Otoriterlik girdabınının bu yeni aşamasında Türk halkı için ciddi endişeler taşıyorum.
Uzun yıllardan beri mutluluk ve insanca yaşamanın rüyâ ve hülyâlarıyla avunup duran, fakat onu bir türlü tahakkuk ettiremeyen tâli’siz milletlerin başında hiç şüphesiz Ortaasya Türklüğü gelir.
Bir taraftan yıllar ve yıllarboyu devam edegelen hâricî baskılar, ‘tegallübler, esâretler, tahakkümler, mezelletler’ ve akla-hayâle gelmedik oyunlar, utandırıcı rezâletler; diğer yandan da, bu dünyânın gaflet ve cehâlete, hâricî baskı ve sun’î ayrılıklara açık bulunması, bu ülke insanını parça parça etmiş, birbirine düşürmüş ve her türlü hayat menbalarını kurutup onları yığınlar haline getirmiştir.
Bağrı yanık, ruhu sarsık, üstüste kalbinden hançerlenmiş bu bahtsız insanlar, millî varlıklarını kemiren, manâ köklerini darbeleyen ve şanlı geçmişlerini onlara borçlu bulundukları bütün târihî dinamikleri yokeden en amansız, en îmânsız hâdiseleri sezememiş, baskılara karşı koyamamış.. desteksiz, kâidesiz, sağa-sola itilmiş-kakılmış ve hep bir kısım meçhûl beklentiler içinde olmuşlardır.. yer yer ümit ve avuntularla zaman zaman da inkisâr ve burkuntularla…
Nihâyet bir gün gelmiş onların ufkunda da bir yalancı şafak belirivermiş.. tabiî, gerçek fecrin emâreleriyle ve onu zorlayan bir yalancı şafak. Herkes gibi onlar da, tam kendi düşünceleri ve nurlu geçmişleriyle, alâkalı olmasa bile, belli ölçüde, hemen her düşünce ve her anlayışın çimlenip gelişebilmesine müsait görünen bu yarım aydınlığı değerlendirmek istemiş ve hapishâne koridoruna çıkmış olmanın rahatlığıyla, dem ve damarlarına sinmiş kirli havayı çıkarıp ciğerlerini oksijenle doldurmaya çalışan mahkûmlar gibi, içlerindeki yılların kasvetini atıp, hak, hürriyet ve mürüvvet soluklamak için dörtbir yana koşmaya ve bu arada upuzun, aydınlık ve şanlı geçmişlerini paylaştıkları milletlerden de bir şeyler beklemeye başlamışlardır. Aslında bu onların hakkı ve onlardan evvel diriliş turnikesine giren bizim gibi milletlerin de vazîfesidir.
Bugün, bu ülkelere seyahat eden birinin, oradaki bîçare dindaşlarımızın ma’ruz kaldıkları şeyleri, onların dünkü ve bugünkü sıkıntılarını, aşamayıp içinde boğuldukları problemlerini, beklentilerini ve bekleyip bulamadıklarını gördükten sonra, inşirâh ve vicdân huzuru içinde geriye döneceğine ihtimal veremiyor; aksine, müşâhede edeceği yüzlerce fâcia ve ürpertici levha karşısında inleyip iki büklüm olacağına inanıyoruz.
