Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi rûha mâl etmek demektir. Yerinde îkân, istîkân ve teyakkun da diyeceğimiz yakîn, mârifet yolcusunun ruhânî seyahatinde yükselip yaşadığı mânevî bir makamdır. Böyle bir makam, derece, mertebe, terakkî ve inkişâfa açık varlıklar için sözkonusudur. İçinde derece ve mertebelerin bulunmadığı, kendisi için inkişâf ve terakkînin de bahis mevzuu olmadığı ilm-i ilâhî için yakîn kat’iyen söz konusu değildir. Bir kere ilâhî isimler tevkîfîdir.. ve gaybın lisân-ı fasîhi Hz. Şâri’ (s.a.s) tarafından -tabiî kendisine verilen vâridat ölçüsünde- nelerden ibaret olduğu bildirilmiştir ama, bunlar arasında, yakîne kaynaklık yapabilecek “mûkin” diye bir isme rastlanmamaktadır. Sâniyen yakîn, şek, şüphe, tereddüt şânından olan nesneler hakkında kullanılır; Zât-ı Ulûhiyet ise bunlardan münezzeh ve müberrâdır.
Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u a’zamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve bürhanları aşarak, “latîfe-i rabbâniye” yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de tarif etmişlerdir. Ona, bütün bilgi kaynaklarını, bütün müşâhede ve murâkabe yollarını kullanarak varılan noktalar ötesi nokta -ki, o nokta bir yönüyle intihâ, diğer yönüyle de ibtidâ sayılır- demek, zannederim daha uygun olur. O noktaya ulaşan hakikat eri, sık sık sonsuza yelken açar.. kalben miraca, rûhen مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى “Ne göz kaydı ne de haddi aştı.”[1] ufkuna ulaşır.. pâr pâr yanan ilâhî tecelliler kehkeşânları arasında seyahat eder ve “âyetü’l-kübrâ”yı heceleyecek lisân, görüp duyacak sem’ u basarla taltif edilir. Yani sonsuzluk yolcusunun kâinat kitâbını sistemli mütâlaası, eşyâyı tekrar-ber-tekrar hallaç etmesi neticesinde, büyük-küçük her varlık üzerinde, Allah’a mahsus taklit kabul etmez sikke ve tuğraların ifâde ettikleri mânâlara.. âfâkta ve enfüste müşâhedesine takdim edilen ibret levhalarını seyr ede ede ulaşılmaz perde arkası sırların inkişâfına.. hayatını ilhamların tılsımlı ve aydınlık ikliminde sürdüre sürdüre insânî güçle aşılamayan ve ihâta edilemeyen “kenz-i mahfî”nin tenezzül dalga boyuyla kalbde tecellisine.. ve bu kaynaklardan süzülüp gelen ışık dalgaları mahiyetindeki vâridâtı göz, kulak ve diğer lâtîfelere hem de hiç kırmadan, değiştirmeden aksettiren vicdan menşûrunun iş’âr ve işâretlerine âşina olması, duyup hissetmesi, zevkedip tatmasıdır ki, ancak, çok hususî mânâda Allah’a yakın olanların lütuflandırılacakları bir mazhariyettir.
Yakînin en azı bile, kalbi nurlarla dolduracak, tereddüt sis ve dumanlarını silip süpürecek ve insanın iç dünyasında, sevinç, itminân ve revh u reyhân esintileri meydana getirecek kadar güçlüdür. Hz. Zünnûn’un da dediği gibi; yakîn, kalbi ebediyet arzusu ve sonsuzluk emeliyle coşturur. Bu yüksek duygu ise, insanda zühd düşüncesini uyarır ve geliştirir.. zühd yamaçları, hikmete açık düşünce kuşaklarıdır.. zühdle kanatlanıp hikmete ulaşan ruh, benliğine âkıbet mülâhazasını perçinler ve hâkim kılar.. ukbâ mülâhazasıyla oturup kalkanlar ise, halk içinde olsalar dahi hep Hak’la beraberdirler.
