Hemen her batılı araştırmacı gibi Toffler de, araştırmasında İslâm toplumlarını nazar-ı dikkate almamış görünüyor! Tarih sathında toplumları kategorilendirirken; ve bilhassa ortak husûsiyetleriyle ‘eski toplumları’ sunarken, batılı toplum yapısını esas aldığı ve yarına da bugünkü standart batılı çizgiden baktığı anlaşılmaktadır. Ne var ki, artık dünyanın şarkında ve garbında pek çok ilim adamı, 21. asrın ‘din’ asrı olacağını açık-seçik ifade etmektedir. Bu bakımdan, Toffler’in kitabının satırları arasında dolaşırken, bir yandan Üçüncü Dalga adını verdiği yarınki toplumun pek çok husûsiyetleriyle hemen Asr-ı Saadeti akla getirdiğini müşahede ettik; bir yandan da, bir Müslüman olarak, Kur’ân’ın bugünden yarının dünyasına ışık tutucu mâhiyetteki tefsiri olan Nur Risâleleri’yle, Asrın Getirdiği Tereddütler, Sonsuz Nur, İnancın Gölgesinde, Ölçü ve Yoldaki Işıklar gibi eserlerin bir an önce dünya insanlığına takdiminin âcil lüzumuna ve eğer yarının dünyasına İslâm hükmedecekse -ki, bu mevzûdaki vaadler, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak derecede açık seçiktir- bu eserlerin, bilhassa omuzlarındaki mes’ûliyetin ağırlığını hisseden mü’minlerce çok iyi hazmedilip, hayatın her safhasında uygulama sahasına geçirilmesinin vazgeçilmez gereğine daha bir kuvvetle kanaat getirdik.
Toffler, tarih çizgisinde toplumları dalgalar halinde Tarım Toplumu, Sanayi Toplumu ve Sanayi Ötesi Bilgi Toplumu diye üçe ayırmaktadır. Tarım Toplumu, sanayi inkılâbı öncesi tarih diliminin yerleşik medenî toplumudur. Bu toplumda hayatın merkezi köydü. Ekonominin, kültürün ve aile yapısının temelinde toprak vardı. Köye göre düzenlenmiş olan hayat tarzı içinde toplum; soylular, din adamları, savaşçılar ve köleler gibi sınırları belirli sınıflara ayrılmıştı. Ferdin toplum içindeki yerini mensub olduğu soy belirliyordu. Ekonomi, gayr-i merkeziyetçiydi ve her topluluk, kendi ihtiyaçlarının çoğunu kendisi karşılıyordu.
Birinci Dalga denilen Tarım Toplumu’nca güç ve iktidarın temel kaynağı kuvvet ve şiddetti. İlim, hikmet yoğunluklu ve metafizik ağırlıklıydı. Doğrular, tek ve mutlaktı. Değişim çok yavaş olup, yenilenme ihtiyacı hissedilmiyordu. Toplum içinde şekil ve sembolik davranışlar önemliydi ve halkta umûmî bir tevekkül anlayışı çerçevesinde hadiselerin gidişatına teslim olma düşüncesi hakimdi. Dairevî bir gel-git içinde idrak edilen zaman için keskin ve belirgin ölçü birimleri yoktu. Uzmanlaşma mevzû bahis olmayıp, bütünü olduğu gibi idrak etme gayreti ön plândaydı. Tüketime yönelik üretim anlayışı vardı ve ekonomi, müşahhas mal ve emek etrafında dönüyordu. Ateş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynakları kullanılıyordu. Tercih ve alternatifler olmadığı için, mevcud şartlara mecburi bir bağımlılık söz konusuydu. Ürünler ve mallar standart değildi. İçtimâî münasebetlerin kuvvetli olduğu toplumda bilgi akımı zayıf ve teknoloji çok iptidâîydi. Ulaşım ucuz ve yavaştı. Mekânlar belirgindi ve mesafeler uzundu. Yenilik ve orijinalite yok denecek kadar azdı. Toplumun birlik ve düzenini sağlamada, otorite ve korkuya dayalı şiddet hâkimdi; aynı şekilde, toplumu yönlendirmede de şiddet kâfî geliyordu. Din merkezli hayat içinde, madde ile ma’nâ, bedenle de ruh arasında denge hâkimdi. Dinî hayatı kuvvetli olan insanlar, toplumda en çok saygı gören insanlardı.
Toffler’in Birinci Dalga adını verdiği Tarım Toplumu, ana husûsiyetleriyle Avrupa Orta Çağı toplumudur. Herhangi bir kıymet hükmü karşılaştırmasında bulunmak, bu yazımızın mevzûuna dahil değilse de, en azından şu kadarını belirtmeliyiz ki, son birkaç asırdır batılı yazarların kendi gözlüklerinden tamamen kendi tarihlerine ve toplumlarına bakarak verdikleri kıymet hükümlerini aynen benimseyen İslâm dünyasının ‘karanlık münevverleri’, ondört asırlık İslâm toplumunu da aynı kıymet hükümlerine göre değerlendirip, ‘ihanet’ çapında hatalara düşmüşlerdir. Meselâ, Toffler’in Üçüncü Dalga adıyla ele alıp, Bilgi Toplumu adını verdiği geleceğin toplumunu incelerken, zaman zaman kuracağımız paralelliklerde de vurgulayacağımız gibi, İslâm’ın ondört asır önce yaşanmış Asr-ı Saâdet döneminde olsun, hattâ ‘saltanat hilâfeti’ denilen sonraki dönemlerde olsun, kuvvet ve şiddet, hiçbir zaman ne toplumu yönlendiren, ne de idarede tek hâkim güç kaynağı olmuştur. Ayrıca, İslâm toplumları hiçbir zaman sınıflara da ayrılmamış ve derebeylikle tanışmamıştır. Aksine, İslâm tarihi, çok güç istisnalar dışında, hukukun üstünlüğünün, ferd hürriyet ve kudsiyetinin ve kuvvet yerine hakkın hâkim olduğu bir şan-şeref tarihidir. Yine, en az beşyüz yıl, İslâm toplumlarına hâkim olmuş ilmî anlayışta elbette hikmet esas olmuş, metafiziğe husûsî bir yer verilmiş, fakat akıl, mantık, araştırma ve gerektiğinde parçalara inip inceleme asla gözardı edilmemiştir. İslâm, ilimlere müthiş bir ivme kazandırmış olup, bir batılının itirafıyla: “İnsanlık, Hz. Muhammed’e kadar % 25’lik bir gelişme kaydettiyse, sadece Hz. Muhammed (sav)’in 23 senelik peygamberliği döneminde bir % 25’lik daha ilerleme göstermiştir.”
