ALLAHU EKBER’in otuz üç mertebesinden yedisini anlatacağız. O mertebelerin mühim bir kısmı Yirminci Mektup’un ikinci Makam’ında, Otuz ikinci Sözün ikinci Mevkıfının sonunda ve Üçüncü Mevkıfının başında izah edilmiştir. Bu mertebelerin hakikatini anlamak isteyenler o iki Söz’e baksınlar.
“De ki: Her türlü hamd Allah’a mahsustur ki, asla evlat edinmemiştir. Hâkimiyetinde ortağı yoktur. Acze düşüp de bir desteğe muhtaç olmamıştır. Öyleyse tekbir getirerek O’nun yüceliğini ilan et.” (İsra;17/111)
Ya Rab! Fermanın başım gözüm üstüne! Emrine âmâdeyim!
Yüceler yücesidir O! İlim ve kudretiyle her şeyden büyüktür O!
Zira her şeyi yaratan O, yarattıklarını düzenli ve ahenkli kılan O, insanı kâinata denk bir sanat eseri olarak kudretiyle şekillendiren ve insanı yazdığı kader kalemiyle kâinatı da aynen yazan O’dur.
Çünkü şu büyük âlem olan kâinat, aynen bu küçük âlem olan insan gibi, O’nun kudretinin eseri ve kaderinin mektubudur. O, şu büyük âlemi öyle eşsiz bir surette yaratmıştır ki, onu bir mescit şekline çevirmiş; bu küçük âlemi de öyle bir surette var etmiştir ki, secde eden bir kul yapmıştır. Şu büyük âlemi bir mülk şeklinde inşa etmiş, bu küçük âlemi de bütün mülke muhtaç bir kul olarak yaratmıştır.
O’nun büyük âlemdeki sanatı bir kitap şeklinde kendini göstermiş, insandaki boyası ise hitap çiçeği olarak açmıştır. O’nun kudreti büyük âlemde haşmetini gösterirken, rahmeti de küçük âlem olan insanda nimetlerini tanzim ediyor. Haşmeti, büyük âlemde O’nun Vâhid olduğuna şehadet ederken, nimetleri de küçük âlemde O’nun Ehad olduğunu ilan ediyor. O, büyük âlemin hem bütününün hem de parçalarının hareketlerine ve sükûnetlerine birlik mührü bastığı gibi, şu insanın cismine ve uzuvlarına, hücre ve zerrelerine de öylece birer birlik damgası vurmuştur.
Şimdi O’nun muntazam ve mükemmel eserlerine şöyle bir bak: Nasıl gün gibi aşikâr, sınırsız bir cömertlikle beraber eşsiz bir düzen; baş döndüren bir hızla beraber mükemmel bir uyum; fevkalâde bir kolaylıkla beraber muhteşem bir sanat; her tarafa yayılmış bollukla beraber benzersiz bir güzellik; birbirinden alabildiğine uzaklıkla beraber olağanüstü birlik; karmakarışıklıkla beraber birbirinden son derece ayrılık ve farklılık; çok pahalı olmakla beraber fevkalâde ucuzluk olduğunu göreceksin!..
İşte bu görünen hal, sürekli hakikatin peşinde koşan akıl sahibi bir kimse için bir şahit olduğu gibi, ahmak bir münafığı da bütün bunların sonsuz ilim ve sınırsız kudret sahibi Cenâb-ı Hakk’ın sanatı olduğunu ve O’nun birliğini kabul etmeye mecbur kılar.
Vahdette fevkalâde bir kolaylık, Allah’a ortak koşmada ise içinden çıkılması imkânsız bir zorluk vardır:
Eğer bütün eşya tek bir Zât’a verilirse, kâinatı yoktan var etmek bir hurma fidanını yaratmak kadar, bir hurma fidanını var etmek de bir meyve kadar kolay olur. Eşya birçok varlığa isnat edildiğinde ise meyveyi ağaç kadar, ağacı ise kâinat kadar zorlaştıran bir imkânsızlık ortaya çıkar. Zira bir tek Zât, pek çok şey için bir tek neticeyi ve vaziyeti, bir tek fiil ile külfetsiz bir şekilde ve bizzat uğraşmadan elde eder. Eğer bu netice ve vaziyet birçok varlığa havale edilse, ona ancak büyük bir zorlukla, bizzat uğraşarak ve mücadeleyle ulaşılabilir: Bir subayın vazifesini erlere, ustanın vazifesini binanın taşlarına, yerkürenin hareketini gezegenlere, fıskiyenin vazifesini su damlalarına, daire merkezinin vazifesini o dairenin çevresindeki noktalara bırakmak gibi…
Bütün eşya bir tek Zât’a verildiği takdirde, yaratmak her şeyi mutlak yokluktan var etmesi anlamına gelmez. Bir tek Zât’ın eşyayı var etmesi, tıpkı cama akseden görüntüyü kolayca fotoğraf kâğıdına aktararak ona maddî bir varlık verilmesi veya görünmez bir mürekkeple yazılmış bir yazının, gizli yazıları ortaya çıkaran bir madde sayesinde görünür hale getirilmesi gibi ilimde gizli olanı varlık katına çıkarmak anlamını taşır.
