Bir akşamüstü, vicdanımızın tolerans vadisinde rehavet seanslarındayken yakaladılar bizi.
Tozpembe tüller germiştik pencerelerimize…
Düne ve bugüne dair çöpleri istif etmiştik küflü bodrum katlarımızda Yarının ekşi kokulu “kehanetleri” zaten kitabımızda bile yoktu.. Mesaj kâğıdı sarılı olmayan ‘çok köşeli’ taşlar camlarımızı tuzla buz etti. Kafalarımız tavana değercesine zıpladık, Korkak değildik; ama açıkçası ürktük sesteki bu ani ‘desibel’ değişiminden… Sirenleri çalmaya da gerek yoktu içimizdeki güzelliğe dair hisleri tahliye etmeye de… Ama camı kırmışlardı bir kere… Oysa çoğu zaman görürdük camın öte yanından onları… Gülümseyerek bakarlardı; ama dişlerinin çene kemiklerini nasıl emdiğini de hissederdik.
‘Geldik’ dediler, yüzlerindeki maskeyi çamurlu sokağın ortasına vurarak, ” Beklemiyordunuz değil mi?”
Gerçekten gelmişlerdi.
Uçlarını aleve batırdıkları ışından okları, bir ejderha ıslığı gibi tıslayarak yardı gökyüzünü… Mavinin hüzün tonuna, alevin kızgın alını bulayarak ilerledi öfkeden silahları.. Sadaklarında düşmanlık vardı, kin vardı, zehir vardı, Kurumuş gülden ördüğümüz kubbemize şimşek hızıyla saplandı alevden okları, Çatımızı yaktılar… Kubbemizi çatırdatmaya çalıştılar…
Önce biri belirdi yılandan gözleriyle camın hemen arkasında. Sonra diğerleri sökün ettiler. Savaş bozgunu yaşamış, apış araları ekşi ekşi kokan çapulcu askerler gibi girdiler dünyamıza… Sepetlerimize bastılar tekmeyi, ağaçlarımıza vurdular baltaları, ‘yumurtalarımızı’ yere çaldılar. Dipleri hayvan tersine bulanmış çizmeleriyle ezdiler ‘civcivlerimizi’. Kapılarımıza çentik attılar, ekmek satan fırıncımızın un çuvallarını mızrakladılar. Selam veren dostlarımızı horladılar, ineklerimizi tekmelediler.
Mavinin hüzünlü tonuyla boyadığı akşam vakti geldiler…
‘Atlarını çocuklarımızın, geleceğimizin üzerine sürdü’ ler… ‘Sureka’ yoktu aralarında, atları ayaklarına kadar değil, bellerine kadar girmişti bataklığa. Ama gözlerinde kinleri, ağızlarında küfürleri vardı. En çok da aramızda durup, dostluk türküleri söylerken dün, bugün onların yanına geçip sapanlarına ‘taş’ koyup, üzerimize sallayanlar şaşırttı bizi.
Gecenin karanlığında bağırdılar gökyüzüne doğru…
Tamtam çaldılar saat başı…
Yüreklere korku salıp, kitapları yaktırmak, anıları sildirmek, aynaları kırdırmaktı amaçları…
Kısmen başardılar da…
Künklerini toplayıp, göçlerini hazırlayıp, yola dizilen kervanları gösterdiler parmaklarıyla. “Bakın” dediler, “bakın, nasıl da korkuttuk arkadaşlarınızı… Onlar ki, en iyi günlerde türkülerinize eşlik ederlerdi.”
