Diyalog, sadece dini sorunlarla at başı giden kültürel bir iştir. Çünkü bu dini meseleler, sahipleri tarafından “mutlak tartışılamazlar” olarak kabul edilen, imani tutum ve faraziyelerle ilgilidir. Bununla birlikte diyalog, beşeri hayatın diğer boyutlarıyla da ilgilenmektedir. Diyalog süresince, kültürler ve topluluklar arasındaki güç dengesi, bunların yaşam biçimleri ve düşünceleri kendini gösterir (ve bu durum diyaloğa da yansır). Dolayısıyla her iki taraf da -Doğu- Batı, İslam- Hıristiyan- bazı tavizlere hazır olduklarını izhar etmedikleri takdirde, olumlu sonuçlara ulaşacak olan verimli bir diyaloğa gir(iş)mek mümkün değildir.
Batı açısından baktığımızda; Hıristiyan Batı’nın İslam’a bakışının mutlaka değişmesi kaçınılmaz bir şarttır. Bu sadece İslam dininin, Hıristiyanlığın bir mezhebi ve onun bozulmuş bir şekli olmadığını, onun yaşamaya hakkı olan ayrı bir din olduğunu itiraf etmekten ibaret değildir. Aynı zamanda İslam’ın bir uygarlık olarak insanlığın gidişatındaki ve tarihteki seçkin rolünün de itiraf edilmesi şarttır.
Batı; İslami ve milli kimlikle ilgili her türlü mücadeleyi -İslam dünyası dışındaki dünya için bir problem oluşturuyor diyerek- kökten yok edilmesi gereken bir terör olayı veya tabii olmayan bir iş olarak göstermekte ısrar etmiştir. Muhtemelen bunun sebebi, bir paranın iki yüzü gibi, İslam’ın kültürel ve coğrafi açıdan Batı’ya çok yakın olması idi. Fakat Batı, uzak olması hasebiyle ne Budizm, ne Hinduizm ne de Konfüçyanizm gibi diğer dinlere karşı herhangi bir düşmanca tavır takınmadı. Hegel’in de dediği gibi, Batı bu dinleri kendisi için bir tehlike arz etmeyen, sadece kendi tarih ve coğrafyalarında geçerli, her hangi bir kuşatıcı/evrensel varlık tasarımından yoksun dinler olarak kabul etmiştir. Ancak Batı, varlık projesi dahilinde ilerleme fikrini oluşturan, taşıyan, nakleden ve tarih sahibi olan tek medeniyet değildir. Tam tersine modern araştırmacıların da işaret ettiği gibi, tarihte ve günümüzde asırlar boyunca peş peşe gelen ortak bir dünya tarihi var olmuştur. Uygarlığın evrensel bir fenomen haline gelmesi ve Batı kamuoyu anlayışının gelişmesi için modern araştırmalara daha çok bağlı kalınmasının zamanı gelip geçmektedir. Bu sadece baskı, tahakküm veya dayatmayla değil, bütün mana ve mazmunuyla insani varlık projesinin gerektirdiği istekli bir fiille olmalıdır.
Müslümanlar nokta-i nazarından ise; Doğusuyla-Batısıyla bütün dünya hızla ilerlemektedir. İlerleme gerçek anlamıyla, dünyada daha çok gelişmiş kültüre uymaktır ki, o da Batı kültürüdür. Müslümanlar bilmelidir ki bu tarz ilerleme, kimlikleri için bir tehlike teşkil etmemektedir. Müslümanlar açısından günümüzde can alıcı nokta, geçmişten tevarüs eden hayat tarzının ve bunun oluşturduğu kültür ve geleneğin sonucu olan kimliğin korunması değildir. Mesele, yüz yüze bulunduğu zorluklara karşı gücü ele geçirme yolunda ilerlemek ve çok hızla değişen bir dünyada var olabilmeyi başarmaktır. İlerleme ile kimlik (i koruma) arasında bir çelişki yoktur. Bilakis ilerleme; kimliğin bekası, devamlılığı ve yok olup unutulmaktan korunması için mümkün olan biricik kaidedir. Kimlik konusunda aşırılık veya radikalizm, Müslümanların dünya ile bütünleş(e)meden, marjinal kalmaları anlamına gelir.
İki yüzyıldan beri müslümanlar, hezimete uğramalarının temel nedeni olarak her zaman teknolojik yönden geri kalmışlığı göstermişler ve bundan kurtulmak için de gelişmiş teknolojiyi elde etmenin yeterli olacağını sanmışlardır. Fakat bu görüş, daha çok hezimete uğramaktan başka bir sonuç vermemiştir. Çünkü ilerleme beşeri hayatın bütün yönlerini kapsamadığı zaman, beklenen neticeleri vermeyen aldatıcı bir çırpınış olarak kalır.
el-Fadl Şilek, Lübnan Posta, Telefon ve Telgraf Hizmetleri eski bakanı, Bayındırlık ve Kalkınma Heyeti eski başkanı olup, halen İctihad Dergisi’nin iki editöründen birisidir.