Yine, İslâm’ın ilk beş asrında bilgi akışı o kadar sür’atliydi ki, İmam-ı Gazâlî’nin: ‘Tunus’ta yazılan kitap, artık Bağdat’a üç ay sonra geliyor; zamanımızda ilim geriledi”sözü, bunun en güzel delilidir. “İki günü birbirine eşit olan zarardadır” hadis-i şerifini düstur edinen Müslümanların yenilenme ihtiyacından uzak bir hayat sürmeleri düşünülemez. Aksi bir iddia, İslâm’ın o göz kamaştırıcı yayılma hızını ve manastır.
Hristiyanlığı, Mecusîlik, Mitraizm, Budizm, Hinduizm ve Maniheizm gibi tamamen pasifize edici dinlerin hâkim olduğu bir coğrafyada kitleleri her bakımdan harekete geçirip, muhteşem ve -ne yazık ki- henüz incelenememiş ve kavranamamış bir medeniyete kaynaklık edişini izahtan uzak düşecektir. Batılı araştırmacıların ve onların İslâm dünyasındaki yerli yapım mikrofonlarının düştüğü bir diğer hata da, ‘din’ deyince sadece Hristiyanlığı anlayıp, ‘dinî yaşantısı olan insanlar’ ve ‘din merkezli hayat1 denince akıllarına kiliselerle manastırların ve birinci dereceden ruhbanların gelmesidir. Batı kaynaklı bu ‘seküler’ anlayıştır ki, İslâm’ı da aynı çerçevede değerlendirmeğe ve hayatın ‘kilise-manastır’ dışı yanlarını dinden ayrı tutmaya sevketmiştir. Ayrıca, Birinci Dalga toplumlarında, dinî yaşantısı sağlam olanların ön plâna çıkması, dine saygı kadar, dinin insana kazandırdığı cihanşümûl faziletlerin de insanlar nezdinde ister istemez kabûl görmesinin neticesidir.
İKİNCİ DALGA- SANAYİ TOPLUMU
Toffler’in, başlangıç tarihi olarak sanayi inkılâbını verdiği sanayi toplumu, dünkü toplumla yarının toplumu arasında bir ara kesittir ve bir an önce aşılması gereken bir anafordur.
Sanayi toplumunda hedef, tamamen dünya hayatıdır. Bilim, materyalist ağırlıklı olup, hikmetten mahrum ve ‘indirgemeci-parçalı’ bir anlayışa dayalıdır; dolayısıyla, sayısı gittikçe artan uzmanlıklar, bu bilim anlayışının tabiî bir ürünüdür. Bu anlayışta mutlak ve sabit doğrulara yer yoktur; bunun yerini izâfî ve çok sayıda doğru almıştır. Tabiat, her türlü kudsiyetten uzak, tüketilecek ve sömürülecek bir meta’dır. Dolayısıyla, sorumsuzca yapılan bu tüketimin insanın başına, çevre kirliliği gibi mühim felâketler açması, bir bakıma kaçınılmazdır. Değişim, hızlı ve tek yönlüdür; zaman, dairevî olmaktan çok, tek yönlü ve standart ölçü birimleriyle bölünmüş düz bir çizgi şeklinde telâkki edilmektedir. Hayata ve hâdiselere bakışta mekanistik sebeplilik esas alındığından, tabiat ötesi ve insanüstü bir hakikat, otorite ve düzenleyicinin varlığına ihtiyaç duyulmamaktadır. Bu sebepledir ki, ‘determinizm’ prensibiyle hâdiselerin kontrol edilip, yönlendirilebileceğine inanılmaktadır. Piyasa ve paranın hâkim olduğu ekonomik sistemde, uzmanlaşmak realitesi, emeği ve işgücünü pahalı kılmaktadır. Üretici-tüketici ayrımı keskin olup, tüketim için ve ihtiyaca yönelik üretim değil, alış-veriş için mümkün olduğu kadar çok üretim anlayışı hâkimdir. İdarî yapıda demokrasi esasmış gibi takdim edilse de, para ve servet, gerçek güç kaynağıdır. İnsanlar arası münasebetlerin sıcaklığını yitirdiği, ailevî ve içtimâî bağların alabildiğine zayıfladığı bu sistemde, ferdiyetçilik ön plâna çıkmıştır. Ve buna rağmen fert, alabildiğine zayıftır, güçsüzdür; ve dernek, parti, sendika gibi kuruluşlarda güç aramaktadır; ayrıca, yalnızlık duygusu oldukça karakteristik bir hâl almıştır. Teknokratlar daima ön plânda görünmektedir. Ağır bir bürokrasi hâkimdir. Madde ile ma’nâ arasındaki denge madde lehine, ruh ile beden arasındaki denge de beden lehine bozulmuştur. Hayat, din ve fazilet merkezli olmaktan çıkmış, ekonomi merkezli bir yörüngeye oturmuştur. Bilim ve teknolojide meydana gelen ani patlamalar neticesinde insanlar, dine sırt çevirmişlerdir.
Sanayi toplumunda işleri yönetenler, piyasayı ve bürokrasiyi ellerinde tutanlardır. Plânları yapan, ölçüleri koyan, gerekli belgeleri ve izinleri veren veya vermeyen, hep onlardır. Üretim, dağıtım, ulaştırma ve haberleşme onların elindedir. Kısacası, toplumun bölük pörçük olmuş parçalarını bir araya getiren piyasa ve bürokrasi tekeli, neticede ortaya büyük ve güçlü devletin çıkmasının da sebebidir. Sanayi ve devlet mekanizması içinde, bilimde, millî savunmada ve üretim çarkında hiyerarşik bir düzen içinde teşkilâtlanmış bulunan bu piyasa ve bürokrasi tekeli, içtimaî, kültürel, siyasî ve iktisadî kontrolü elinde tutmaktadır. İkinci dalga toplumlarının fabrikalara, fosil kaynaklı yakıta, çekirdek aileye olduğu kadar, bu bütünleştirici yapıya ve iktidar teknisyenlerine de ihtiyacı vardır.
