أَفْضَلُ الْفَضَائِلِ أَنْ تَصِلَ مَنْ قَطَعَكَ وَتُعْطِيَ مَنْ مَنَعَكَ وَتَصْفَحَ عَمَّنْ شَتَمَكَ (وَتَعْفُو عَمَّنْ ظَلَمَك)
“Faziletlerin en üstünü; aranızdaki akrabalık ve dostluk bağlarını koparanı senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman, sana sövüp sayana, çirkin sözler söyleyene müsamahalı davranman ve (bir rivayette de) zulmüne maruz kaldığın insanı bağışlamandır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 438) Bu hadis-i şerifin ihtiva ettiği hakikatleri ve verdiği mesajları lütfeder misiniz?
-Fazilet; meziyet, iyilik, ilim, iman ve irfan itibarı ile yüksek derece sahibi olma, dinî ve ahlâkî vazifelere riayette sağlam durma ve güzel ahlakla donanma demektir. “Fazilet” kelimesi, artmak, fazlalaşmak, üstün olmak, üstünlük ve ihsan manalarına gelen ‘fazl’ sözcüğünden türetilmiştir; bu açıdan da, bir fazlalıklar kahramanı olmanın unvanıdır. Günümüzde bu kelime yerine “erdem” sözcüğü kullanılmaktadır ama fazilet erdemden daha şümullü bir tabirdir. Zikredilen hadis-i şerifte, Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhi ekmelüttehâyâ) Efendimiz faziletlerin en üstünü olarak dört hususa dikkatleri çekmektedir:
“Sıla-i rahim”; akraba ve yakınlar başta olmak üzere dost ve tanıdıkları ziyaret etme, hal ve hatırlarını sorma, gönüllerini alma ve alâkayı koparmama demektir. Sıla-i rahim, tatlı sözlü, güler yüzlü olmaktan selâmlaşmaya, hal-hatır sormaktan insanlar hakkında iyi dileklerde bulunmaya, ziyâretlerine gitmekten ihtiyaçlarını görmeye, dertlerini paylaşmaktan malî yardımda bulunmaya kadar pek çok iyilik ve ihsanı ihtiva eder. Hususiyle günümüzde bu iyilik ve ihsan yolları neredeyse unutulmuş ve akrabalık bağları bütün bütün koparılmıştır. Fazilet ehli kimseler, anne-babaya, nine ve dedeye, daha sonra amca ve halaya, onların akabinde de dayı ve teyzeye karşı sıla ile emrolunduklarını bilmenin ötesinde kendisiyle bağlarını koparanlarla bile irtibatlarını devam ettirmenin yollarını ararlar.
İster mal-mülk ve dünyalık itibarıyla ihtiyaç görme, ister alâka gösterip gerektiğinde takdir ve tebrik etme, isterse de tebessümden hibeye kadar her türlüsüyle ihsan sergileme konularında fazilet ehli başkalarının cimri davranmalarına aldırmaz; o hep cömertlerden cömert olur ve Allah’ın her çeşit rızkını herkesle paylaşmaya çalışır.
-Bir gün, bazı melekler, Cenâb-ı Hakk’a, hullet ve dostluk kahramanı olarak tanıdıkları Hazreti İbrahim’in mal-mülk sahibi olması hakkında istifsarda bulunur; peygamberlik mesleğiyle onca servetin nasıl telif edilebileceğini sorarlar. Onların maksadı –hâşâ– itiraz değildir, o zenginliğin hikmetinin açıklanmasını istemektir. Melekler, Allah’ın izniyle, Hazreti İbrahim’i ziyaret ederler; uzun bir yoldan gelmiş, saçı-sakalı dağınık, üstü-başı perişan birer misafir edasıyla İbrahim Nebi’nin yanına varırlar ve onun duyacağı şekilde “Sübbûhun Kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh” derler. Kalbi ötelerden gelen esintilere açık olan İbrahim Aleyhisselam, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u takdîs etmek için çok iyi seçilmiş bu kelimeleri ve onların seslendirilişindeki lâhûtîliği duyunca pek sevinir; “Aman Allahım, bu ne güzel bir söz!” diyerek hayranlığını ifade eder ve “Servetimin üçte biri sizin olsun, yeter ki o tesbîhi bir kere daha söyleyin!” der. Melekler, kendilerine has bir ses ve eda ile o tesbîhi tekrar edince, Allah’la alâkası açısından tesbîh u tazime ve vahye aşina olan Halilürrahman, o sözdeki derinliğin kendi ruhunda hasıl ettiği tesir neticesinde, bir kere daha aynı tesbîhi duymak için malının tamamını vermeye de razı olur. Nihayet, “Değil mi ki bana bu tesbîhi dinletip öğrettiniz, ben de size köle oldum!” diyerek meleklere mukabelede bulunur.
