Müellif abdestin rükünlerinden olan ayakların yıkanmasını incelerken, yukarıdaki usül kâidesini ayakların mesh edilmesi hususunda selef arasında vaki olan ihtilaf için kullanmakta ve ihtilafın daha sonra meydana gelen icma sebebiyla kalktığını beyan etmektedir .
Yolculukta iken ramazan orucunu tutmanın hükmünde sahabenin genelinin görüşünün bunun cevazı yönünde, bazısının ise aksi yönde olduğu belirtildikten hemen sonra bu kurala yer verilmektedir. Böylece müellif sahabe devrinden sonra meydana gelmiş bir icmayı kastetmekte ve icmanın, icma dışında kalan diğer sahabe görüşünü devre dışı bıraktığına işaret etmektedir .
Ağız hükmen bedenin dış organlarındandır. Yani Şâri’ Teâlâ boy abdestinde ağız ve burunu bedenin dış yüzeyi hükmünde kılmıştır. Bu nedenle mazmaza ve istinşak gusülde farzdır .
Müellif hades kavramını açıklarken onu, hakiki ve hükmi olarak ikiye ayırmış ve hakiki hadesi canlı insan bedeninden pis şeylerin çıkması olarak açıklamıştır.
Ağız dolusu kusmak abdesti bozan bir durum olarak kabul edilmiştir. Çünkü ağızın konumu bedenin dışı sayılmıştır. Mideden gelen her şey ağıza ulaştığında abdesti bozan bir durum olarak kabul edilmiştir ve necaset hükmündedir .Bu nedenle de namaz için yeniden abdest alınması zorunlu kılınmıştır.
Teyemmüm suyun kullanma imkanı bulunmadığı durumlar için meşru kılınmıştır. Teyemmümün meşru olabilmesi için suyun bulunmaması şart addedilmektedir. Çünkü teyemmüm su ile abdest almanın yerine kaim kılınmıştır. Asıl varken, onun yerine kaim kılınan meşru değildir .
Abdestli olan cemaatin teyemmümlü imama uyması hususunda İmam Muhammed, teyemmümün abdestin yerine kaim olduğu fikrinden hareketle abdestli cemaatin teyemmümlü imama uymasının hiçbir şekilde caiz olmadığı görüşündedir. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf ise teyemmüm konusunda toprağın sudan bedel oluğu fikrinden hareketle abdestli cemaatin, teyemmümlü imama uymasının su bulunmaması şartıyla caiz olduğu yönündeki görüşü de zikredildikten sonra, bu iki görüşe de delil olarak “aslın olduğu yerde halef kalmaz” kâidesi getirilmek suretiyle abdestin olduğu yerde teyemmümün kalmayacağı veya suyun olduğu yerde toprağın temizleyici hükmünü yitirdiği müellif tarafından açıklanmaktadır .
Bir kişi, namaz kılmaya ehil olmak için niyet ederek teyemmüm yaparsa veya abdestli olmak için teyemmüm yaparsa, yaptığı iş geçerlidir. Bu durumda olan kişi her türlü namazı kılar ve mescide girmek gibi her türlü ibadeti yapar. Çünkü en temel ibadeti eda için yapılan teyemmümle onun dışındaki tüm abdest gerektiren ibadetlerin yapılması mübah olur. Buradan hareketle müellif şu kuralı ifade etmiştir: “Âlâ olana niyet ednâ olan için de geçerlidir”.
Bunun aksi olan bir şeyin birimlerinin cinsine niyet etmek, o birimlerden oluşan bütün için de niyettir Cenaze namazı, tilavet secdesi, Kur’an okuma için niyet eden kişi, abdestsiz eda edilemeyen her ibadeti eda edebilir. Çünkü, zikrettiklerimizin her biri namazın bir birimi oluşturur. Müellif ana kuralı zikretmeklşe beraber misalleri ikinci kural üzerinden vermiştir .
Yani ihtimalli var oluş, yakinen veya zahiren var oluşa karşı herhangi bir olumsuzluk teşkil etmeyeceği gibi, hükmi bir değer de taşımaz.
