İçe doğru verilen mücadeleyi, insanın kendi özüne erme gayreti, dışa doğru verilen mücadeleyi de başkalarını özlerine erdirme ameliyesi olarak tarif edebiliriz. Bunlardan birincisine “büyük cihad”, ikincisine de “küçük cihad” denir ki, birincisiyle; insanın kendi özüyle arasındaki engelleri aşıp nefis mârifetine ve neticede de mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanîye ulaşması, ikincisiyle de, imanla insanlar arasındaki mânialar bertaraf edilerek, herkesin imana ulaştırılması ve mârifet-i ilâhiye ile tanıştırılması esas alınmıştır.
Gülen’in ifadesiyle kişinin özüne erme çabası, uzun süreli bir gayret gerektirir; kontrolsüz bırakıldığında günaha ve kötülüğe meyleden nefsine karşı insan her gün mücadele ederek büyük cihadı yapar. Gülen’in vurguladığı üzere, Yaratıcıyı ve yaratılanları sevmeye götüren ilim, bu öze erme sürecinin önemli bir parçasıdır. Hatırlayacağımız üzere, Kur’ân ve hadis insanın potansiyelini gerçekleştirme mücadelesinin bir parçası olarak ilim peşinde koşmasını yüceltir.
Gülen’in açıkladığı üzere; Cihad-ı asgar (küçük cihad), sadece cephelerde eda edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış, cihad ufkunu daraltmak olur. Cihadın yelpazesi, şarktan garba kadar geniştir. Bazen bir kelime, bazen bir susma, bazen sadece yüzünü ekşitme, bazen bir tebessüm, bazen bir meclisten ayrılma, bazen de bir meclise girme, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma ve bu yolda sevgi ve öfkeyi O’nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle İslâmî cihadın şümulüne girer.
Gülen’e göre, küçük cihadın çok önemli sosyo-küresel boyutları vardır. Düşünür, küçük cihadı İslâm’ı savunmak için askeri mücadele olarak yorumlayanlara âdeta meydan okur. Halis niyetlerle yapılan her insanî eylem toplumun yararınadır. Ortak faydayı teşvik eden ve toplumun dönüşmesini sağlayan bu tür insani eylemler dış cihadın bir parçasıdır. Bu yüzden arzu edilen dengeye ulaşabilmek için dışa doğru yapılan cihadın mutlaka içe doğru yapılacak cihada eşlik etmesi gerekir. Zira Gülen’e göre “bunlardan birisi eksik olduğu zaman cihad esprisindeki muvazene” bozulur.
Allah yolunda verilen uzun soluklu bir mücadeleye bu şekilde bütüncül bir yaklaşım, Kur’ân ve Sünnet’teki “el-cihâdu fi sebâlillah” anlayışına tamamen uygundur. Daha önce de belirtildiği üzere, Kur’ân’ın Allah yolunda bedeni ve mali şekilde yerine getirilen bireysel mücadeleye yaptığı vurgu, bu mücadelenin çok çeşitli yollarla gerçekleştirilmesine imkân tanımaktadır. Fi sebîlillah (Allah rızası için) kavramının çok şümullü mânâsı, Abdurrezzak’ın el- Musannef inde kaydettiği önemli bir hadiste de açıkça görülmektedir. Bu hadise göre;
“Allah Resûlü bir gün ashabıyla birlikte otururken Kureyş kabilesinden müşrik olduğu anlaşılan güçlü ve iri cüsseli bir genç göründü. Ashab’tan bazıları “Adam ne kadar da güçlü! Keşke gençlik ve gücünü Allah yolunda kullansa!” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü “Yalnızca (savaşta) ölenlerin mi Allah’ın yolunda mücadele ettiğini sanıyorsunuz?” buyurdu ve ekledi: “Her kim meşru yoldan geçimini temin etmek için dışarı çıkarsa o kimse Allah yolundadır. Ancak eğer mallarının çokluyla övünmek ve mal üstüne mal yığmak (et-tekâsür) amacıyla çalışırsa bu kimse Şeytan’ın yolundadır” (fe hüve fî sebili’ş-şeytan).