İkinci dalga, miktara dökemediği her şeyi küçümseyen ya da görmezlikten gelen, çoğunlukla kurallara sıkı sıkıya uymayı öven, hayal gücünü kullanmayı cezalandıran, insanları aşırı derecede basit, protoplazma birimlerine indirgeyen ve her problemi mühendis kafasıyla incelemeğe çalışan bir sanayi kafası ortaya çıkarmıştır. İnsanlık tarihi içinde sadece üç yüz yılı kapsayan bu ara dönem, merkez bankalarıyla, borsasıyla, dünya ticaretiyle, bürokratik plânlamacılarıyla, her şeyi miktara döken ve ona göre hesap eden zihniyetiyle, kendine has iş ahlâkıyla, maddeci eğilimleriyle, başarıyı ölçmedeki titizliğiyle ve muhasebe mekanizmasıyla, insan için kendine has bir hapishane kurmuştur. İnsan, bu hapishanede kendisini düz bir zaman çizgisi üzerinde ölüme doğru giden yalnız bir varlık olarak telâkki etmekte ve herkesten ayrı bir ferd olarak, aynı değerleri, aynı zevkleri ve aynı ilgileri paylaşan bir dost bulamamanın ızdırabı içinde tek başınalığını yaşamaktadır.
Sanayi toplumunun en tesirli silahı olan enformasyon bombası, hızlı değişime paralel, imaj patlamaları ve haberleşme vasıtalarının sonu gelmez hücumlarıyla zihinleri, temelde bir şey bilmez, fakat satıhta çok şey bilir birer alıcı durumuna düşürmüştür. Gazete, dergi, radyo ve televizyon, kitlelerin en mühim bilgi kaynağıdır. İmaj geliştirme sürecinin hızlanması, imajların da kısa süreli olmasına yol açmakta, neticede zihinlerde sabit ve geçerli doğrular ve ölçüler kalmamaktadır. Her gün bir sürü bilimsel ve psikolojik hipotez çöp sepetini boylamakta, ideolojiler çökmekte ve ünlü kişiler çok geçmeden unutulup gitmektedir. Bu arada, birbiriyle çelişen siyasî ve ahlâkî sloganlar da, kitlelerin kafasını kemirip durmaktadır.
Sanayi toplumunun bütün vidalarından artık SOS sinyalleri gelmektedir. Yeryüzünün biyosferi, yani canlı tabakası, tamiri mümkün görünmeyen bir hasara maruzdur. Sular zehirlenmiş, canlılar yok olmakta, hava kirliliği had safhaya varmış bulunmaktadır. Ucuz enerji ve hammadde giderek yok olmaktadır. Sosyal yardım sistemleri, eğitim sistemleri, şehir yönetimi, beynelmilel finans sistemleri, bürokrasi ve idarî mekanizmalar, çöküşün eşiğindedir.
]]>denmektedir.
buyurmuştur. Hadis-i şerifteki “Azı dişleriyle tutma” Arapça’da kullanılan bir ifade tarzı, bir idyumdur. Dolayısıyla lafzî mânâdan ziyade Arapların bu sözü söylerken kastettiği mânâyı anlamaya çalışmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında “Azı dişlerinizle tutun.” ifadesini “Dini hiçbir zaman bırakmayacak şekilde âdeta bir kerpetenle tutar gibi sımsıkı tutun.” şeklinde anlayabiliriz.
buyurarak, sahabe-i kiramın takip edilmesi gereken rehberler olduğuna ve ulaşılmaz konumlarına dikkat çekmiştir.
herkul.org’dan alınmıştır. Bamteli: Toplumsal Cinnet
Rasulullah (s.a.s.) Efendimiz bir gün Nahl Sûresi’nin 90’ıncı âyetini, Mekke ileri gelenlerinden ve İslam’ın baş düşmanlarından Velîd b. Muğîre’ye okur. Âyeti dikkatle dinleyen Velîd, “Ey kardeşimin oğlu! Onu bir daha okur musun?” der. Rasulullah Efendimiz âyeti tekrar okur. Bunun üzerine Velîd o kadar etkilenir ki, şu sözler gayri ihtiyari ağzından çıkıverir: “Vallahi bu sözlerin bir başka tatlılığı vardır. Doğrusu bunun üzerinde çekici bir güzellik mevcuttur. Üst kısmı meyvelidir, alt kısmı çok bereketlidir. Bu, beşer sözü değildir.”
Kur’an’ın her âyetinin olmasa da bazı âyetlerinin nüzulünün öncesi bazı olaylar olmuştur. Bu olayların akabinde âyetler inmiştir ki biz buna nüzul sebebi diyoruz. İşte bu âyetle ilgili de şöyle bir olay anlatılır:
Allah Rasulü bir gün Mekke’deki evinin avlusunda otururken Osman b. Maz’un ona uğramıştı. Mütebessim bir tavırla yaklaşınca Efendimiz: “Oturmaz mısın?” demiş, o da: “Olur, oturayım” deyip tam karşısına geçmişti. Hz. Peygamber onunla konuşurken birden gözlerini göğe çevirmiş, bir süre göğe baktıktan sonra gözlerini yere doğru indirmiş ve sağ tarafındaki bir tümseğe kadar gözüyle takip etmiş, sonra da orada oturmakta olan Osman’ın yanından ayrılarak o gözünün takıldığı yere gitmiş. Orada kendisine söyleneni anlamaya çalışır gibi başını sallamış. Daha sonra ilk seferinde yaptığı gibi tekrar gözlerini göğe doğru çevirip gözüyle takip ettiği kaybolana kadar gözüyle takip etmiş ve Osman ile birlikte oturdukları yere tekrar dönmüş. Osman:
– “Ey Muhammed, daha önce de sana gelir gider, seninle otururdum, ama bugün yaptığın hareketi daha önce senden hiç görmemiştim” demiş.
Hz. Peygamber:
– “Benim ne yaptığımı gördün mü?” diye sormuş.
Osman:
– “Evet, önce gözlerini göğe diktin, sonra sağ tarafında bir yere indirdin, yanımdan ayrılıp o gözlerini indirdiğin yere gittin. Orada sanki sana söyleneni daha iyi duymak ve anlamak ister gibi başını hareket ettirmeye başladın” dedi.
Hz. Peygamber:
– “Biraz önce sen burada otururken Allah’ın elçisi Cibril bana geldi” dedi.
Osman:
– “Allah’ın elçisi mi?” diye sordu.
Hz. Peygamber:
– “Evet” buyurdu. “Sana ne dedi?” diye sordu.
Efendimiz:
– “Bana: “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” âyetini indirdi buyurdular.
Osman der ki: “İşte o anda iman kalbimde yer etti ve Muhammed’i sevdim.”
