Tehlikeli bir süreçten geçiyoruz. Resmî politikaların, siyasal ve kültürel sorunlara askerî nitelikli çözümler bulmaya odaklandığı bu süreçte İslâm ile Batı arasındaki kutuplaşmanın artacağını söyleyebiliriz. Öyleyse böylesine önemli bir dönemde gerçekleşen bir konferansta sunulan bu tebliğde şiddetsizliğin rolüne odaklanmanın anlamı nedir
Bu soruya kısaca verilecek cevap; Fethullah Gülen çatışmaların şiddetten uzak bir yaklaşımla çözülmesi çağrılarına yaptığı İslâmî katkı açısından sıra dışılık arz etmektedir. Peki, Gülen’in şiddetsizliğe dair öğretileri, pratikte barışçıl bir dönüşümü nasıl gerçekleştirecektir? Onun öğretileri dogmalarla sınırlanmış statik ve pasif bir yaklaşım mıdır? Yoksa gerçekten, icraat içindeki İslâm’ı tanımlamanın yeni bir yöntemine götürecek yenilikçi, aktif ve bilinçli bir dönüşüm ruhuna mı tanık oluyoruz?
Bu sunum, Johan Galtung ve Paul Smoker gibi Batılı yazarların görüşleriyle kıyaslayarak bu sorulara cevap aramaktadır. Her iki yazar da pozitif ve negatif barışı bölümlere ayırır ve yapısal şiddetin (structural violence) doğrudan şiddet (direct violence) kadar önemli olduğunu, yeni bir barış kültürü inşa etmek için her iki şiddet türünün de yok edilmesi gerektiğini kabul eder. Peki, bu öğretiler Gandi’nin öğretilerini, adaletsizliğe meydan okuma ve barışçı bir dönüşüm inşa etmeye yönelik şiddetsiz taktikler ve stratejiler şeklinde formüle etmek üzere Gene Sharp’ın kullandığı tarzda değişim ve sosyal adalete şiddetten uzak bir inanışı pratiğe aktaran tekniklere dönüştürme yeteneğine sahip midir? Fethullah Gülen sadece ahirette kurtuluşa erdirecek en uygun öğretiler mi dile getirmekte, yoksa Sharp’ın Romanya ve Ukrayna’da şiddetten uzak barışçıl devrimler gerçekleştirmeye yönelik çalışmaları gibi aynı derecede kullanılabilecek kadar entegre midirler?
Gülen’in yaklaşımı, İslâmî çerçeve içinde karşılıklı saygıya dayalı olumlu bir değişim inşa etme girişimine Kur’ân’dan süzdüğü prensipleri uygulamaktan geçer. Bu yaklaşımın, benzer sonuçlar doğuran Batılı yaklaşımlardan ne farkı vardır? Bu konferansın katılımcılarının barış yoluyla barış vizyonunu ve iktidara karşı hakikati söylemede benzer deneyimleri paylaşan geçmişin seslerini duymaları çok önemlidir. Buradaki kilit soru; bu farklı yaklaşımların hangi ölçüde birleştiği veya ayrıldığı ve öğretilerinin hangi ölçüde ortak olduğudur. Bu hedef, özellikle günümüzdeki kalkışmaları bastırma modellerinin masumlara karşı örgütlü şiddet içermesi nedeniyle, sonrasında daha şiddetli baskıları haklı çıkarmak için kullanılacak tepkileri kolaylıkla kışkırttığı terör çağında özellikle önem taşımaktadır. Buradaki can alıcı husus; Fethullah Gülen’in şiddetsizlik öğretilerinin, barışçı sosyal değişime yönelik yeni bir şiddetten uzak uygulamaya ilham kaynağı olup olamayacağı sorusudur.
Barış Yoluyla Barış mı?
Barış yoluyla barış kavramı Tolstoy’dan Martin Luther’e kadar uzanan zengin bir Batılı geleneğe sahiptir. Doğu’da ise şiddetsizlik geleneği çok daha eskilere dayanır. M.Ö. 3. Yüzyılda Hindistan’a hükmeden İmparator Asoka, manevi ve pragmatik bir bakış açısıyla şiddetsizliği benimsemesine yol açan Budizm’i kabul etmeden önce yüz binin üzerinde insanı katletti.