Bu hadis “Allah yolunda mücadeleyi” sadece askeri mânâ ile sınırlandıranları tekzip etmektedir.
Bireyin kendi günlük yaşantısını “Allah’ın yolunda” şekillendirmesi, ahlâkî ve manevi öneme haiz tüm meşru faaliyetleri kapsadığı ve Allah’ın rızasına uyduğu için, böylesine geniş bir anlam dizininin bulunması normaldir.
Gülen’in cihad anlayışının, insanların istedikleri gibi inanma özgürlüğünü sağlama mücadelesini de içermesi özellikle kayda değerdir. Kur’ân’ın din ve seçme özgürlüğüne bakışı dikkate alındığında, cihad konusunda böyle bir görüşün ortaya konması şaşırtıcı değildir.
“Kutsal savaş” terimi, çoğunlukla inanmayanları zorla dine döndürmek için Allah adına yapılan savaşı ima etmekte ve düşmanı yok etmeyi amaçlayan “tam ve sınırsız savaş” olarak anlaşılmaktadır. Hâlbuki her iki hedefi de İslâm kabul etmez. Kur’ân, prensip olarak, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara sûresi, 2/256) ilkesini benimsemiştir. Yine Kur’ân, “Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?” (Yûnus sûresi, 10/99) diye sormaktadır. Savaş esnasında müminlerin uymaları gereken davranışa (jus in bello) ilişkin olarak Kur’ân, düşmana karşı haddin aşılmasını (Bakara sûresi, 2/190) ve kin ve intikam arzusuyla adaletsizliğe başvurulmasını (Mâide sûresi, 5/8) yasaklamaktadır. Bu yüzden gayrimüslimleri İslâm’ı kabul etmeye zorlamak için savaş yapılabileceğine veya başka yollara başvurulabileceğine dair hiçbir emir yoktur.
Üstelik Kur’ân’daki pek çok âyet, savaş ya da küçük cihadın Müslüman olsun veya olmasın haksızlığa maruz kalanları ve özellikle inançları gereği zulme uğrayanları savunma adına yapılacağını bildirmektedir. Savaş ve barış konusunda İslâm ahlâkının temelini oluşturan bu âyetlerde (Hac sûresi, 22/39-40) şöyle buyrulmaktadır:
Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeye mutlak surette kâdirdir. Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah Kendisine (Kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, Azizdir.
Müfessirler arasında bu âyetlerin Medine döneminde Müslümanlara savaş izni veren ilk âyetler olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Bu özgün şartlar altında fiziksel mücadeleye başvurmanın tarihsel nedeni; Mekkeli Müslümanların yalnızca Allah’a inandıkları için Mekkeli putperestler tarafından evlerinden sürülmüş olmalarıdır. Üstelik Kur’ân’da, insanların haddi tecavüz edenlere karşı kendilerini savunmalarına izin verilmeseydi, tüm ibadet yerlerinin -burada belirtilen tek dinin İslâm olmaması dikkat çekicidir- yerle bir edileceğini ve böylece Allah’ın kelâmının yeryüzünden silineceğini bildirilmektedir. Açıkça anlaşılacağı üzere bu âyetler Müslümanların dinlerinden dolayı zulme uğrayan gayrimüslimler namına bile savunma amaçlı savaşa başvurabileceğini göstermekte, dostluklarını yalnızca kendilerini kapsayacak şekilde daraltmayıp, tüm dinlerin hayırsever mensuplarını kapsayacak şekilde genişletmeleri konusunda Müslümanları uyarmaktadır.