Suyu bulma ümidi, hiçbir zaman kişinin teyemmüm ederek namaz kılmasına engel teşkil etmez. Çünkü o an için aslolan suyun yokluğudur. Suyun varlığı ise sadecce bir ihtimaldir. Varlığı ihitimale bağlı olan su, zahiren sabit olan suyun yokluğu ve buna bağlı ahkama engel oluşturmamaktadır .
Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’a göre taharetin dayandığı nesne göz önüne alınarak, kural olarak şu ifade kullanılmıştır: Suyun yokluğunda onun yerine geçen (halef) topraktır .
İmam Muhammed ise namaz kılacak kişinin abdestsizliğini gidermek için yapacağı eylemi esas alarak bunu şöyle ifade etmiştir: Abdestin imkansızlığında onun yerine geçen (halef) teyemmümdür .
Necasetler babında necislerin çeşitlerini sıralayan müellif başa bu kuralı koyarak, kan, irin, ağız dolusu kusmuk, hayız, istihaza kanı, idrari dışkı vb.lerini bu kural kapsamında sıralamaktadır .
İçine necaset düşmüş suyla alınan abdestle ilgili Hanefî fakihlerinin görüşlerini sıralayan müellif, Kerhî’nin görüşüne delil olarak bu kuralı zikredilmektedir. İçine pislik düşmüş bir havuzdan abdest alan kimsenin kanaati pisliğin etkisinin, havuzdan abdest aldığı kısma ulaştığı şeklinde oluşursa bu kişinin bu oradan abdest alması caiz değildir. Şayet kanaati pisliğin etkisinin suyun bu kısmına ulaşmadı yönündeyse her iki durumda da kişide oluşan zanna göre hükmedilir. Kesin bilginin söz konusu olmadığı/olamayacağı durumlarda ağırlıklı görüş delil alınır .
Su hayvanları, suda ölmeleri halinde necaset teşkil etmemektedirler . Su dışında başka bir sıvı içinde ölmeleri halinde ise Kerhî’den nakledilen görüşe göre suyu necis etmeyen bu şeyler, suyun dışında başka sıvıları da necis etmez .
Kuyuların necasetten arındırılmasında, kuyudaki suyun tamamının boşaltılması icap eder de, su kaynağının kuvvetli olması sebebi ile suyun çıkışı kapatılıp kuyu tam olarak boşaltılamaz ise müellifin tercih ettiği görüşe göre, oluşturulacak iki kişilik bilirkişi heyetinin kuyudaki mevcut su miktarını belirleyen tahminleri doğrultusunda harfeket edilir ve verdikleri karara göre yeterli miktarda su kuyudan çıkartılmak suretiyle kuyu temizlenir. Müellif bilir kişiye başvurma zorunluluğuna delil olarak da bu kâideyi kullanmaktadır .
Bu kâide, sahabenin meshin cevazına dair sahabe ittifakını ve bu ittifakın icma olduğunu, kesin delil hükmü taşıdığını bildirmektedir.
Müellif namaz kitabında ezanın hükmü konusunda Hanefî fakihlerinin ezanın müekket sünnet veya vacip olmasıyla ilgili görüşlerini serdettikten sonra , müekket sünnetle vacibin yakın anlamlı kavramlar olduğunu vurgulayan bu kâideyi zikretmektedir .
Müellif namaza başlamak için niyetin şart olduğunu bildirmekte sonra da bu kâideyi yazarak ibadetlerin niyetsiz sahih olmayacağını net bir şekilde ifade etmektedir .
Müellif namazda imamın Fatiha’yı okumasından sonra imam ve cemaatin “amin” duasını açıktan yapıp yapmayacakları konusunu tartıştıktan sonra sahih olan görüşü beyan ederek sonuçta bu kâideyi bildirmektedir.
“Ta’dil-i erkân”ın hükmüne dair mezhep içi ve diğer görüşlerin serdedilmesinden sonra müellif, Ebu Hanife ve İmam Muhammed’in ta’dil-i erkânın farz olmadığı yönündeki görüşlerini tercih etmektedir. Buna delil olarak önce ilgili ayetlerdeki rukû’ ve secde lafızlarının lugat manalarını, peşinden de ta’dil-i erkânın açılımı olarak görülen rukû ve secdede tuma’nine kavramını bu fiillerde devam olarak açıklamaktadır. Halbuki emir, gereği tahakkuk ettikten sonra devamı gerektirmez. Rukû ve secde emirleri de, gerçekleştikten sonra devamlılık içermezler .