-Karşılık beklemeden vermek ve kendisinden bekleneni ortaya koymayanlara dahi ihsan etmek ilâhî ahlaktır. Bir menkıbede anlatıldığı üzere; Hazreti İbrahim (aleyhisselam) yanına gelenlere inanıp inanmadıklarını sorup inananlara ziyafet sofraları hazırlayınca ve inanmayanları da ikramsız geri yollayınca, Cenâb-ı Hak, Hazreti Halil’e hitaben “Ey İbrahim, onlar senelerden beri Beni inkar ediyor ve Zât’ıma yakışmayan değişik isnadlarda bulunuyorlar. Fakat, Ben her şeye rağmen onların rızıklarını kesmedim!” diyerek bu hakikati hatırlatmıştır.
Adamın biri, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî hazretlerine, “Sen Hristiyanlara bile kucak açıyorsun, Yahudilerle biraraya geliyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun, sarhoşa el uzatıyorsun… Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun. Sen zındıkın tekisin, seni Cehennem bile kabul etmez!..” diyerek bir düzine hakarette bulunur. Hazreti Mevlânâ ona sadece “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” demekle iktifa eder.
-Sövüp saymalar, sövüp saymalara yatırım demektir. Nitekim, Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret edip sövmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler!” (En’am, 6/108) Evet, mü’mine düşen, küfür sözü söylememek, konuşurken uygunsuz kelimelerle konuşmamak ve karşısında kim olursa olsun onu rencide etmemektir.
-Peygamber Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde kişinin anne ve babasına sövmesinin büyük günahlardan olduğunu ifade etmiş, orada bulunanlar bu durumu yadırgayıp: “Kişi hiç anne ve babasına söver mi?” diyerek istifsârda bulununca da, Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm); “Evet, kişi tutar bir başkasının babasına söver, (nâseza, nâbeca sözler söyler), o da onun babasına söver; tutar annesine söver, o da onun annesine söver.” (Buhari, Edeb 4) buyurmuştur.
Affetmek, ilahî ahlakın bir derinliğidir. Cenâb-ı Allah, mücrim kullarını bu dünyada hemen cezalandırmadığı gibi, şirk haricinde kalan diğer suç ve günahlarından tevbe edenleri de hesap gününde affedebilir. Biz de, amellerimizdeki eksik ve kusurlarımızı bağışlayarak günahlarımızı affetmesini Rahmeti Sonsuz’un merhametinden dileniriz. Madem kendi hesabımıza böyle bir af beklentisi içerisindeyiz ve madem “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” önemli bir esastır; öyleyse, kusurlarının deşelenmesini istemeyen, hatalarına nazar-ı müsamaha ile bakılmasını dileyen ve ötede af fermanı almayı uman biz mü’minlerin de ilahî ahlakın gereğini yapıp başkalarını bağışlamamız, kin ve nefret duygularından uzak kalmamız icap eder.
-Mü’minler, hataları büyütmemeli, elden geldiğince kusurları örtmeli ve en affedilmeyecek kabahatları bile bağışlamalıdırlar. Fakat, hiçbir mü’min, Allah’a ait hukukun söz konusu olduğu yerde, dine ve dindara düşmanlık edenler hakkında “Ben her şeyi affettim; Allah’ım, Sen de affet” diyemez. Ömür boyu Allah’ı inkar etmiş, dine hakarette bulunmuş, İnsanlığın İftihar Tablosu aleyhinde ağza alınamayacak sözler söylemiş, Kur’an’a dil uzatmış bir insanın affını dilemek kimsenin haddi değildir; öyle bir istek, her şeyden önce Allah’a karşı saygısızlıktır. Bu konuda mü’minler sadece “Ben diğer hakları hak sahiplerine havale ederek kendi hakkımdan vazgeçiyorum.” Diyebilirler.
tweet