Ortadoğu’nun manevi liderlerinin şiddetsizlik öğretileri, Batı için her zaman büyük önem taşımıştır. Ancak uhrevî boyutlu teori ile dünyevî pratik arasındaki “bağlantı”nın çok yetersiz olduğu bilinen bir gerçektir. 2000 yıllık geçmişi olan Hristiyanlık şiddeti azaltamamıştır. Aksine Hristiyanlar bu uzun süreçte hem kendileri gibi Hristiyanları hem de diğer din mensuplarını yoğun bir şekilde katletmişlerdir. Yine de, uzmanlarından birinin de belirttiği üzere, dini gelenek, zaman ve mekânın farklı boyutları açısından Hristiyan ümmetinin çeşitlilik ve karmaşıklığı kolay kolay göz ardı edilemez.
Dinlerinden ilham alan pek çok Hristiyan topluluğun, bu manevî etik ve şiddetsizlik inancını, pratik bir dönüştürücü eylemler setine aktarmayı başardığını biliyoruz. Örneğin; Pax Christi ve Quaker’lar yerel, ulusal ve uluslar arası düzeylerde geçekleştirdikleri hizmetlerle barışı telkin etmektedirler. Yine İngiltere’de, hemen hemen tüm önemli sosyal değişim ve barış gruplarının, Joseph Rowntree Vakfı gibi Quaker gruplarının parasal kaynaklarından yararlandıklarını, bu destek olmaksızın iyi yöndeki değişimlerin pek mümkün olamayacağını söylemek abartı olmaz. Ancak devlet düzeyinde, kurucularının şiddetten uzak mesajlarına rağmen, pratiğe dökülen mesajlar oldukça karmaşıktır.
Gerçekten de yakın tarihimizde asker kökenli rahiplerin nükleer füzeleri kutsadığına ve Hitler gibi ateşli bir Hristiyan tarafından Yahudilere karşı uygulanan soykırımın Hristiyanlık gerekçeleriyle haklı çıkarılmaya çalışıldığına tanık olduk. II. Dünya Savaşı esnasında Katolik Kilisesi’nin başı Papa XII. Pius, Almanların Yahudi halkına yaptığı muameleye karşı sesini yükseltmeyi reddederken, Vatikan o zamandan beri kendi ahlâkı üzerinde derin izler bırakan bu sessizlik için sürekli özür diliyor. Bu tartışmalardaki en önemli husus; barış ve şiddetsizlik öğretisinin manevî bütünlüğü ve bu inançların pratiğe döküldüğü süreçlerdir.
Bu gibi süreçlerde bütünlüğün eksik olması, acizlik veya ikiyüzlülüğün göstergesidir. Ancak bu makaleyi gözden geçirenlerden birisinin işaret ettiği gibi bu durum ayrıca kafa karışıklığı olarak da yorumlanabilir. Nazilerin “Biz Hristiyanız” demeleri Hristiyan oldukları mânâsına gelmez; Nazizm’in güçlü bir Hristiyanlık karşıtı hareket olduğuna dair pek çok delil vardır. Yine de bu makaleyi gözden geçiren kimse, sözde “Alman Hristiyan Hareketi”nin dini, Hristiyanlığın özüne aykırı olmasına rağmen halka yönelik Nasyonel Sosyalist yaklaşımların hizmetinde kullanmaya çalıştığı görüşüne katılmaktadır.
İşte benim de vurgulamak istediğim husus budur: İnandırıcılık öğreti ve pratiğin birleşme ölçütüdür. Gülen Hareketi’ni dışarıdan bakanlara bu kadar çekici kılan yön de budur. Zira dışarıdan bakanlar için bile bu Hareket, motivasyonunu manevi değerlerle davranışların uyumundan almaktadır.
Bu açıdan Fethullah Gülen’in katkısı, şiddet kullanmaksızın sosyal değişime sahne olan Batılı pratikler penceresinden bakıldığında daha rahat anlaşılabilir. Bu yöntem yavaş bir tanınma sürecine sahiptir. Çünkü geniş ölçekli barış araştırma ağlarının İslâm bilginlerinin şiddetsizlik hakkındaki düşüncelerini, bu şiddetsizlik biçiminin aktif ve dönüştürücü özellikler taşıdığını tanımaya ve benimsemeye başlamalarının tarihçesi çok yenidir. Elbette İslâm dünyası içinde, Arapların ileri gelenleri aile ve toplum içi anlaşmazlıkları çözmek için bu tür prensipleri yüzyıllardır kullanmaktadır ve bu prensiplerin, araştırmak isteyen bilginler için uzun bir uygulama geçmişi vardır.