Vaktiyle, sıhhatli, dinç ve her manâsıyla gerilimli nesiller yetiştiren Ortaasya, bugün hırpalanmış ve sarsık insanları, unutturulmuş kültürü ve ezilmiş düşüncesi, lime lime olmuş millet şuuru ve ne yaptığını kestiremeyen devlet ve devletçikleriyle yürekler acısı bir manzara sergilemekte. Bir zamanlar o kolu bükülmeyen, bastığı yerleri tir tir titreten, kuvvetli, sağlam, cesaretli nesillerin yerini şimdilerde, yılların kâbus ve korkulu rüyâlarıyla sindirilmiş, büyük ölçüde mücâdele azmi kırılmış; farklı düşüncelerle birbirine düşürülmüş.. çok defa huysuz ve birbiriyle kavgalı.. kendi dindaş ve soydaşlarıyla diyaloğa kapalı tuhaf bir mizacı temsil eden yığınlar aldı. Bu yüzden de, gözlerimizi kamaştıran ve düşmanlarımızın iştihalarını kabartan yeraltı, yer üstü zenginlikleri, geniş ova ve obalarıyla bu koskoca ülke kendi insanına karşı cimri, gayri münbit, vefâsız ve âdetâ bir çöl ve çalılık…
Şimdi bütün bunları görüp de, bu mağdur ve mazlûm dünyânın imdadına koşmayan bizim okur-yazarlarımız, vicdân sâhibi mütefekkirlerimiz, hayır kurumu ve hayır cemiyetlerimiz, vakıflarımız hatta siyasi partiler, devlet ve devlet kurumları, yarın târih huzurunda bu lakaydiliklerini nasıl izah edecek ve gelecek nesillerin ittiham ve telinlerine ne cevap verecekler..? Ülke ve insanımızla çok derin târihî bağları bulunan bu mazlûm dünyânın asırlık ızdıraplarını dindirmek, üstüste sînesine saplanan hançerleri çıkarıp yaralarını sarmak en evvel bize düşmez miydi..? Gözümüzün önünde cereyan eden bunca trajediyi görmezlikten gelemez, görüp anlayamadık, diyemeyiz! Bunca hâdise, bunca fâcia ve bunca mezâlimi görmemek için sağır, kör ve kalpsiz olmak iktiza eder. Görüp duyuyorsak ‘adam sende!’ diyemeyiz. Diyorsak, aman Allah’ım! Bu ne büyük gaflet, ne derin uykudur ki, İsrâfîl’in sûru gibi tarrakalar dahi uyarmıyor…?
Âh benim sevgili dünyâm! Acaba bir gün seni canıyla îmanıyla sevecek, yaşama arzusundan vazgeçip yaşatma sevdâsıyla sermest evlâtlarını görebilecek miyiz..?
Esir milletler esâretten nasıl kurtarılır? Onlara özlerini bulma yolları nasıl gösterilir? Ve kendi kendilerine ayakta durmaları nasıl te’min edilir? Bunları düşünmek bizim münevver ve mütefekkirlerimizin vazîfesidir. Şimdiden bunları düşünmez, çare aramaz ve bu yeni uyanışta rehberlik rolümüzü iyi oynayamasak, uzun yıllar kendinden uzak kalarak yol-iz belirsizliğine uğramış bu ülkeler, değişik türden istismarcıların ellerine düşecek, birkaç fasıl da onların baskıları altında preslenip gideceklerdir. Denebilir ki şu anda dahi, eski ağaların, yeni istismar yolları aramalarının yanında-getirdikleri sûrî demokrasiye rağmen – Avrupalılar, Amerikalılar, hatta Pasifik ülkeleri de, bu mağdur milletleri sağmal gibi kullanma yollarını araştıracak.. bulacak veya bulamayacak.. ama, ‘bu hân-ı yağmâdan’ mutlaka istifâde etmeye çalışacaklardır.
Şimdiye kadar defaatle işgal ve istismar edilen bu mazlûm insanlar, bugün olsun, gönülden ele alınıp çağın gereklerine göre yönlendirilmez ve kendi dünyâlarına giden yollarda ellerinden tutulmazsa, çevrelerinde binbir değişiklik olsa bile, mahkûm, mazlûm ve mağdûrlar hep aynı kalacak; değişen sadece hâkim sınıflar olacaktır.
Kanaatımızca, yardım gâyesiyle dahi olsa, bu ülkelere, ikinci bir kez yabancıların girmesine fırsat verilmemelidir. Ne pahasına olursa olsun, bu milletçe, onlara, kendi kendilerine ayakta durmaları öğretilmeli ve katiyyen istismara açık yabancı destek ve kâidelerin insâfına bırakılmamalıdırlar. Bir millet için yükselme ve ilerleme, o milletin kendi ruh ve manâ kökünden fışkırarak meydana gelmişse, o, uzun ömürlü ve ümît vadedici olur. Aksine yükselme de, ilerleme de başkalarının kontrolünde kalır-gider.