Müellif bu kâideyi cemaatin saf düzeninin keyfiyetini açılarken, ön safta boşluk olmadığında tek kişi olarak en arka safa namaza durulmasının mekruh olmayacağını ifade sadedinde zikretmiştir. Çünkü, bu durumdaki kişi yanına duracak bir şahıs bulamayacağı gibi, önden birini çekmek de Hanefî mezhebinde “amel-i kesir”e gireceğinden, bu kişinin “mazur” sayılarak tek başına safa durmasında bir beis görülmemiştir .
Kişinin seferilik hükmünü kazanması için sadece yolculuğa niyet etmesi yetmemekte, aynı zamanda bulunduğu yerleşim biriminden ayrılması da şart koşulmaktadır. Mezkûr küllî kâide de bu durumu teyit eder mahiyette zikredilmiştir .
Müellif, seferi olan bir kişinin, vaktinde eda edemediği bir namazın kazası için yine namazını zamanında kılamamış mukim bir imama uyarak seferi namazın kazasını kılamayacağını belirtmektedir. Çünkü vakit içerisinde mukim bir imama uyarak kıldığı namaz, mukime iktida ile dört rekata geçişi sahih görülerek, imamın namazı gibi sahih görülmüştür. Ancak vakit çıktıktan sonra kılınacak olan namaz kişinin zimmetinde iki rekat olarak sabit olduğundan dört rekata geçişi caiz görülmemiştir. Buradan hareketle de bu kâide bildirilmiştir.
Binek üzerinde namaz faslında, yağmur ve çamur hallerinde binek seyir halindeyken, binek üzerinde farz namazın caiz olmadığını belirten müellif; eğer binekten inmek mümkün de oturmak (ku’ûd) mümkün değilse, ayakta imayla; oturmak mümkün de secde mümkün değilse bu takdirde oturarak ima ile namazın eda edilmesi gerektiğini beyan etmekte buna delil olarak da “yükümlülüğün sakıt olması zaruret miktarıncadır” kâidesini zikretmektedir .
Bu kâide, demir almış olan bir gemide kılınan namazla ilgilidir. Namazı kıyam, rukû ve secde erkanı ile kıbleye yönelerek kılmalıdır. Seyir esnasında kıble yönü değiştikçe, namaz kılan şahıs da yönünü kıbleye çevirmelidir. Müellif bu durumu şu kâideye bina etmektedir: “Gemi kara hükmündedir .”
Müellif, bayram namazlarının vucup şartlarının, Cuma namazının şartlarıyla bir olduğunu belirtmektedir. Ancak bir şeyin, bir şeye şart olması, o şeyin ondan önce var olması veya onunla beraber aynı anda var olmasını gerektirmektedir. Bu sebeple bayram namazlarında hutbe şart değil sünnettir. Çünkü bayram hutbesi namazın şartı değildir ve namazdan sonra eda edilir. Cuma hutbesi ise cumanın şartından olduğu için namazdan önce eda edilmektedir .
Bayram namazlarına giderken tekbir getirmenin hükmü sünnet olarak açıklanmaktadır. Ancak bu tekbirlerin sesli mi yoksa sessiz mi yapılacvağı hususunda mezhep içinde ihtilaf bulunmaktadır. Kurban bayramı hariç bu tekbirlerin sessiz yapılması yönündeki Ebu Hanife’nin görüşünü tercih eden müellif Kurban Bayram namazına giderken ise tekbirlerin sesli olması gerektiğini belirtmektedir. Zira zikirde asıl olan açıktan değil sessizlik kâidesidir. Ancak artı bir delil varsa sesli zikir yapılır.
Yani, bir şeyden aciz olan kişi o şeyle mükellef kılınmaz. Hastanın namazı babının hemen başında mükellefin edaya güç yetirebildiği takdirde namazın mükelleften asla düşmeyeceği belirtilmektedir. Ne zaman ki mükellef, hastalık sebebiyle namazın bazı rukünlerini eda edemez olur, o zaman bu rukünler mükelleften acizliği miktarınca düşer .