Tarihsel olarak, Doğu bize en ilham verici bilgelerimizden bazılarını kazandırdı; onların inançlarını hem barış kültürü hem de şiddetsiz eylem yoluyla barış felsefesine dönüştürdü. Günümüzde aktif şekilde barış hareketleri içinde yer alan herkes, Mahatma Gandi’ye şükran duymaktadır. Onun mücadelesi bir dönüşüm, dünyanın gördüğü en geniş imparatorluğun şiddetli adaletsizlikleriyle başa çıkma süreci olarak görülmektedir. Gandi uzun vadede zararlı olduğu için şiddeti taktik olarak kullanmayı reddediyordu. “Şiddete karşı çıkıyorum; çünkü iyiliğe hizmet ediyor gibi göründüğünde, bu yararı yalnızca geçicidir; yaptığı kötülükler ise kalıcıdır.” diyordu. Gandi’ye göre; “şiddet yoluyla kazanılan zafer, anlık olduğu için, yenilgiye eştir.”
Gandi’nin gayet pratik olan manevî öğretisi ve fikirleriyle, Fethullah Gülen’in öğreti ve fikirleri birbirine benzemektedir. Örneğin, Gandi içsel/manevî sorumluluk âlemi ile yakından ilgilidir. Bu ilgi sıkça alıntılanan şu sözünde billurlaşır: “İnsan olarak, bizim büyüklüğümüz dünyayı yeniden şekillendirebilmemizde değil… kendimizi yeniden şekillendirebilmemizde yatar.” Hâlbuki Batılı barış eylemcilerine göre Gandi’nin katkısı, gücünü değişik yerlerde taklit edilebilen teknik boyutlar içermesinden almaktadır. Öncü barış araştırmacısı Theodore Lente bu çerçeveyi “Barış Bilimi ve Teknolojisi” olarak adlandırmaktadır.
Hem Gandi hem de Gülen, sıdkın önemini vurgular; sıdk barışçıl bir değişim gerçekleştirmeyi hedefleyen hareketlerin pratikte başarılı olup olmayacağını gösteren önemli bir testtir. “Hakikati test etme” yalnızca ilk dönem filozoflarını değil, aynı zamanda ilk dönem bilim adamlarını da meşgul etmiştir. 17. yüzyıl İngiliz doğa filozofu Francis Bacon; “Hakikat, dile getirilemeyecek kadar zordur; bazen makul hale getirilebilmesi için masallaştırmaya ihtiyaç duyulur.” der. Sonra da bilimsel uygulamaların kurucu kavramı yanlışlanabilirliği kavramsallaştırmaya devam eder: “Hakikat kafa karışıklığından çok, hatalardan doğar.” Diğer bir ifadeyle hakikat tüm kavramları sorgulamaya ve sınamaya açık olmalıdır.
Kopernik ve Galileo’yu Roma Kilisesi ile çatışma içine sokan da bu yaklaşımdır. Zira bu bilim adamlarının astronomik gözlemleri ve sonuçta ulaştıkları hipotezler, Kutsal Kitap doktrini ile çelişiyordu. Bunun sonucu klasik paradigma meydan okuması ve yer değiştirmesi hikâyesi oldu. Bacon’un kendisi de iktidara karşı hakikati söylemenin tehlikesinin farkındaydı: “Hakikat iyi bir köpektir; ama hatanın eteklerine aşırı derecede yakın yerde havlamamasına dikkat edin; aksi halde beyniniz akıtılır.” Ama Francis Bacon’un vardığı kalıcı sonuç şu oldu: “Hakikat, çağın kızıdır; otoritenin değil.” Peki, bu sözlerin özellikle Türkiye’ye ilişkin olarak “şiddetsizlik” modern kavramlarının mukayeseli bir şekilde tartışılmasıyla ilişkisi var mıdır?