Bugün, bu ülkelerin içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için, her şeyden evvel zinde ruh, zinde dimağ, sağlam îmân ve sarsılmaz irâdeye sahip yiğitlere ihtiyaç var. Aynı gâye ve aynı ideâli, garazsız, ivazsız takip eden ve hertürlü ihtirastan âzade kalmasını bilen bu yüce kâmetler sayesinde aşılmaz gibi görünen mânialar aşılacak ve bir gün yollar düzlüğe ulaşacaktır.
Yazar: Fethullah Gülen, Sızıntı, Ekim 1990, Cilt 12, Sayı 141
Evet, bu ülke ve onu ayakta tutan dinamikleri yerinde görmek için dünyânın dörtbir yanından merak ve ziyaret arzusuyla coşan sîneler, hep ona koşar; onun ovasında-obasında, dağında-bayırında, bahçesinde-bağında ve melekleri andıran insanları arasında hayret ve hayranlıklarla dolaşır, ayrılırken de hasret ve hüzünlerle ayrılırlardı. Bu tılsımlı ülke rengârenk güzellikleri ve başdöndürücü ihtişamıyla misafirlerini öyle büyülerdi ki, gelenler âdeta bu füsunla çarpılır ve bir daha da onun atlas ikliminden ayrılmak istemezlerdi. Vâkıa, onun zümrüt çayırlarında yaşayanlar, ülfet ve ünsiyetle bazan bu füsun ve büyüleyiciliği sezemedikleri, dolayısıyle de lâubaliliğe, alâkasızlığa düştükleri olurdu; ama, dıştan gelenler için o, her zaman Cennet yamaçlarını, insanı da melekleri hatırlatacak mahiyette pırıl pırıl idi.
Hele, dağlarının masmavi semalarla bütünleştiği; sahillerinin gökler gibi derinleştiği; binbir renk ve ışık oyunlarına ma’kes yamaçlarının gölgelerle oynaştığı; şâhikalarının mehip duruşlarıyla birer hatib gibi, kendilerine has lisanlarla gürül gürül ses verip durduğu; ince ve yumuşak tabiatının kıvraklardan kıvrak o çarpıcı beyanı ve büyüleyici manzarasıyla, sonsuzdan gelen ve sonsuza açık olan en derin, en yüksek bir şiiri ruhlara fısıldadığı; mehtabının, gümüş bir fânusdan sızıyor gibi etrafa saldığı ışık hüzmeleriyle yeryüzünü âdeta semavîleştirdiği; güneşinin, bitevî urbalarını atıp bütün çarpıcılığı ve yakıcılığıyla, hemen her mevsim göz ve gönüllerimize aydınlık ve neş’e salıp durduğu.. yıldızlarından her zaman ruhlara birer füsun, birer hayal ve birer hayretin akıp geldiği ve bütün bu güzelliklerin yanında tıpkı bir gökkuşağı gibi tüllenen bu binbir renk ve âhenk cümbüşü altında, Sonsuz’dan gelen râbıtalarla birbiriyle sarmaş-dolaş olan ve birbiriyle kaynaşıp bütünleşen genç-ihtiyar, kadın-erkek en temiz, en duru, en samimi ve en derin duygularla kaderlerine tebessüm edip saadetten saadete kanatlanan bu insanlar ve onların ülkesine denk ikinci bir dünyâ gösterilemezdi…
Yüce Yaratıcı onların önlerine, inanç, aydınlık ve ruhânî hazlar adına manzaraların en güzellerini sermiş, bu başdöndürücü güzellikler karşısında onları ölümsüzlüğe uyarmış ve gönüllerini itminana kavuşturmuştu. Ve artık onların nazarında hayat ne bir bilmece, ne de idrak edilmez, manâsı anlaşılmaz bir sır değildi. Onların nazarında hayat teneffüs edilen bir râyiha, dile-damağa karışan bir lezzet, ruhun derinliklerinde duyulan bir tad haline gelmişti.
