Bir zaman –Allah rahmet etsin– mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lazım geldi. Araba yok. Sultan Eyyübe gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum belki batacağız” Ona dedim: “Bu haliçte tahminen kaç kayık var?” Dedi “Belki bin var.” Dedim: “Senede kaç kayık gark olur?” Dedi: “Bir iki tane,bazı senede hiç batmaz” Sene kaç gündür?” Dedi “Üçyüz altmış gündür.” Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan insan değil, hayvan da olamaz!…
Hem ona dedim “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi: “Ben ihtiyarım; belki on sene daha yaşamam ihtimalim vardır.” Dedim: “Ecel gizli olduğundan, her bir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbinaltıyüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil; belki üç binden bir ihtimalle bugün ölümün muhtemeldir,titre ve ağla, vasiyet et” dedim. Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim.
Kayık içinde ona dedim: “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş; hayatı tahrip için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elim ve azap yapmak için vermemiştir. Havf; iki, üç, dört ihtimalden bir olsa… hatta beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkarane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek; evhamdır, hayatı azaba çevirir!…”
İşte ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhadın dalkavukları, sizi korkutmak ile kudsi cihad-ı manevinizden vazgeçirmek için size hucüm etseler; onlara deyiniz: “Biz hizb-ül Kur’an’ız. Kur’an’ın kalasındayız. Hasbunallahu ve nimelvekil etrafınızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimal ile, Şu kısa hayat-ı faniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan hayatı ebediyyemize yüzde yüzbinler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz!..” Ve deyiniz “Acaba hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarımız ve o hizmet-i kudsiyenin tedbirinde üstadımız ve ustabaşımız olan Said Nursi’nin yüzünden, bizim gibi hak yolunda ona dost olan ehl-i haktan kim zarar görmüş, biz de göreceğiz. Ve o görmek ihtimali ile telaş edeceğiz…” Bu kardeşlerimizin, binler uhrevi dostları ve kardeşleri var. Yirmi otuz senedir dünya hayat-ı içtimaiyyesine te’sirli bir surette karıştığı halde, onun yüzünden bir kardeşin zarar gördüğünü işitmedik. Hususen o zaman elinde siyaset topuzu vardı. Şimdi o topuz yerine nur-u hakikat var. Eskiden Otuzbir Mart hadisesinde çendan onu da karıştırdılar. Bazı dostlarını da ezdiler. Fakat sonra tebeyyün etti ki, mesele başkaları tarafından çıkmış. Onun dostları, onun yüzünden değil, onun düşmanları yüzünden bela gördüler. Hem o zaman çok dostlarını da kurtardı. Buna binaen bin değil, binler ihtimalden bir ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli!” deyip ehl-i delaletin dalkavuklarının ağzını vurup tard etmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki:
Onlara ceza verenler, kalblerinde merhamet hissetmezler. Çünkü derler bunlar kendilerine madem sadık ve müşfik üstadlarına hain çıktılar, elbette çok alçaktırlar, merhamete değil tahkire layıktırlar.
Madem hakikat budur. Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kati ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür… hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye teşçi eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adamı o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine!…
Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istila ettiği hengamda o devletin en büyük daire-i diniyyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslamiyyeden dini altı sual soruldu. Ben de o zaman Dar-ül Hikmet-il İslamiyyenin azası idim. Bana dediler: “Bir cevap ver.” Onlar altı suallerine altıyüz kelimeyle cevap istiyorlar. Ben dedim: “Altıyüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hatta bir kelime ile dahi değil; belki bir tükrük ile cevap veriyorum! Çünkü: O devlet işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lazım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!…” demiştim. Şimdi diyorum:
Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükümetin istila ettiği bir zamanda bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’anî bana kafi geldiği halde; siz de, yüzde bir ihtimal ile, ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kafidir.
Hem ey kardeşlerim! Çoğunuz askerlik etmişsiniz: Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenlerde benden işitsinler ki: “En ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir. “Firar edenler kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar!..”
Bediüzzaman Said Nursî ,Hücümat-ı Sitte (29. Mektub)
tweet