Gülen’in şiddetsizliğe yaklaşımı, kökleri Anadolu İslâmına uzanan bilinç sistemlerine dayanır. Dışarıdan bakan biri, bu yaklaşımın değişmez ilâhî irade olarak görülen Kur’ân’ın ebedî hikmetlerinden kaynaklandığını görür. Ancak yakından incelendiğinde, Gülen için İslâm’dan ilhamını alma, ‘tamamlanıp şekillenmiş’ bir eğitim olmaktan çok, sürekli gelişme halinde olan bir ilham alma faaliyetidir. Gülen, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın onursal başkanlığı rolünü üstlenmesinin de gösterdiği gibi, dinler arası diyaloga ve sürekli kültürel alışverişe değer vermektedir.
Buna karşın; Gene Sharp’ın sivil itaatsizlik taktikleri ve teorileri ya da Brian Martin’in geri tepme teknikleri konusundaki çalışmaları gibi şiddetsizlik teorisine alternatif yaklaşımlar, özünde deneme yanılma yöntemine dayanır. Bu yaklaşımlar, uygulayarak öğrenmeyi içerir. Sharp, özünde şiddete dayanmayan doğrudan manevî eylem sürecinden çok siyasal sürecin bir parçası olarak kullanılabilecek teknikler niteliğinde olan 198 metot saymaktadır. Bunlar;
- Protesto ve iknayı,
- Sosyal, ekonomik ve siyasal işbirliğinden kaçınmayı,
- Şiddetten uzak müdahaleyi içerir.
Brian Martin’in çalışması da direnişi kırmada devlet gücünün dinamiklerinin ve belli şiddetsizlik taktiklerinin Gene Sharp’ın tekniklerini, otoritenin baskıcı politikalarının “geri tepmesi”ni sağlayarak zayıfı güçlü yapma yetisine sahip bir siyasal jiujitsu biçimi olarak nasıl kullanacağını araştırmayı içermektedir. Bunun anlamı, Martin’le kıyaslandığında, Gülen’in şiddetsizliğe ilişkin öğretilerinin kemikleşmiş olduğu mudur? Hayır, aksine Gülen bilimsel ilerlemeye açıktır ve bilim adamlarının sosyal sorumluluk bilincinde olmaları kaydıyla, bilim ve dinin birbirini tamamladığı kanaatindedir.
Bunun anlamı, farklı şiddetsizlik süreçlerinin uygulamada birbirini beslemesinin sınırları olabileceğidir. Böyle bir sonuca varmak kadercilik midir? Cevap yine olumsuzdur. Zira Gülen’in öğretilerinin özünü eğitimin önemine yaptığı vurgu oluşturur. Onun teknolojik yenilikler konusundaki görüşleri eğiticidir. Çünkü Gülen, yeni teknolojik gelişmeleri kabullenen toplumun önemini vurgular.
Bu yüzden pratikte ve dinî ilkelerde şiddetsizliğin farklı paradigmalarının birbiriyle ilişkisi hakkında herhangi bir sonuca varılmak istendiğinde mütevazı olmak gerekir. Bu alandaki yazarların büyük çoğunluğu, şu ya da bu yol ya da her iki yol hakkında kısmen cahil olduklarını itiraf etmek zorundadır. Bu makalenin yazarı da bu kuralın istisnası değildir. Fethullah Gülen’in eserleri hakkında kabaca bir bilgiye sahip olduğum gibi Gandi veya Sharp gibi önde gelen şiddetsizlik teorisyenlerini de yeterince tanıdığımı söyleyemem.
Yine de mukayese yapmanın faydasına inanıyorum. Batılı sesler İslâm’ı, tehlikeli bir biçimde, şiddet yanlısı, adalete ortaçağ bakışını yansıtan ve dünya politikalarına teröristçe yaklaşımı besleyen gerici bir sistem olarak klişeleştirdi. Gülen, bu klişelerin bilincindedir.
Bu bağlamda; Türkiye’deki ve dünyadaki manevî gelişime yönelik olarak, temel İslâmî değerlerin şiddetten uzak şekilde anlaşılmasına dayalı güçlü bir yaklaşım sunmaktadır. Bu yaklaşımı görmeliyiz. Ancak Batılı şiddet karşıtı barış eylemcileri ve teorisyenlerinden de öğrenilebilecek doğru dersler vardır ve bu görüşlerin hakikati de paylaşılmalıdır.