Osman b. Maz’un anlatmaya şöyle devam eder:
– “Hemen Ebû Talib’e gittim ve gördüklerimi haber verdim. Ebû Talib de çevresindekilere: “Ey Kureyş topluluğu, kardeşimin oğluna tâbi olun, doğru yola ulaşmış olursunuz. Muhammed, söyledikleri sözlerle size ancak mekârim-i ahlakı (güzel ahlakı) emrediyor.” dedi. Allah’ın Rasulü, amcasından bu yumuşaklığı görünce iman edeceğini ümit ederek: “Ey amca, insanlara, bana uymalarını emrediyor da kendin bırakıyor musun? La ilahe illallah de ki, kıyamet günü senin lehine şahadette bulunayım.”Ebû Talib ise, “Kureyş kadınları beni kınarlar, korkudan bunu söyledi derler. Eğer böyle demeyecek olsalardı, Müslüman olup seni sevindirirdim” demiş, iman etmemekte diretmişti.
İşte Hz. Peygamber’in, çok sevdiği, önemli yardımlarını gördüğü amcasının hidayeti için böyle çırpınışı üzerine: “Elbette sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir” âyet-i kerimesi nazil olmuştur.
İman esaslarından sonra fert, aile ve toplumu fazilet temeli üzerinde yükselten altı prensip, bir bakıma İslam’ın getirdiği hayat düzeninin temelini oluşturur. Bu prensiplerin üçü emir, üçü de nehiydir. Böylece Cenab-ı Hak, günlük hayatımızı kendi rızası doğrultusunda geçirmemizin en kısa ve sağlam yolunu göstermektedir. Allah Teâlâ bu âyette güzel ahlaktan sayılan, dünya nizamını sağlayan üç esası emretmekte; buna karşılık üç çirkin davranışı da yasaklamaktadır. Biz önce sözü edilen bu prensipleri sırasıyla zikredip kısaca açıklamak istiyoruz:
Adalet, “doğru hareket etmek, hakka ve hakikate göre hüküm vermek, eşit olmak, eşit kılmak, her şeyi tam yerine koymak, her hususta ölçülü hareket etmek, hakkı yerine getirmek” anlamlarına gelir ki, zulmün yani haksızlığın karşıtıdır. Muhakkak ki Allah, adaleti emreder. Her şeyi yerli yerinde tutmayı, yerli yerince kullanmayı emreder. Kendinizi Allah’ın yarattığı gaye istikametinde tutmayı ve eşyayı da aynı gaye istikametinde kullanmayı emreder. Şüphesiz adalet mülkün temeli, toplum hayatının güven ve huzuru, fert ve ailenin en sağlam dayanağıdır.
İbn Abbas bu âyetteki adaleti, Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şahadet etmek; ihsan ise farzları yerine getirmektir” şeklinde izah etmiştir.
İbni Atıyye diyor ki: “Adalet” emanetleri yerine getirmek hususundaki inançlar, hükümler şeklindeki bütün farzlar, zulmü terk etmek, insaflı olmak ve hakkı vermektir. “İhsan” ise mendup olan (tavsiye edilen, öğüt olarak verilen) her şeyin yapılmasıdır. Bazı şeyler vardır ki, tamamen menduptur. Bazı şeyler ise farzdır. Ancak bunlardan yeteri kadarını yapmak adalet mefhumu içine girer. Yeterli olandan fazlasını yapıp kemale erdirmek ihsan mefhumu içine girer.
İbn Arabî adaleti üç kısma ayırmıştır:
Kulun, Kendisiyle Rabbi Arasındaki Adalet: Mümin kişinin Allah Teâlâ’nın hakkını, kendi nasibine tercih etmesi, O’nun rızasını kendi arzusundan önce gözetmesi, yasaklardan kaçınması ve emirlerine sarılmasıdır.
Kulun, Kendisiyle Nefsi Arasındaki Adalet: Mümin kişinin, nefsini helake götürecek şeylerden alıkoyması; hırs ve tamahkârlığa uymaktan uzak kalması, her hâl ve manada kanaate sarılmasıdır.
Kulun, Kendisiyle Diğer İnsanlar Arasındaki Adalet: İnsanın fedakârlık yapması, hiçbir şekilde hıyanet yapmaması her şekilde insanlara insafla davranması, senden hiçbir kimseye söz ve davranışla, gizli açık hiçbir kötülük dokunmaması, insanlardan gelecek belalara karşı sabırlı olunması. Bunun en alt sınırı insaflı davranılması ve kimsenin rahatsız edilmemesidir.
Bir ülkenin ve toplumun düzeni adaletle mümkündür. İslam medeniyeti hakka ve adalete dayanır, yani haklı olan güçlüdür. Haksız olan kişi o ülkenin ve toplumun en soylu, zengin ve güçlüsü bile olsa mutlaka sorgulanır ve gerekiyorsa cezalandırılır.
Adaletin yerine getirildiği ve hakkaniyetle uygulandığı toplumlarda huzur ve mutluluk vardır. Adaletin hâkim olduğu toplumlar ve devletler varlıklarını çok uzun süre devam ettirirler. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde, kıyamet günü Allah’ın gölgesinde gölgelenmeyi hak eden yedi sınıf insanı anlatırken, ilk sırada “adil yönetici”yi zikretmiştir.
İhsan; güzellik, iyilik anlamına gelen hüsn kötünden alınmıştır. Güzel iş yapmak ihsan olduğu gibi başkasına iyilikte bulunmak da ihsandır. Bu kelime iyi, cömert, hoşgörülü, affeden, merhametli, nazik olma, bencil olmama vb anlamlarına da gelir.
Taberî diyor ki: “Bu âyette geçen ‘iyilikten maksat, Allah’ın emrettiklerini yapmakta, yasakladıklarından kaçınmakta sabırlı olmak, sıkıntılı zamanlarda da geniş zamanlarda da, sevilen hususlarda da sevilmeyen hususlarda da Allah’a itaat etmek ve buna gayret göstermektir. Bu sebepledir ki buradaki “iyilikte bulunmak” ifadesi “Allah’ın farzlarını eda etmek” şeklinde izah edilmiştir.
İhsan, Rasulullah’ın tabiriyle, Allah görür gibi ibadet etmek, kötülük yapana iyilikle karşılık vermek, iyilik yapana daha çok iyilikte bulunmaktır.
İhsan, gerçekten çok geniş anlamlı bir kavramdır. Her salih amel/güzel iş ihsandır. İhsanı emretmek her işi ve her davranışı kapsar. Böylece ihsanın hayat denizinin tümünü kapsadığı görülmektedir. İnsanın Rabbiyle olan ilişkilerini, ailesi ile olan ilişkilerini, toplumu ile olan ilişkilerini ve bütün bir insanlıkla olan ilişkilerini içine alır. İhsan, kişinin, davranışlarına gerçek imanı katarak Allah’ın kendisi ile beraber olduğunu hissedip Allah’ın rızasına uygun davranmasını sağlamaktadır.