Aynı küllî kâide, yolculukta iken yolcunun ve iyileşmeden önce hastanın ölmesi durumunda, bu kişilere yolculuk ve hastalık sebebiyle tutamadıkları orucun kazasıyla o anda mükellef olmadığına delil olarak, orucu terketmeye sebep olan özür kalkmadıkça kişiye terk ettiği oruçların kazası gerekmez hükmünü desteklemek için kullanılmaktadır .
Ruku ve secdeye güç yetiremeyen kişinin, namazını oturarak îmâ ile kılması gerektiği Hanefî mezhebi görüşüdür. Buna karşın, İmam-ı Şafii’nin kişinin, namazı îmâ ile ayakta kılması gerektiği yönündeki görüşüne yer verilmiş olup, kıyamın bir rukün olduğu ve özürsüz sakıt olamayacağı esasına dayandırılmıştır. Müellif Hanefî anlayışına göre, rukûya güç yetiremeyenin genelde kıyama da güç yetiremeyeceği varsayımından hareketle bu kâideyi serdetmiştir .
“Yükümlülüğün sakıt olması zaruret miktarıncadır ” kuralıyla da bu kuraldaki manaya, aciz kelimesi yerine zaruret kelimesi ile başvurulmaktadır.
Hasta olan kişi gücü yettiği sürece namazdaki tüm zikirleri yerine getirmek zorundadır. Zira rukû ve kıyamdan acizlik hali zikre mani değildir.
Namazın acizlik sebebiyle hastadan tamamen düşmesi durumunda, hastanın geçen namazları kaza edip etmeyeceği meselesi bu kural çerçevesinde cevaplandırılmaktadır. Kaza namazları için kuralda zikredilen zorluğun, çokluk kavramıyla açıklandığı da görülmektedir. Zorluğa götüren, altı namazlık çokluk sınırının da sahabenin icması ile tesbit edildiği ayrıca müellif tarafından belirtilmektedir .
Mükellefin, ibadetini eda hususunda acziyeti varsa, miktarınca sakıt olur. Bir acziyet söz konusu değil ise ibadetin kamilen yapılması gerekir ki kazalarda da durum böyledir: Kazaya kalma anındaki acziyete itibar olunmaz, mükellefin ibadete başlama anındaki durumu esas alınır.
Müellife göre cemaatin farza başlaması beklenirken, bir kişinin nafile namaza durması halinde o kişinin iki rekattan fazla bir namazı eda etmekle mükellefiyeti olamaz.
Farz namazını tek başına kılmakta olan bir kişinin, bu namazı cemaatle kılmak için bozması caizdir.
Mükellef, başladığı namazın eğer çoğunu kıldıysa namazını bozmaz; namazını tamamlar. Çünkü bir şeyin çoğunu eda eden tamamını eda etmiş gibidir. Bu durumda da namazı bozma ihtimali kalmamıştır .”
Müellifin verdiği misallerde de görüldüğü üzere, “Çok bütün hükmündedir” küllî kâidesi doğrultusunda namazın yarısından fazlası, namazın tamamı kabul edilmekte ve birden fazla mesele bu kurala göre cevaplandırılmaktadır.
Bu kural “Genelde çoğunluk bütün hükmündedir” ifadesiyle de yer almaktadır.
Hakimin, li’ân yapan taraflar henüz lianı tamamlamadan, boşanmaya hükmetmesi durumunda bakılır; eğer taraflar li’ânın çoğunu ifa etmişlerse bu li’ân tam kabul edilir ve boşanma geçerli kılınır. Semerkandî, serdettiği bu görüşe delil olarak, içtihadi meselelerde mezkur küllî kâidenin cari olduğunu beirtmektedir .
Müellif, Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi vesellem) vitr namazı ile ilgili buyurduğu emrinden hareketle, vitr namazının kılınmasının vacip olduğunu bildirerek, bu kâideyi zikretmiştir.