İlk Kur’ân-ı Kerim tefsirlerinde bu âyetler daha genel ve şümullü yorumlanırken 9. yüzyıldan itibaren bir anlam daralmasına uğramış ve daha taraflı yorumlanmaya başlanmıştır. Emevî devri müfessirlerinden Mukatil bin Süleyman (ö. 767) Mekkeli kâfirlerin Müslümanlara zulmetmesi sebebiyle Allah yolunda savaşma izninin verildiğini ve bu yüzden Allah’ın Hz. Muhammed’e gönderdiği ilk vahiyle başlayan ve on üç yıl süren yasağı kaldırdığını belirtmektedir. Bu âyetler Müslümanların maruz kaldıkları zulmün tabiatını da açıklamaktadır: Müslümanlar evlerinden çıkarılmış, pek çoğu işkenceden geçirilmiş, pek çoğu sözlü olarak aşağılanmış ve sonunda Mekke’den Medine’ye hicret etmek zorunda kalmışlardır. Mekkeli putperestlerin mü’minlere bu şekilde muamele etmelerinin tek nedeni Müslümanların sadece Allah’a ve O’nun birliğine olan imanlarıdır. Mukatil’in yorumuna göre, eğer Allah kâfirleri Müslümanlar vasıtasıyla bu şekilde durdurmasaydı, o zaman mü’minlere üstün geleceklerdi ve yeryüzünde keşişlerin manastırları, Hristiyanların kiliseleri, Yahudilerin sinagogları ve Müslümanların camileri yerle bir edilecekti. Mukatil, bütün bu dinî grupların (el-milel), ibadet yerlerinde Allah’ın adını bol bol andıkları ve Allah’ın da bu ibadet yerlerini Müslümanlar aracılığıyla koruduğu yorumunu yapar. Benzer görüşler Taberî ve Vahidî gibi değişik müfessirler tarafından da kaydedilmiştir.
Bu açıdan Gülen’in dışa doğru yapılan cihadı, bireylerin istediği gibi inanma özgürlüğünü teminat altına almak için gerçekleştirilen mücadeleyi de kapsayacak şekilde anlaması, Kur’ân’ın bu en temel insan hakkının korunmasına verdiği önemi yansıtmaktadır.
Daha önce ifade edildiği üzere, Kur’ân ve hadislerin cihadın önemli bir unsuru olarak sabra büyük önem atfetmesi Gülen’in eserlerine de yansır. Gülen sabrı beş bölümde inceler:
- Allah’a kulluğun zorluklarına katlanma mânâsına ibadet ü tâate karşı sabır.
- Günah yolunun nefse hoş gelmesine mukabil mâsiyet duygusuna karşı sabır.
- Hakk’ın kaza ve kaderine rızâ göstermeyi de ihtiva eden semâvî ve arzî belâlara karşı sabır.
- Dünyanın câzibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır.
- Zaman ve vakit isteyen işlerde, zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır.
Bu kapsamlı sabır tarifine göre; sıradan insanları Allah’ın hakiki dostu ve kulu makamına yükselten cihadın en önemli unsuru, sabırdır. Tasavvuf geleneğinde yetişen birisi olarak Gülen, salikin hayatında ihraz edeceği yer anlamındaki makam kavramını yalnızca “imanda, maneviyatta, Allah’a yakınlıkta zirveleşenlerin ve kendileri gibi olmayanları da aynı hakikatlerle tanıştıranların” erişebileceği yer olarak görmektedir. Gülen, “sabrın” seyr u sülûklarında mü’minlerin “güç kaynağı” olduğunu ifade etmektedir.