İhsan ile adalet arasında şöyle bir ilişki kurabiliriz: Adalet sağlıklı ve dengeli bir toplumun temeli ise, ihsan da onun mükemmele erişmesidir. Bir taraftan adalet, toplumun haklarını çiğnenmekten ve zulümden korurken, diğer taraftan ihsan, toplumu huzurlu, yaşamaya değer bir hâle sokar. Eğer bir toplumda birey kendi isteklerini yerine getirmekte inat ederse, o toplumun gelişemeyeceği açıktır, en iyi ihtimalle bu toplum çatışmadan uzak olabilir; fakat böyle bir toplumda, sevgi, şükran, cömertlik, fedakârlık, samimiyet, sempati gibi yaşama zevkini geliştiren ve yüce değerlerin oluşmasını sağlayan insanî nitelikler oluşamaz.
Âyetteki “akraba” kavramının, genelde kan bağı ile birbirine bağlı, evlilik bağları ile teşekkül eden yakınlık, aynı ana-babadan gelmenin verdiği bağları ifade ettiği söylenmektedir. Âyette emredilen üçüncü nokta ihsan’ın özel bir uygulaması olan sıla-ı rahim(yakın akrabalara)’e iyilik etmektir. Bu, kişinin akrabalarına sadece iyi davranması, onların acılarını ve mutluluklarını paylaşması ve onlara kanuni sınırlar içinde yardım etmesi anlamına gelmez. Aynı zamanda kişi servetini de imkânları dâhilinde ve akrabalarının ihtiyaçlarına göre onlarla paylaşmalıdır. Burada, gerekli imkânlara sahip herkesin, kendi ailesinin haklarının yanı sıra akrabalarının payının da gerçek ve kanuni olduğunu kabul etmesi gerektiği emredilmektedir. İlâhî kanun ailede zengin olan her bireyi, fakir akrabaların ihtiyaçlarını karşılamakla sorumlu tutar.
İslam, akrabaları açlıktan kıvranırken zevk ve sefahat içinde yaşamayı büyük bir günah olarak tanımlar. İslam, aileyi toplumun önemli unsurlarından biri olarak kabul ettiği için, fakir bireylerin hakkı ilk önce ailedeki zenginler, daha sonra da diğer zenginler üzerindedir. Hz. Peygamber bu noktayı birçok hadiste vurgulamıştır: Bir kimsenin, akrabalıkta yakınlık sırasına göre ebeveynine, karısına, çocuklarına, kız ve erkek kardeşlerine ve diğer akrabalarına karşı görevleri vardır. Bu ana ilkeye dayanan Hz. Ömer, hilafeti döneminde bir yetime birinci dereceden kuzeninin kefil olmasını emretmiştir. Bir başka yetim konusunda da birinci dereceden kuzeni olmadığı için uzak akrabalarını yetime bakmakla görevlendirmiştir. Her bölümün kendi içindeki fakir bireyleri desteklediği bir toplum düşünün! Elbette böyle bir toplum hem ekonomik hem sosyal hem de ahlakî yönden yüce ve saf bir toplum olacaktır.
“Akrabaya yardımda bulunmak ihsan”dandır. Burada özellikle akraba yardımının öne çıkarılışı, onun önemini ortaya çıkarmakta ve pekiştirmektedir. Zira akrabalarımız bizim huzur kaynağımız, teselli dayanaklarımızdır. Onları memnun etmek, şüphesiz rahmet kapılarını açar; onlardan ilgimizi kesmemiz rahmetin bizden kesilmesine sebep olur. O bakımdan akrabalara iyilik hem ilâhî rahmeti arttırır, hem rızka bereket verir hem de ömrün uzun olmasına vesile olur. Bu yardımlaşma aile tutkusundan kaynaklanan bir yardımlaşma değildir. Bu İslami çerçevede, yakından uzağa doğru yayılan dayanışma ilkesinin bir gereğidir.
Yukarıda değinilen üç iyi özelliğe karşılık Allah, hem bireyi hem de toplumu bozan üç kötülüğü yasaklamaktadır. Bunlar:
Âyet-i kerimede geçen “fahşâ” kelimesi, aynı kökten gelen “fuhuş” kelimesiyle eş anlamlı olup her türlü çirkin söz ve fiiller için kullanılır. Daha genel bir ifadeyle fahşâ, başta zina olmak üzere edep, hayâ ve iffete aykırı her türlü söz ve davranışı ifade eder. Söz ve davranışlardan yüz kızartıcı ve çok kötü olanları için de bu kelime kullanılır. Fahşânın fuhuş anlamı da vardır ki, genellikle bu anlamda kullanılır ve ırza tecavüz anlamına gelir. Çünkü bu aşırı bir iştir. Saldırı ve aşırı gitmeyi bünyesinde barındırır. Böylece fahşâ kelimesini üzerinde yoğunlaştırır ve fahşâ denildiğinde, özellikle bu fuhuş anlamı kastedilir. Zina, zinaya yol açan, sebep olan bütün söz ve davranışlar; terbiye dışı yaşantılar bu cümledendir. Toplumu kemiren, ülkeyi temelinden sarsan iki büyük felâket vardır: İlki icraat ve yargıda adaletsizlik; ikincisi fazilet duygusunu öldüren, edep ve terbiyeyi dumura uğratan hayâsızlık. Bu iki felâket bir ülkede yaygınlaşıp önü alınmaz bir hâl alınca, o ülkenin yıkılmanın eşiğine geldiğini söylemek bir kehanet olmasa gerektir.
Âyette geçen “münker” kelimesi “aklın, dinin ve hukukun kabul etmediği şey” şeklinde tanımlanmaktadır. Münker, genelde insanlar arasında kötü kabul edilen ve tüm ilâhî şeriatlar tarafından yasaklanan her şey demektir. Zira İslam’ın şeriatı fıtratın şeriatıdır. Bazen fıtrat sapabilir, fakat İslam’ın şeriatı olduğu gibi kalır, değişmez. Fıtratın bozulmadan önceki asıl hâlini gösterir. O hâlde iyi karakterli, selim ruhlu, sağlam imanlı bir nesil yetiştirmek isteyen bir toplum, eğitiminin harcına dinî ahlak mayasını, doğruyu gören aklın ışığını, müspet yönlendirici özellikte olan örf ve âdetlerin solmayan rengini katmak zorundadır.
