Saatlerce, günlerce süren seminerler, müdür beyin nutukları, yeni eğitim yılına hazırlık toplantıları, ders planları… Birazdan bitecek sözü, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor çocuklara. Ara sıra anneler, dışarı çıkıp şöyle bir bakıyorlar çocuklarına. Toza toprağa bulanmayın! diye talimatlar yağdırdıktan sonra içeri giriyorlar. Çocuklar okulda geçiriyor bütün günlerini. Top oynuyorlar, salıncakta sallanıyorlar. Acıkınca kantinden bir şeyler atıştırıyorlar Uzun uzun seyrediyorum onları. Okulun avlusunda oturduğum banktan kalkıp çocuklara doğru gidiyorum. Saçlarını yeni kestiren gürbüz delikanlıya soruyorum: Nerelisin sen bakalım? Yabancı biriyle konuşmaktan çekinmeyerek cevap veriyor: Taşkentliyim. Yanındaki küçük kardeşine soruyorum bu kez. Dört-beş yaşlarındaki kız çocuğu, Aktöbeliyim diyor.
– Asıl memleketiniz neresi? Bir süre susuyorlar. Yani dedenizin evi nerede?
– Sivas’ta, diyor büyüğü. Vatanı, baba ocağını, dedelerinin evlerinden biliyorlar. Orta Asya, Afrika, Uzakdoğu, Balkanlar gibi farklı coğrafyalardaki Türk öğretmenlerinin her birisinin ayrı bir hikâyesi var Birkaç yıl bir okulda çalışıp sonra başka bir yere gidince, hele hele ülke değiştirince, çocukları da çok vatanlı, çok kültürlü, çok dilli oluveriyor. Ne kadar rahat söyleyebiliyorlar, Aşkabatlı, Duşanbeli, Pavlodarlu, Tursunzadeli olduklarını, Onların da hayatları, anne ve babalarınınki gibi bütün gün okulda geçiyor.
Uzun ve sabırlı bekleyişlerinin ardından anneleri ve babaları nihayet dışarı çıkıyor. Bu kez oyundan yorgun düşmüş bedenlerini anne ve babalarının kucaklarına bırakıveriyorlar. Öğretmenler, bir bir dağılıp okulun hemen yakınlarındaki evlerinin yolunu tutuyor. Yarının daha yorgun bir gün olacağını bilerek… İçlerinde memleket özlemlerini, ümit ve tedirginliklerini gizleyerek, etraflarına gülümsüyorlar durmadan.
– İsmin ne senin bakalım?
On-on bir yaşlarındaki çocuk kendisine ilgi gösteren bir insana rastlamanın rahatlığını duyuyor:
– Taha
İki kara gözün ardındaki zeki edasıyla her an gülümsemeye hazır bir yüz.
– Nerelisin?
– Bakülü
– Türkiye’de dedenlerin evi nerede?
– Diyarbakır’da.
– Türkiye’yi özledin mi?
– Yazları gidiyoruz oraya. Biliyor musun amca, ben Türkiye’de hiç kış görmedim. Kışın yaşamadım orada.
Çocuk, gördüğü ülkeleri sayarken, Türkiye’yi de katıyor bunların arasına. Babası Özbekistan’da, Azerbaycan’da çalışmış. Şimdi de burada
Okulun avlusunda geçen hayatlar
Bir okulun avlusunda geçiyor hepsinin hayatı. Aileleri ders hazırlayıp başkasının çocuklarıyla ilgilenirken, onlar yalnız başlarına sabrı, fedakârlığı, aile sıcaklığını başkalarıyla paylaşabilme erdemini yaşıyorlar. Öğretmenler, veli ziyaretine gidiyor, yurtta kalan hasta çocukları doktora götürüyor, olimpiyat grubundaki öğrencileri çalıştırıp ancak gece yarıları evlerine dönüyorlar. Bazen de bir daha hiç dönmüyorlar… Çocuklar bu hayata çoktan alışmış!..
