Ne ümitlerle geldikleri Bedir’de, Ebû Cehil ordusu büyük bir bozgun yaşamıştı; canını kurtaran Mekke’ye kaçmış, arkada ise yetmiş tane cansız beden bırakmışlardı. Bedir’de ölen, sadece Ebû Cehil değildi; onunla birlikte lider takımının neredeyse tamamı öldürülmüştü. Kardeşi Âs İbn-i Hişâm da onlar arasındaydı.
Ebrehe’nin ordusuna benzer bir hezimetti bu; kin, nefret ve hırslarının altında kalmıştı. “Ekibi” de onunla birlikteydi; Ukbe İbn-i Ebî Muayt, Ümeyye İbn-i Halef, Utbe İbn-i Rebîa, Şeybe İbn-i Rebîa, Nebîh İbn-i Haccâc, Münebbih İbn-i Haccâc, Zem’a İbn-i Esved, Ebu’l-Bahterî, Mes’ûd İbn-i Ebî Ümeyye, Umeyr İbn-i Osmân, Velîd İbn-i Utbe, Ali İbn-i Ümeyye ve Hanzala İbn-i Ebî Süfyân gibi ne kadar “elit” ve ne kadar “şâhin” varsa Bedir’deydi. Bir farkla ki cansız yatıyorlardı!
Dikkat çeken bir başka husus da bunların hepsi, daha savaş başlamadan önce Efendimiz’in “öldürülecek” dediği yerde ölmüşlerdi. Ebû Cehil de onlar arasındaydı.
Bu arada tarih, insanlık adına emsalsiz bir işe şâhid oluyordu; zira Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekkelilerin bırakıp kaçtıkları Ebû Cehil ve adamlarının cansız bedenlerinin Bedir’e gömülmesini emretmişti. Müthiş bir şefkatti; “kurda kuşa yem olsun” deyip orada bırakmamış, “ettiklerini bulsunlar” “nazarıyla da bakmamıştı!
Bu işe, kendileri de bizzat mübaşeret ediyordu; Ebû Cehil dâhil olmak üzere Ebû Cehil’in “A” takımı diyebileceğimiz yirmi dört müşrik gömülürken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizzat başlarında bulunacak, insanlığa Bedir’den çok farklı ve fiilî bir mesaj sunacaktı.
Utbe İbn-i Rebîa’yı gömerken yanında, Utbe’nin oğlu Ebû Huzeyfe duruyordu; babası, amcası ve kardeşini Bedir’de “kâfir” olarak kaybeden Ebû Huzeyfe’nin içindeki hüzün, yüzüne “aksetmişti. Belli ki ruhunda fırtınalar kopuyordu; yüzünün rengi gitmiş, sararıp solmuştu!
Onun mahzun hâlini görünce biraz daha yanına yaklaştı. Dayanamıştı; şefkatle yüzüne baktı ve başını sıvazladıktan sonra:
– Herhalde, dedi. Babanın bu hâline çok üzüldün; içinde bulunduğu durum sebebiyle böyle gamlı ve kederlisin!
Resûlullah’ın bu hitabı ve mübarek ellerinin temasıyla sanki bir rüyadan uyanırcasına toparlanan Ebû Huzeyfe Hazretleri:
– Hayır, yâ Resûlallah, dedi. Vallahi, ne babam ne de onun yerde serilip uzanması beni üzüyor; beni esas üzen şey, babamın bu duruma düşmeyecek kadar yumuşak tabiatlı, akıl sahibi ve faziletli oluşuydu. Onun bu hâli bana umut veriyor ve ben de, gün gelip İslâm’a yakınlaşacağını umuyordum. Tam, onun için bunları umup teslim olacağı günün hayalleriyle yaşarken onu, bu halde ölmüş görünce içime bir hüzün çöktü ve ben de mahzun oldum!
Gerçekten de üzüntü duyulacak bir durumdu; oğlunun da dediği gibi Utbe, Ebû Cehil’in güdümünden kurtulamamış, defalarca denediği halde ona, bir türlü “Hayır!” diyememişti.
Ebû Huzeyfe’yi teselli de yine Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) kalmıştı; bir taraftan iltifat edip gönlünü alırken diğer yandan da ellerini açmış, Rabb-i Rahîmi’ne dua ediyordu.
Kendisini can düşman belleyen ve ikbâlinin önündeki en büyük engel olarak görüp hayatına defalarca tuzak kuran, tuzak kurmakla da kalmayıp Mekke ordusunu üzerine salan Ebû Cehil’i gömmek de Allah Resûlü’ne kalmıştı.
Allah davasına düşmanlıkta “alem” olmuş bir firavunu toprağa verirken, Mekke yılları aklına gelmişti. Bir zamanların kudretli Ebû Cehil’i, etrafında dört dönen şakşakçıları tarafından yalnız bırakılmış, Bedir meydanında yalnız başına kalakalmıştı. Düşmanlıkta gemi azıya alıp sıklıkla saldırılar tertip ettiği günlerde amcası Ebû Tâlib’in bir şiiri geldi aklına ve şunları söyledi:
– Şayet Ebû Tâlib bugün yaşıyor olsaydı, kılıçlarımızın onların başlarına nasıl indiğini de görüyor olacaktı!
Çünkü Ebû Tâlib, Ebû Cehil’lerin gemi azıya alıp Efendimiz’e saldırdıkları o Mekke yılların“yıllarındayken uzun bir şiir söylemiş ve âdetâ Bedir’i görmüşçesine bu şiirinde, “Bugünkü zâlimler, yarın başlarına ne türlü kılıçların indiğini de görecekler!” diye temennide bulunmuştu.
Reşit Haylamaz’ın “Bizim Firavn” adlı kitabından.
tweet