Bu ülkede ilme, inanca, düşünceye açılmış muhteşemlerden muhteşem tabiat kitabı ve onu didik didik edip anlamaya çalışan, hallaç edip özünü araştıran gayretli dimağlar, hüşyâr ruhlar; onun esrarına meftun doyma bilmeyen kadirşinas gönüller ve bütün ömrünü bu ülkeyi imara vakfetmiş çelik iradeler, azimli fıtratlar dıştan gelen seyyah ve misafirlere rüyâlar kadar tatlı en büyük hazları yaşatırlardı.
Onun ovalardan obalara, zirvelerden sahillere uzayıp giden güzellikleri, sanata uyanmış gönüller üzerinde o kadar tesirli olurdu ki, uhrevîleşen bu manzaraları seyre dalanlar, seyrettikleri şeylerin müşahedesine asla doymaz; bu fırsatı kaçıranlar da kendilerini levm ederlerdi.
Aradan bunca yıl, bunca zaman geçmesine rağmen, hâlâ, içimizde parıldayıp duran ışık hüzmeleri, göz ve gönüllerimizi dolduran ihtişamıyla, o günlerle o kadar içli-dışlı bulunuyoruz ki; bir adım atsak hemen içine girecekmişiz gibi geliyor. Ruhlarımızın böylesine geçmişle bütünleşmesi sayesindedir ki, belli bir zaman dilimi içinde, bizi ayakta tutan bütün dinamiklerin kulakardı edilmesine, tarih ve tarihî değerlerin hafife alınıp geçmişe sövülmesine, ülkenin bir baştan bir başa harabelere çevrilip vatan evladının dilenciler haline getirilmesine, iyilerin, inançlıların, faziletlilerin hor ve hakir görülüp, fenâların, münkirlerin, millet düşmanlarının alkışlanıp başlarda gezmesine rağmen, onlar şanlı mazilerinden kopmadılar ve kopmayacaklar.
Evet, her şeye rağmen günümüzün nesilleri, geçmişten şimdilere sarkan o ebedî güzelliklerden paylarını almak için, ruhlarını cetlerinin dünyâsına açık tutuyor ve oradan gelen ışık tayflarıyla yollarını aydınlatarak kendi çizgilerini bulmaya çalışıyor ve ona doğru kayıyorlar. Bizimle aynı memeden süt emmeyenler buna inanmasalar bile, en büyük tefsîr ve takdirlerin yazar-bozar tahtası sayılan zamanın, bütün düşmanları ümitsizliğe, bütün dostları da sevince gark edecek olan o parlak yorumu er-geç tahakkuk edecektir.
Evet, aradan yıllar ve yıllar geçse de, gidip de bugüne kadar dönmeyen şanlı akıncının bir gün tıpkı ufukta tulû eden bir ay gibi eski yerinden bir kere daha doğacağını vicdanlarımızda duyuyor ve asırlardan beri ülkemizi saran karanlıkların, mutlaka, yerlerini aydınlıklara terkedeceğine inanıyoruz.
Ne olursa olsun, muhteşem geçmişin güzellik ve füsunu gönül ve hâtıralarımızda hâlâ o kadar canlı ki, bu ülkede, bize ait her şeyin sesi kısılsa, şanlı mâzinin temel dinamikleri bütünüyle sarsılsa, tarihin ağzına kilit vurularak tamamen susturulsa veya söyledikleri artık duyulmaz olsa bile, bizler, hayâlen şanlı atalarımızın dolaştıkları noktalarda dolaşıyor; onlarla kucaklaşıyor; ruhlarımızda onların soluklarını duyuyor; onlarla kolkola zirvelere, zirveleşmelere ulaşıyor ve târihî devr-i dâimler adesesiyle şimdiden yarınki mutluluklarımızı seyrediyor ve kendimizden geçiyoruz.
Yazar: Fethullah Gülen, Sızıntı, Kasım 1988, Cilt 10, Sayı 118