Çoğu, anne ve babalarını uzun aralıklarla görebiliyor. Şehir dışı gezileri, ülke dışına seyahatler, babaların günlük programları arasında sıradanlaşıyor, bu zor hayat. Çocuklar, onların güzel işler yaptıklarına o kadar inanmış ki, kimse şikâyet etmiyor. Herkes bir öğretmenin yoğun ve stresli hayatına ortak olmuş, yaşananları tabii bir hayat tarzı olarak görüyor. Sizinle bir konuyu paylaşabilir miyim? Genç bir öğretmenin sorduğu soruyla şaşırıyorum önce. Okulun avlusundaki en kuytu köşeye çekiliyoruz. Bana yazdığı bir hasret mektubunu okuyor. Bir hafta önce ayrıldığı henüz on günlük bebeği için kaleme aldığı mektubu. Biliyor musun oğlum, sana henüz doymadan vazife aşkıyla uçağa atlayıp binlerce kilometrelik bu ülkeye döndüm. Çünkü birkaç gün sonra okullar açılacak ve dersler başlayacak. Buradaki çocuklara faydalı olmam lazım. Sen ileride büyüdüğünde, bu duyguyu daha iyi anlayacaksın Hayatının baharında ilk kez baba olmanın sevinciyle dopdolu bu genç öğretmeni çok iyi anlıyorum. Çocuğunun kokusuna doyamadığını, onu daha şimdiden çok özlediğini anlatıyor bana. İçini açabildiği bir insan bulduğu için çok mutlu oluyor.
Gece yarısı, saat on bir. Yarın okullar açılacak. Duşanbe’nin karanlık sokaklarındaki sessizliği kazma-kürek sesleri bozuyor. Okulun bahçesindeki loş ışık altında parke döşeyen, harç taşıyan, etrafı temizleyip süpüren onlarca insan, yarı uykulu birer hayalet gibi dolaşıyorlar. Yarın okul açıldığında onları asla tanıyamayacaksınız. Gıcır gıcır ayakkabıları, ütülü pantolonları, takım elbiseleriyle karşınıza birer öğretmen olarak çıkacaklardır… Usulca birine yaklaşıp içimde büyüyen şiiri mırıldanıyorum: Sabahın bir şara vardım / Ol şarı yapılır gördüm / Ben dahi yapılır oldum / Taş u toprak arasında (Hacı Bayram Veli). Asaletini ve duruşunu asla bozmadan hafifçe gülümsüyor bana. Yaptığı işin gündelik bir iş olduğundan o kadar emin ki!.. Birazdan gün doğacak ve etraf aydınlanacak. Anne ve babalar çocuklarının yeni elbiselerini giydirip okula getirecekler. Öğretmen çocukları bu zevki tadamayacak ne yazık ki! Onlar hep başkalarının saçlarını okşayan ve kendi çocuklarından çok başkalarının çocukları için koşturan babalarını, bir yabancı gibi seyredecekler. Ne yazık ki dünyanın dört bir köşesindeki çocuklara yaşanabilir bir hayat sunmak için çırpınan öğretmenler, bu yıl ders zilini Adem Tatlı hocaları olmadan dinleyecekler. Uzak diyarlardaki bir mezarın üzerinde şimal rüzgarları bir bayrak gibi dalgalanacak. Altı yaşlarındaki bir çocuk usulca pencereden dışarıdaki karın yağışını seyredecek. Uzaklarda, çok uzaklarda okul zilleri çalacak. Hep birden sınıflara doluşacak çocuklar. Öğretmen anne ve babalar, yine başkalarının çocuklarıyla ilgilenecek. Öğretmen çocukları büyük bir olgunlukla hayatı kucaklayacak ve taş-toprak arasında büyüyüp onlar da birer öğretmen olacaklar.
Okulun badanasını yeni bitiren fizik öğretmeni yorgun bir halde eve dönecek ve farklı bir karakteri oynamaya çalışan tiyatro sanatçısı gibi, yarınki öğretmen rolüne hazırlanacak.
Birazdan gün doğacak ve uzaklardaki okulların zilleri hep birden çalacak!..
Dr. Selim Hancıoğlu, 9 Eylül 2006, Zaman Gazetesi’nden alınmıştır.