Sularımıza zehir katmak, ekmeğimizi küfletmek istediler… Irmağımız güçlü akıyordu çok şükür, buğdaylarımız dayanıklıydı… Başaramayınca bunları sinirlendiler, değirmencilerimize, sakalarımıza hakaretler yağdırdılar… Yapraklarımızı yoldular, tarlalarımıza sürdüler hayvanlarını. En mahrem odalarımıza kadar sokuldular… Yastıklarımızı iğdiş ettiler sivri uçlu mızraklarıyla. ‘Çeyiz sandıklarını etrafa saçtılar… Yazmalarını çiğnediler kadınlarımızın…
Çocuklarımızı almaya çalıştılar, anaların kucaklarından… Beğenmedikleri her şeyi topladılar cadde ortalarına .. Kitap, giysi, namus, haya, un, kurumuş kabak… Hepsini üst üste yığdılar… Şarap şişelerinin diplerinde kalan sıvıları boca ettiler bu yığının üstüne… Aydınlanmak için kullandığımız meşaleyle yaktılar birikimlerimizi…
Sokağa çıkamadı çoğumuz.
Perdeleri sıkı, sıkıya kapadık bilinçsiz bir tepkisellikle…
Sonra ”Neden ?” sorusunu sorduk kendi kendimize:
Neden?
Sorular çoğaldıkça onlar küçüldü, onlar küçüldükçe ışık sızdı perdelerimizden… Işık, karanlığın ölümü demekti… Karanlık olmayınca, onlar da olmayacaklardı, bunu çok iyi biliyorlardı…
Akşam batarken güneş, mavinin hüzün tonunda gelmişlerdi… Kızıl bir şafak vakti, meleğin bağırışıyla gitmeye başladılar.. Arkalarında harabeler bıraktılar. Binalar, evler, camlar, yürekler… Tehditler savura savura kayboldular ufukta… Bazıları ’pişmanlık’ belirtisi ifadeler kullandı giderken. Vicdanları varmış gibi davrandı kimileri… Ama yapmışlardı bir kere, kırmışlardı camlarımızı..
Korkuyu, şaşkınlığı, ürkekliği hemen attık üzerimizden… Yaşlı gözlerimizi silmeden tebessüm etmeye çalıştık hayata… Ve bir karınca samimiyetiyle tekrar başladık çalışmaya. Örmeye başladık buğudan ağımızı. Bir yağmur akın etti gökyüzünden. Kanı, külü, çamuru aldı götürdü… Kirlerimizi yıkadı, testilerimizi doldurdu…
Güneş tepeye doğru yükseldi şehrimizin dışından…
Mutluluk şarkıları yükseldi yine gök kubbemize doğru. İşte tam bu sırada belirdi tepede en ‘deli ‘olanımız..
Var gücüyle bağırdı:
“Gülmeyin!”
Herkes sesin geldiği yöne yöneldi…
Elindeki asasını bulutlara doğrulttu, sonra bizlere doğru ve boşluğa savurdu;
“Şarkı da söylemeyin !”
Daha bir dikkat kesildik sesine: “Hâlâ anlamıyorsunuz değil mi?” diye sordu acı ifadelerle,
“Gittiler sanıyorsunuz Oysa oradalar …”
Herkes birbirine baktı şaşkınca, sonra tekrar ona;
“Şunu bilin kesinlikle” dedi deli ve kanımızı donduran şu cümleyi haykırdı.
“Gene gelecekler!!!”
(Maskeli Balon’un önsözü)
Not: Maskeli Balon, 1999 yılında başlayan ve yaklaşık 45 gün yoğunluklu olarak uygulanan bir infaz sürecinin anatomisi üzerine ortaya çıkmıştı.Maskeli Balon’un yazarı Ferhat Barış, 28 Şubat sürecinde yaşanan gelişmeleri kaleme alırken, ülkemizde belirli peryotlarla gerçekleşen olayların aktörlerinin aslında gitmediklerini, sadece karanlığı üzerlerine bir yorgan gibi örttüklerini söylemişti. Bir kehanetten ziyade, sosyal doku tipine aşina bir gözlemdi bu! Ve 2008′ de yaşanan olaylar
tekrar gösterdi ki; yine geldiler! Şimdi 2016 ve yine geldiler..