Müellif vitr namazının vacip olmadığı görüşünde olan fakihlerin ictihadını serdederken bu kuralı öne sürerek vitr namazının sünnet olduğunun akli delilini ortaya koymaktadır. Çünkü, varit olan hadisler arasında tearuz olduğu bildirilmektedir .
Müellif namazda vacibin edası için farzın bozulmasının caiz olmadığını ifade etmiştir. Uygulamada, kunutu unutarak rukûya giden kimsenin, bunu rukûda iken hatırlaması durumunda, rukûyu iptal ederek kıyama kalkıp kunut duasını okuması caiz değildir. Çünkü vacibin edası için farzın edası iptal edilemez
Sehiv secdesinin sünnet mi yoksa vacip mi olduğu hususunda, İmam Muhammed’in el- Asl’da zikrettiği görüşü tercih ettiğini belirten Semerkandî, bu görüşü dayandırdığı sünnet delilinden sonra ikinci olarak, bir şeyde devamlılık, onun vacip olduğuna delildir, küllî usül kâidesini serdetmektedir .
İbadetin edası esnasında vaki olan ilk tereddütte yanlışlığın vukuu konusunda meşakkat doğuran bir durum yoktur. Çünkü kişinin ibadetinin her hangi bir ruknünü edada meydana gelen ilk tereddüt bir gerçeğin tezahürüdür. Onun için ibadete baştan başlanılacaktır. Ancak tereddütler sık sık vaki olursa o zaman araştırma yapılır, araştırma sonucunda ulaşılan kanaat her ne kadar zan taşısa da delil sayılmaktadır. Çünkü meşakkatin izalesi ancak araştırma ile mümkündür İmamın sehiv secdesinin vücup sebebi, sehiv olarak tespit edildikten sonra, imama tabi olan cemaata sehiv secdesinin vacip olması için bir sebebe ihtiyaç duyulmaz. Bu hükmün lâhik ve mesbûk için de geçerli olduğu, mezkur kâide ışığında beyan edilmektedir . Bunun anlamı, imam namaz kıldırırken abdesti bozulursa, yerine başkası geçer ve namaza kaldığı yerden devam eder. Muktedi olan cemaatin namazı burada sağlıklıdır ve baştan sona kadar da imam tektir. Abdesti bozulan imamın yerine bir başkasının geçmesiyle, mescidi terketmiş olsun veya olmasın abdesti bozulan imamın imamlığı da düşmüş olur. İmamın namazdayken yerine birini geçirmeden mescit dışına çıkması durumunda cemaatin imamsız kalması sebebiyle cemaatin namazının bozulacağı tek görüş olarak nakledilirken, aynı durumda imamın namazının bozulup bozulmayacağında iki ayrı görüşten bahsedilmektedir . Semerkandî, naklettiği iki görüşten, meşhûr olanı; bozulmaz görüşünü tercih ettikten sonra buna dayanak olarak da bu küllî kuralı zikretmektedir . Müellif bu kâideyi, İmam Muhammed’in, imam namazı terk etse, mescitten de çıksa ama safların oluşturulduğu yeri henüz terk etmemiş olsa, cemaatin namazı bozulmaz görüşünün delili olarak bildirmektedir . Her ne kadar Semerkandî bu görüşü tercih etmese de bu kâideyle, imam mescidi terk etse dahi cemaatin saf tuttuğu mekanı aşmaması durumunda cemaatin namazının bozulmayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. Müellif ise bu kuralın mescit dışında, açık arazide geçerli olduğunu, ancak mescitin olmadığı yerde saf tutulan mekanın mescit hükmünü aldığını, mescidin söz konusu olduğu yerlerde ise bu kuralın tatbik edilemeyeceğini beyan etmektedir . İmam, abdesti bozulduğunda yerine biri kaim olursa cemaatin namazı sahih olur. Ancak istihlaf, imam sütreyi aştıktan sonra olursa, o zaman cemaatin namazı fasit olur. Muhammed Mücteba Emre, “Hanefi Fıkıh Bilgini Semerkandî’nin Tuhfetü’l-Fukahâ Adlı Eserinde Küllî Kaideler” adlı Yüksek Lisans Tezinden alınmıştır.