“Bağy” kelimesi, “azgınlık, taşkınlık, haddi aşmak” manasına gelmektedir. Bu kavram aynı zamanda zulmü, hakkı ve adaleti çiğnemeyi ifade eder. Rezalet, çirkinlik, iğrençlik, azgınlık ve isyan (fahşa-münker-bağy) temeline dayalı bir toplumu ayakta tutmak mümkün değildir. Rezaletin bütün boyutlarıyla, iğrençliğin bütün aldatıcılığıyla ve azgınlığın bütün sonuçlarıyla yayıldığı bir toplum uzun süre ayakta kalamaz.
Zulüm ve haksızlık, adaletin karşıtıdır. O bakımdan her işi ehil ve lâyık olana vermek ve her şeyi gerektiği yere koymak adalettir. Bunun aksi bir uygulama zulümdür. Onun için İbn Mes’ud (r) şöyle demiştir:
“Allah’ın kitabında en büyük âyet, Âyete’l-Kürsî’dir. Allah’ın kitabında hayır ve şerri en çok toplayıp özetleyen, Nahl Sûresi’nin 90. âyetidir. Allah’ın kitabında tedbirden sonra işleri Allah’a bırakıp ona güvenerek dayanmayı en çok yansıtan ise: “Allah kendisinden korkup kötülüklerden sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar ve ona beklemediği yerden rızık verir” mealindeki Talâk Sûresi’nin üçüncü âyetidir. Yine Allah’ın kitabında en çok ümit veren, “Ey Muhammed! De ki: Ey kendilerine kötülük edip aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin” mealindeki Zümer Sûresi’nin 53. âyetidir.”
Evet, işte Allah’a ihsanı, Allah’ı görüyormuşçasına ona kulluğu, sürekli onun kontrolü altında olduğunuzu unutmadan bir hayat yaşamanızı emreder. Ana babalarınıza karşı, çoluk çocuklarınıza karşı, akraba ve tüm insanlara karşı münasebetlerinizi kendi istediği gibi ayarlamanızı emreder. Yakınlarınıza, akrabalarınıza karşı sahip olduklarınızdan vermenizi emreder. Cömert olmanızı, paylaşmadan yana olmanızı ister.
Allah fahşadan, münkerden ve azgınlıktan, haddi aşmaktan, Allah’ın sınırlarını tecavüzden, Allah’ın yasalarını çiğneyip kendi heva ve hevesleriniz istikametinde bir hayat yaşamaktan da nehy eder. Tüm kötülüklerden, hayâsızlıklardan, ahlaksızlıklardan ve aşırılıklardan sizi men eder. Umulur ki düşünüp öğüt alır, Allah’ın bu uyarılarını hafızalarınızda canlı tutup hayatınızı bunlarla düzenlersiniz, Allah için bir hayat yaşarsınız.
Âyetlerden Çıkarılan İlkeler:
1- Kur’an “adalet” ilkesini getirmiştir. Bu ilke, her birey, her toplum ve her millet için insanlar arası ilişkilerin dayanacağı, değişmez ve sağlam temel bir ilkedir.
2- İyi ve güzel davranmak insanlar arasında huzur ve güven ortamını sağlayan bir davranıştır. Böylece toplumun düzeni de sağlanmış olur.
3- Yakın akrabaya ve muhtaçlara yardım etmek, Allah’ın müminlere bir emridir. Bu emir yerine getirilince insan hem Rabbinin rızasını kazanır hem de insanların sevgisini kazanır.
4- Allah fahşadan, münkerden ve azgınlıktan, haddi aşmaktan, Allah’ın sınırlarını tecavüzden, Allah’ın yasalarını çiğneyip kendi heva ve hevesleriniz istikametinde bir hayat yaşamaktan da nehy eder. Her türlü kötü, çirkin söz ve davranışı yasaklar.
Sonuç itibariyle söyleyecek olursak; şu kısacık ama birçok anlam yüklü âyette geçen sadece üç emir ve üç yasağı samimiyetle yerine getirseydik insanlığın içinde bulunduğu durum nasıl olurdu acaba?
Rabbim bu mükemmel prensipleri hayatımıza geçirip sosyalleştirmeyi nasip etsin. Tüm insanlara karşı bu ilahî gerçekleri canlı hale getirme bilincini ve azmini bize versin.
Ne mutlu hayatını Allah’ın buyrukları doğrultusunda düzenleyip yaşayanlara!
Mehmet Soysaldı, Prof.Dr., Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kur’ani Hayat Dergisi sayı-23-Adalet-2012
]]>Allah inancı, bilim ve Türk milletine ait özellikleri bir araya getiren Gülen modeli, “gelenek ile moderniteyi, din ile bilimi birleştirme çabası olarak da okunabilir.” Gülen, bu Hareketi, birbirini tanımayan ya da aralarında organik bir bağ olmayan fakat ortak yönleri İslâm inancı olan insanların gönüllü kültürel faaliyeti olarak tanımlar. Bu meyanda Gülen, herhangi bir politik makamdan uzak durduğu gibi genel prensipleri ve duruşları aşan gündelik siyasetle ilgili beyanlardan ve dini siyasallaştırmaktan uzak durmaktadır ve bunun dini yozlaştıracağından endişe etmektedir.
Âlim-entelektüel kişiliğini birleştiren biri olarak Gülen, sadece yeni sosyal ve kültürel sınıfları mobilize etmiyor aynı zamanda yeni ve özgürleştirici bir aksiyon modeli ortaya koyuyor. Gayeleri; Müslümanların bilinçlerini derinleştirmek, toplumun ortak pratiklerini güçlendirmek, eğitim ve sivil örgütlenmeler yoluyla toplumun dışlanmış kesimlerine destek sunmak ve toplumun sosyal ve psikolojik sorunlarına adil ve barışçıl çözümler getirmek olarak sıralanabilir.
Gülen Hareketi, 1960’ların sonlarında “Fethullah Gülen’in devlet kadrosunda görevli bir imam olduğu yıllarda, İzmir Kestanepazarı’ndaki Kur’ân Kursu’nda başladı. 1990’ların başlarında Sovyetlerin çöküşünü takiben yeniden ortaya çıkan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Balkanlar’da açtıkları okullarla büyüme kaydetti. Gülen, kendisine sempati duyan iş adamlarını Türki milletlerin yeniden inşasına yardım etmek ve açılan okullara maddi yardımda bulunmak için Orta Asya’ya yönlendirdi. 2000’li yıllarda Gülen Hareketi’nin eğitim ağı, Azerbaycan’dan Ukrayna’ya, Arnavutluk’tan Makedonya’ya, Hollanda’dan Kanada’ya, Güney Afrika’dan Japonya ve Tayvan’a kadar yayıldı. Bu okulların başarı ve itibarı, verilen yüksek kaliteli eğitime ve öğrencilerin bir başarı temelinde seçilmesine bağlıdır.
