Mevlâna’ya İslâmiyet penceresinden bakmazsak, karşımıza farklı bir kimlik çıkar. Nitekim müsteşriklerin penceresinden ona bakanlar, farklı bir Mevlâna görmüşlerdir. Mevlâna’ya“büyük bir ozan” gözüyle bakanların, onu gerçek kimliğiyle tanımadıkları açıktır. Ozan; elinde sazı, dilinde sözü olan kimsedir. Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel gibi isimler için bu değerlendirme doğrudur. Oysa Mevlâna, bu isimlerden farklı bir yerde durur. O, halk ozanı değil, Hak âşığıdır. Mevlâna’nın şair kimliğini itiraf etmekle, onu halk ozanı sınıfına koymak arasında fark olduğunu söylemek zorundayız. Mevlâna’ya“büyük bir filozof” demek de onu olması gereken yerin dışında bir yere koymak demektir. Mevlâna, ne Antik Yunan filozofları gibi felsefe yapmıştır ne de çağdaş dünyanın felsefecileri gibi zihnî gel-gitler yaşamıştır. O; düşüncelerini, İslâmiyet zemininde yeşertme imkânı bulmuş, İslâm’ın prensipleriyle hemhâl olmuş bir mutasavvıftır.
Mevlâna, bazılarının sandığı gibi canı sıkıldıkça kalkıp dönen birisi değildir. Hayatında birkaç kez şahit olunan dönme hâdisesinin aslı, Allah aşkıyla cezbeye gelmedir. Nitekim daha sonra “sema” adını alacak olan bu “ritüel”, yine dinî kavramlarla sistematik hâle getirilmiştir. Sema etmek, Mevlâna’dan sonra, Mevleviliğin önemli bir “ritüel”i hâline gelmişse de tarikatın var oluş sebebi değildir.
Mevlâna, her hâdisede ilâhî hikmet arayan ve her hâdisede ilâhî güzellik gören bir Hak dostudur. O, hâdiselere İslâmiyet’in penceresinden bakar. O hâlde ona bakanlar da bu pencereden bakmak zorundadır.