Eşyanın sebeplere ve birçok ortağa verilmesi, mutlak yokluktan var etmeyi gerektirir. Bu durum, imkânsız olmasa da son derece zordur. Öyleyse bir Yaratıcının varlığını kabul etmekte vücûb derecesine varan bir kolaylık, çok sayıda yaratıcının var olduğunu kabul etmekte ise imkânsızlık derecesine varan bir zorluk bulunur.
Vahdetteki hikmetle, bir varlığı zamansız ve maddesiz mutlak yokluktan var etmek mümkün olur ki, o varlığın zerreleri hiçbir karışıklık ve zorluk olmadan “İlmî bir kalıba” dökülür.
Şirkteki ve çokluktaki yoktan var etme iddiasının ise mümkün olmadığında, aklı başında herkes birleşir. Çünkü bir canlının var olması için yeryüzüne yayılmış zerrelerin ve elementlerin bir araya gelmesi gerekir. Ayrıca, İlmî bir kalıbın var olmayışı sebebiyle, o canlının cismindeki zerrelerin korunması için her zerrede sınırsız bir ilim ve sonsuz bir irade bulunması gerekecektir. Bununla beraber, ortaklara hiç ihtiyaç bulunmadığı ve varlıkları da imkânsız olduğu halde, onların varlıklarını iddia etmek mânâsız, delilsiz ve boştur. Varlıklarda böyle bir şeye ne bir emare ne de bir işaret vardır.
Zira göklerin ve yerin yaratılışı, zorunlu olarak, sonsuz, mükemmel bir kudreti gerektirir. Dolayısıyla ortaklara da hiç ihtiyaç yoktur. Eğer bunun aksi farz edilse -hiçbir zorunluluk yokken, hatta zorunluluk bunun tam aksi iken- sınırsız ve gayet mükemmel bir kudreti, sınırsız olduğu halde, sınırlı başka bir kuvvetle sınırlandırmak gerekir ki, bu, beş yönden imkânsızdır. İşte, ortakların varlığı aynen bunun gibi imkân dışıdır ve varlıkta hiçbir şekilde -zikredilen yönler itibarı ile- var olmaları imkânsız bulunan ortakların varlığına dair bir işaret veya bunun gerçekleştiğine/gerçekleşeceğine dair bir emare yoktur.
Bu meseleyi Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı’nda zerrelerden gezegenlere; İkinci Mevkıfı’nda da göklerden her bir insanın yüzündeki, onu diğer insanlardan ayıran farklılıklara kadar, teker teker ele alıp soruşturduk; hepsi de tevhid mührünü göstererek şirke “ret” cevabı verdiler.
O’nun ortağı olmadığı gibi, yardımcısı ve veziri de yoktur. Sebepler ise ezelî kudretin tasarrufuna ince bir perdeden ibarettir; zaten işin aslında, yaratmada da hiçbir tesirleri yoktur. Zira sebeplerin en üstünü ve en geniş iradelisi insan olduğu halde, “yeme, konuşma, düşünme” gibi iradeyle gerçekleştirilen en açık fiillerde dahi onun elinde olan, bunların ancak yüzde biri kadar şüpheli bir kısımdır.
Gördüğün gibi, en üstün ve iradesi en geniş olan sebebin hakiki tasarrufta eli kolu böyle bağlı ise diğer hayvanlar ve cansız varlıklar, yaratmada ve rubûbiyette göklerin ve yerin Yaratıcısına nasıl ortak olabilirler?
Nasıl ki bir padişahın, içine hediyesini koyduğu zarf, lütfunu sardığı mendil veya eliyle sana nimet gönderdiği asker, onun saltanatına ortak olamaz. Öyle de, elleriyle bize nimetlerin gönderildiği sebepler, bizim için biriktirilen nimetlerin sandıklarından ibaret zarflar ve bize hediye gönderilen İlâhî lütufların üzerine sarılmış sebepler, yardımcı, ortak veya tesirli birer vasıta olamazlar.
Ufuk Yayınları, Lem’alar, 29. Lem’a, Bediüzzaman Said Nursi
tweet