Habermas’ın iletişimsel aksiyon teorisi, insanların “karşılıklı” anlayışı netice veren bir iletişim gücüne sahip olduklarını ileri sürer ve bu insanlara evrensel pragmatikler adını verir. Diyaloğa inanan bir optimist (iyimser) olan Habermas, aşırı pesimist (kötümser) oldukları gerekçesiyle Frankfurt ekolünü ve postmodernistleri de eleştirir. Gülen’in düşünce ve pratiğinde de karşılıklı anlayış, diyalog ve iyimserliğe duyulan bir inanç görürüz ki, bu İslâmcı tabir edilen insanların sahip oldukları kötümserliğin neredeyse zıddıdır. Entelektüel-âlim özgüveniyle birleşen bu diyalog inancı ve iyimserlik onun sınırları aşan bir karakter hâline gelmesini kolaylaştırmıştır.
1994 yılında, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın açılmasına öncülük eden Gülen’in diyalog faaliyetlerine başlamasının, diyaloğun popüler hâle geldiği 11 Eylül sonrası dönemden bir hayli öncesine tekabül ettiği dikkatlerden kaçmamalıdır. 1995’ten başlayarak, Türkiye ve dünyada tüm toplum kesimleri arasında diyalog ve hoşgörünün artırılmasını hedeflemişti. Yine Gülen, Kültürler Arası Diyalog Platformu bağlamında, Papa 2. Jean Paul (1998), Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos (1996), Kudüs Sefardik Hahambaşısı Eliyahu Bakshi Doron (1999) ve Türkiye’deki bazı gayrimüslim liderlerle görüşmeler yaptı. Gülen’in diyalog ve barış içinde birlikte yaşama söylemi yurt dışında da meyvelerini verdi ve Londra’da Dialogue Society (1999), Washington D.C’de de Rumi Forum kuruldu (1999). Şimdilerde dünyanın dört bir yanında yüzlerce diyalog kuruluşu teşekkül etmiş ve bu kuruluşlarda çalışan Müslüman- gayrimüslim gönüllüler farklı kültürler, inançlar ve etnik yapılardan insanlarla bir araya gelmektedir.
Gülen, kapsayıcı, evrenselci ve aşkın bir İslâm anlayışını temsil ediyor. O, gerçeğin kendi tekelinde olduğu iddiasını taşımadığı gibi ona izafe edilen Hareket de ideolojik bir karakter sergilemiyor, dışlayıcı birtakım İslâmcı ideolojilerin aksine kapsayıcı bir özellik ortaya koyuyor. Turam’ın da söylediği gibi, Hareket “inancı yeniden canlandırmaya çalışıyor ve bunu seküler düzenin içerisinde yapıyor, karşısında değil.” Gülen’e göre dindar insanlar seküler bir çevrede dinlerini rahatlıkla yaşayabilirler. Pasif Anglosakson sekülerliğine referansta bulunan Gülen, bu sistemde İslâm’ın seküler devletle uyum içerisinde var olacağını söylemektedir.
Gülen’in barış teolojisi, etnik ve dini aidiyetine bakılmaksızın bireyin iyi ahlâk sahibi olmasına ve barış inşasına katkıda bulunmasına dayanıyor ve bu hâliyle “tabandan başlayan ve yukarılara giden” bir sosyal değişimi öngörüyor. Barış inşasını konu edinen bilginler, müsamahanın barış inşasında çok hayati bir rol oynadığını ifade ederler; bu açıdan Gülen’in barış teolojisinde intikam duygusuna yer yoktur. Onun dünya görüşünde, sadece Müslümanların değil tüm insanların üç büyük düşmanı olduğunu görüyoruz; cehalet, fakirlik ve iftirak.
Kendilerini İslâmcı olarak nitelendirenlerin, İslâm’ın altın çağına geri dönmek şeklinde ifade ettikleri soyut ve basit tekliflerin aksine Gülen, söylemden ibaret bir anlayışı değil, Müslümanların içinde bulundukları zaman ve mekânın analizini yapan ve sorunların bu bağlamda aşılmasını öne çıkaran bir yaklaşım getiriyor. Yukarıda bahsedildiği gibi, eğer toplumun üç düşmanından biri cehalet ise, Hareket’in teklifi eğitim oluyor ve bu eğitim sadece okulları ya da verilecek dini eğitimi değil, farklı seviyelerde hayatın tüm safhalarını kapsayan bir eğitim anlayışını öngörüyor. Sadece camiler ve seküler okullarla sınırlı bir eğitim değil, çocuk yetiştirmeyi, aile içi eğitimi, din bilginlerinin eğitimini ve örnek olma yoluyla öğretmeyi içeren bir eğitim.
Eğer toplumun ikinci düşmanı fakirlikse Hareket, eğitimin yanında fakirlikle mücadele ve insanların sosyo-ekonomik durumlarını iyileştirmeyi hedefleyen yardım kurumları teklif ediyor.
Eğer iftirak ya da iç çatışma toplumun üçüncü düşmanı ise, bu düşmanı alt etmenin yolu, diyalog, hoşgörü ve karşılıklı anlayıştan geçer.
Fark edileceği üzere, Hareket’in temel projeleri bu üç alanı kapsamakta ve Hareket’e yakın medya organları da bu global sivil etkinlikte önemli roller oynamaktadır. Hareket’in eğitim kurumları gerek Türkiye’de gerekse Orta Asya ve dünyanın başka yerlerinde farklı din ve ırktan insanların eğitimine katkıda bulunuyor. Kuzey Irak, Balkanlar, Kuzey İrlanda ve Filipinler gibi pek çok çatışma bölgesinde eğitim hizmetleri veren Hareket, bu eğitim gayretlerinin bir sonucu olarak barış inşasına ciddi katkıda bulunmuştur.