Bu mütevazı düşünce içinde; aşağıda şiddetsizlik ve barış kültürlerinin kısa analizi, Fethullah Gülen’in bazı öğretileri ile mukayese edilecektir. Konferanstaki tartışmaların bizim, şiddetsizliğe dayalı yaklaşımların terör çağında bir fark oluşturmada karşılaştıkları benzerlikler, farklılıklar ve sınırları daha iyi anlamamıza katkıda bulunmasını ümit ediyorum.
Birçok açıdan Gülen Hareketi barış ve karşılıklı anlayışa dayalı uygulamalı bir küresel ekip çalışmasıdır. Fakat paradoksal bir biçimde, Türkiye’de en yaygın şekilde tanınan ve en yanlış anlaşılan harekettir. Gülen’e izafe edilen okullarda gençlere yönelik örnek bir ahlâkî ve pratik eğitim sunulmaktadır. Buna karşın ordunun içinde, Türkiye’nin lâik kimliğine yönelik tehdit olarak algılamalarından dolayı, her türlü İslâmî harekete karşı güvensizlik duyan gruplar vardır. Hâlbuki Fethullah Gülen’in kendisi hareketin ülke içinde veya dışında ekonomik, siyasi ya da kültürel bir güç elde etme amacının olmadığını sık sık dile getirmektedir.
Zaman gazetesinde yayınlanan bir mülakatında, fedakârlık yoluyla insanlığa hizmet etme manevî ilkesini tekrarlar:
Geçmişte olduğu gibi şimdi de bütün siyasi partilere eşit mesafedeyiz. Yalnızca Türkiye değil, bütün dünya sultanlığı hediye olarak verilse, onu hakir görerek reddetmeye kararlıyım.
Bunu yüzeysel bir değer olarak görebilsek de algılamalar çoğu zaman gerçeklerle aynı derecede ve hatta bazen daha da önemlidir. İşte şiddetsizlik konusundaki farklı kültürel algılarımız arasındaki kayıp halka da muhtemelen budur. Geleceğin siyasal sorunlarından el çekip barışı sağlamayı hedefleyen manevî harekete yönelmek gerekli olsa bile tek başına yeterli değildir.
Gülen’de ifadesini bulan bu felsefe, terörizmin kabul edilemezliğini açıklamada bir an bile duraksamaz. Ona göre terörizm, İslâm’ın özüne aykırıdır. Gülen’in ilme dayalı Kur’ân anlayışına göre hiçbir Müslüman terörist, hiçbir terörist de Müslüman olamaz. Batılı müfessirler İslâm toplumu konusunda, ne zaman, nerede ve nasıl olursa olsun her türlü intihar saldırısının İslâm’da kesin olarak yasaklandığı ve bu gibi suçları işlemenin mantıklı sonucunun ebedî cehennem olduğu sonucunu çıkarabilme açısından Gülen kadar uzman değildir. Tefsire ilişkin bu gibi tartışmalar İslâm toplumu içinde de yapılabilmeli, insanlık aleyhine işledikleri suçlara dinî gerekçeler arayanlara, tüm güçleriyle karşı koyan ilmen yetkin güçlü sesler ortaya çıkmalıdır. “Islâm terörün hiçbir çeşidini onaylamaz.”
Bu konuda hiçbir belirsizlik yoktur. Ama yine de ihtiyatlı davranmak gerekir. Mutlak anlamda gerekli olmasına rağmen, dinî konularda açıkça görüş belirleme isteğinin olması önemlidir; ancak yeterli değildir. Çalkantılı dönemlerde yeni toplumlar inşa edenlerin, onları önemsizleştirmek veya yok etmek isteyenlerin karşısında bile istikametlerini korumak için, şiddetsizlik eyleminin dinamiklerini daha iyi anlaması gerekir. Ümidim, bu konferansa katılanların, şiddetsizliğin gelişimine farklı ama birbirini tamamlayıcı yaklaşımlar arasındaki bu köprünün, geçmeye değer bir köprü olduğu kanaatine varabilmesidir.
Dr. Steve Wright
Nil Yayınları (Konferanslar Serisi – 3) “Şiddetsiz Aksiyon” adlı kitaptan alınmıştır.
tweet