Yakînin başlangıcı, perde aralanması berzâhı, iki adım ötesi mükâşefe -kalbin ilâhî tecellilerle doygunluğa ulaşıp, şüphe, tereddüt ve bütün kuşkulara kapanması ki; bu noktaya ulaşanlardan bazıları: “Perde açılsa yakînim ziyâdeleşmez.”[2] demişlerdir- eşyânın hakikatinin renkler ve keyfiyetler üstü tüllendiği bu iklimden iki soluk sonrası da müşâhede -gözle görülmemişler, kulakla işitilmemişler ve insan tasavvurlarını aşan- mevhibeler âleminde seyahat ufkudur.
Yakîn, mebde itibarıyla kesbî, müntehâ ve netice itibarıyla da bedîhî, lutfî -kesbî sözüyle, Ehl-i Sünnet imamlarının, eğilim ve eğilimdeki tasarruf dedikleri cüz’î irâde ve onun taallukunu kastediyorum- ve mutlaka mârifet vizelidir. Mârifet; bakış zâviyesi, isabetli nazar, dupduru niyet ve sâlikin delillerle buluşup tanışmasına, Allah ihsânının iktirân etmesiyle meydana gelir, billûrlaşır, benliğin bütün derinliklerini aydınlatır.. derken dört bir yandan insan rûhuna ışıklar yağmaya başlar.. varlığın her ufkunda peşipeşine şafaklar sökün eder.. maşrıkların yanında mağribler de ağarır ve istidâdına göre her fert, kendini ışıklarla muhât bir nokta gibi görür rûhunun derinliklerinde.. kesret dağdağasının silinip gittiğini müşâhede eder ve her şeyin bir vahdet zemzemesi içinde zevke inkılap ettiğini duyar ve yaşar…
Evet, yakîn, başlangıcı itibarıyla, biraz tozlu-dumanlı, dolayısıyla da huzursuzluk esintilerine açık geçer; neticesi itibarıyla ise, tasavvurlar üstü bir huzurla iç içedir. Mebde ve müntehâdaki bu farklılığı göremeyenler, yakînde hatarât, huzurda tavattun ve emniyet varolduğu iltibâsına düşmüşlerdir. Oysaki mesele, tamamen bir mebde ve müntehâ meselesi.. hatarât ise [3]إِلاَّ أَنْ يَتَغَمَّدَنِيَ اللهُ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ fehvâsınca herkes için bahis mevzuu.. tavattun ve emniyete gelince onlar, Allah’ın yakîn seralarında yetiştirdiği inâyet turfandalarıdır.
Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işâret buyurulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütâlaa edilmiştir:
1. İlme’l-yakîn ki; apaçık delil ve bürhanların aydınlık dünyasında, o delil ve bürhanlar vesâyetinde hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz’âna ulaşma hâli,
2. Ayne’l-yakîn ki; keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin, rûha kazandırdığı engin ve tarifler üstü mârifete ulaşabilme pâyesi,
3. Hakka’l-yakîn ki; perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihrâz mazhariyeti diye yorumlanmıştır. Bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hak’la kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir.
Bu üç hususu, avamca şöyle bir misâl ile anlatmak da mümkündür: Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi “ilme’l-yakîn”, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi ve sekerât öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şâhit olması “ayne’l-yakîn”, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da “hakka’l-yakîn”dir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer sâlim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhade üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfâna da hakka’l-yakîn denir.
Yakînin, hususiyle de hakka’l-yakînin, hakâik-i mücerre-deye tatbikine gelince, yukarıdaki mülâhazalarda da işaret edildiği gibi, o, tamamen hâlî, zevkî bir meseledir.. ve bundan öte fazla bir şey söylemek de bizim boyumuzu aşar.
اَللَّهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى صَاحِبِ الْيَقِينِ الأَتَمِّ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اْلاَكْرَم وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
[1] Necm sûresi, 53/17
[2] Hz. Ali’nin (r.a.) sözü olarak meşhur olan bu ifadeler için bkz. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 10/203; Aliyyü’l-Karî, el-Esrâru’l-merfûa s.193
[3] “Allah’ın rahmetiyle kuşatması durumu hariç (Beni de amelim kurtarmaz)” (Buhârî, rikak 18, merdâ 19; Müslim, münâfıkîn 71-78; İbn Mâce, zühd 20)
Fethullah Gülen Sızıntı, Aralık 1991, Cilt 13, Sayı 155