Sosyal örgütlenme ve manevi sermayesini yapıcı eğitim faaliyetlerine dönüştüren Hareket, kız ve erkek öğrenciler için anaokulundan üniversiteye uzanan pek çok projeye imza atmıştır. Genel eğitime yapılan yatırım, “çoğulcu İslâmî politika için çok kritik bir destek demektir.” Farklı uzmanlaşma alanları arasında, yeniliğin teşvik edilmesi, cinsiyet eşitliği ve çoğulculuk eksenli terbiyeyi esas alan yüksek eğitimin parlayan örnekleridir ve modern özgürlük ve medeni ahlâk açısından hayati öneme sahiptir. Eğitim kurumları, evrensel değerleri yerel değerlerle harmanlayarak sürdürülebilir bir gelişmeye ön ayak olabilir, yetenek gelişimi yoluyla yarının profesyonellerini hazırlayabilir ve sivil toplum örgütleri yoluyla kamusal alanı genişletme çalışmalarına katkıda bulunabilir. Hareket, çeşitli örgütler yoluyla bireyin anayasal sistemle uyum içinde olmasına yardımcı olmaktadır.
Hareket yalnızca Kırgızistan gibi fakir ülkelere öncelik vermemekte, aynı zamanda etnik çatışmaların yükselişte olduğu, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Filipinler, Banda Açe ve Kuzey Irak gibi bölgelerde de faaliyetler yürütmektedir. Buralarda açılan okulların “çatışmaların azaltılmasında kayda değer roller oynadıklarına inanılmaktadır.” Eskiden Yugoslavya olarak bilinen bölgede, iç savaşın devam ettiği yıllarda değişik etnik gruplara ait çocuklar Hareket’in Üsküp’te açtığı okullarda aynı sıralarda eğitim görmüşler ve aileleri dışarıda birbirleriyle savaşmaya devam ederken aynı çatı altında barış içinde yaşamayı başarmışlardır. Hareket, “Müslüman Boşnakların, Hristiyan Sırpların ve yine Hristiyan Hırvatların yaşadığı Bosna’da okullar açmıştır. Aynı etnik kimlikten gelen ve Yugoslavya tecrübesi dolayısıyla benzer bir siyasi kültüre sahip olan bu üç grup, milliyetçi emelleri sonucu daha on yıl kadar önce çok kanlı bir savaşın tarafları olmuşlardı.
Yine dini farklılıkların bu milliyetçilik eksenli çatışmanın sebebi olması da çatışmayı alevlendiren bir etkiye sahip olmuştur. Yüksek derecede etnik farklılığa sahip bir başka ülke de Afganistan’dır. Peştunlar, Tacikler, Hazarlar, Özbekler, Aymaklar, Beluciler, Kırgızlar, Türkmenler, Nuristanlılar ve Pamirler bu ülkede diğer küçük etnik gruplarla beraber yaşarlar. Yine bu ülke de Hareket’in okullarına ev sahipliği yapmaktadır ve bu okullardan bazıları sadece kız çocukları için açılmıştır.
Bu okulların açık ve aktif olduğu bir başka ülke de Filipinler’dir ki, bu ülke yıllardır süregelen bir Müslüman-Hristiyan çatışmasına sahne olmaktadır. Azınlık durumundaki Moro Müslümanları, güneydeki özerk bölge olan Mindanao’da yoğunlaşmıştır. Koloni döneminin sona ermesiyle birlikte, ülkedeki karışıklık kalıcı hâle gelmiş ve çoğunluk olan Hristiyanlarla azınlık durumundaki Müslümanlar çatışmanın tarafları olmuşlardır. Hareket’in okulları Hristiyan ve Müslüman öğrencileri aynı çatı altında toplamayı başarmış ve hiçbir zaman çatışmanın tarafı olmamış, aksine ortak problemlere çözüm arayışları üreten ortak zemin hâline gelmişlerdir.
Afrika bağlamındaki örneğimiz olan Kenya’da yapılan bir alan çalışması, bu okulların yalnızca yerleşik dini okullara (Müslüman ve Hristiyan-misyoner) seküler bir alternatif olmadıkları aynı zamanda Kenya’nın yerleşik Hristiyan kabileleri ve politik güce sahip Müslüman azınlıkları arasında çıkacak olası bir etnik-dini kargaşaya karşı da birer set oluşturduklarını ortaya koymuştur. Yine Hareket’in Uganda’da ortaya koyduğu sivil inisiyatif, Ugandalılara, uluslararası toplumun yardımlarını beklemek yerine kendi kaynaklarına dayanmak şeklinde özetlenebilecek bir pragmatik nosyon sunmuştur.
Önceki çalışmalar, kadınların daha iyi sosyo-ekonomik konumda oldukları ve siyasi temsile katıldıkları ülkelerde çatışmalara katılma ihtimalinin daha düşük olduğunu göstermiştir. Bu bağlamda Hareket, doğrudan olmasa da, Afganistan’dan Kenya’ya dünyanın birçok yerinde, kız çocuklarına eğitim imkânı sunmakla barış inşasına katkıda bulunmaktadır. Hareket’in, İslâm’ın ruhuna aykırı olduğu gerekçesiyle her türlü şiddet ve aşırılığı reddettiği bir ortamda bu okullar ve diğer kuruluşlar da, dinler arası hoşgörünün önemini vurgulamaktadır.
Dünyanın dört bir tarafına yayılmış Gülen Hareketi’ne ait kurumlar, Gülen’in savunduğu hoşgörü ve çoğulculuk öğretilerini teşvik etmektedir. Tüm bu aktiviteler, her ne kadar Hareket barış inşasına yaptığı katkıyla iftihar etmese de, “tavırlarla barış inşası” kapsamına girer. Farklı dil, din ve kültürlerden gelen gençler bu kurumlarda eğitim görmekte ve bununla iftihar etmektedirler. Karşılıklı saygı ve sevgi en temel değerlerdir. “Müslüman Türklerin olmadığı yerlerde okullarınız var. Ne bekliyorsunuz onlardan?” şeklindeki bir soruya Gülen, “Türk kültürünün, bizim anlayışımızın onlarda bir yumuşama meydana getireceğini, canlı diyalog unsurlarının hazırlanmasını umuyoruz” karşılığını verir. Başka bir yerde de düşüncelerini şu şekilde dile getirir:
Kalpte sevgi hakiki olursa, düşmanlık mecazi olur. Sevgi, sevdiğinizdeki beğenmediğiniz yönlerin izalesini gerektirir. Bu meselenin esprisi bilinemediğinden dolayı zannediliyor ki, Müslümanlar bir taraf olup, ötekilere karşı sürekli içlerinde kin duyacak, nefret duyacak, kıskançlık hisleri ile oturup kalkacak. Bunu dini bir vazife olarak yapacaklar.
Nil Yayınları, “İslâm ve Barış İnşası” adlı kitaptan alınmıştır.
]]>