci söz ise, hoşgörü ve diyalog iyi de, onu uygulayanlar hata yapıyorlarsa, bu itirazı yapanlardan beklenen, hoşgörü ve diyalogu sahiplenmek ve hatasız uygulamaktır.
NETİCE
Toplumlar ve insanlık çapında ortak iradeyi temsil eden büyük çoğunluğun yönelişlerini durdurmak mümkün değildir. Çünkü Kader, çoğunluğun iradî yönelişlerine ve dolayısıyla istihkakına göre hükmeder. Önemli olan, bunu görebilmek ve ona göre davranabilmek, umumî yönelişe yön vermenin mümkün olmadığı zamanlarda, bu yönelişin önünde boğulmamak, onun içinden koridorlar açmak ve o koridorlardan insanlara ulaşmaktır. Fethullah Gülen Hocaefendi, bundan 10-11 yıl önce Türkiye’nin, İslâm’ın ve insanlığın geleceği adına tarihin girdiği yeni kavşağı ve bu kavşağı dönmenin gerekli zemininin hoşgörü ve diyalog olduğunu görmüştür. Ve bu görüşün isabeti o günden bu yana ortaya çıkmış olduğu gibi, gelecekte de ortaya çıkacaktır ve hoşgörü-diyalog akımı, önüne çıkanların, çıkmaya çalışanların pek çoğunu önüne kattığı gibi, çıkmakta manâsızca ısrar edenleri de zamanla önüne katıp götürecektir.
]]>