Hayatı boyunca karşılaştığı tüm felaketlere ve olumsuzluklara sabır içinde göğüs geren fert kendi özüne erer. Hatırlanacağı üzere insanların kendi özüne ermesini Gülen, cihadın en önemli nedeni olarak tarif etmektedir. Gülen’e göre insanın insanlığa yükselip bir işe yarar hâle gelmesi için çeşitli “imbiklerden geçirilerek defaatle elenmesi, elenip özünü bulması” gerekmektedir. Gülen, bu dönüşüm ve olgunlaşma sürecini tarif etmek için, ünlü Sûfî şair Celaleddin Rûmî’nin (ö. 1273) kışkırtıcı imgelerini ödünç alır. Rûmî’ye göre;
“Bir buğdayın, insana gıda ve kuvvet, onun dizlerine derman, gözlerine nur ve yaşamasına esas olabilmesi için, onun, toprağın bağrına gömülmesi, toprakla mücadele ede ede filizlenip gelişmesi, sonra biçilip harmanda dövülmesi, samandan ayrılıp değirmende öğütülmesi, teknelerde yoğrulup hamur hâline getirilmesi, fırınlara atılıp ateşte pişirilmesi, sonra dişlerle bir kere daha parçalanıp mideye gönderilmesi şart ve zaruridir.”
Ahlâkî olgunlaşma süreci uzun ve zorlu bir yoldur ve ancak kişi “nefsanî arzularına ve öfkesine” karşı sürekli manevî cihadı sürdürerek bu sürece tahammül edebilir.
Son olarak; Gülen, sivillere karşı keyfî şiddet ve saldırganlık fenomeni yani terörizmle ilgili uyarılarda bulunur. Ona göre terörizmin İslâm’la telif edilmesi mümkün değildir ve İslâm’ın en temel ilkesine, insan hayatının ve bütün yaratılmışların hayatlarının mukaddes olduğu ilkesine aykırıdır. Turkish Daily News gazetesinde 11 Eylül 2001’deki korkunç olaylardan birkaç gün sonra yazdığı “Gerçek Müslüman terörist olamaz” başlıklı yazısında Gülen, Müslüman olduklarını ve dini inançlarından dolayı eylem yaptıklarını iddia eden teröristlerin bu saldırıyı İslâm’a düzenlediklerini üzüntüyle ifade etmektedir;
Müslümanlığı, onu yanlış temsil eden azın azı bir kısım zavallıların tavır ve davranışlarında değil, kendi kaynaklarında, tarihinde ve hakiki temsilcilerinde aramak gerekir.
Gülen, teröristlerin, klasik İslâm fıkhının sıkı kurallarını, örneğin meşru bir savaşın resmen ilan edilebilmesi için hükümet ya da devleti yetkili sayan ve savaş esnasında insanî muameleyi zorunlu kılan hükümlerini görmezden gelmelerine kızmaktadır. İşlerin bu şekilde şirazeden çıkmasının nedenini, günümüzde Müslümanların çoğunlukta olduğu toplumların ahlâkındaki ve bütüncüllükten uzak eğitim anlayışındaki genel çöküşe ve “Islâm’ı kendisine uyduğu gibi yaşayan sıradan Müslümanlar arasında dahi” nefsine hizmetin yükselişine bağlamaktadır. Gülen “Islâm dünyasında bazı softa hocaların, ham Müslümanların kullanacağı başka silah” olmadığından bu silahı kendi maksatlarına hizmet eden mücadelelere insanları çekmek için kullandıklarını üzülerek nakletmektedir. Böylesine acımasız ve bencilce davranışlar, ancak İslâm dünyasındaki eğitim sisteminde reform yapılarak ve sistem güçlendirilerek, başkalarına karşı şefkat ve merhamet gibi Kur’ânî değerler vurgulanarak mücadele edilebilir.
Gülen bu âyetin açıkça Müslümanlara, büyük provakasyonlar karşısında dahi, kontrollü davranmalarını ve düşmanlarını affetmelerini, düşmanca davranışlara başvurmamalarını tavsiye ettiği yorumunu yapar. Hz. Muhammed, insanlarla ilişkilerinde bu davranış biçiminin örneklerini sergilemiştir.
Gülen, Peygamberin hayattayken yaptığı dışa doğru cihadın “özel şartlara bağlı.. silahlı mücadele” olduğunu ve “bazen can, mal, din, çocuk, yurt ve onur gibi değerleri korumak için gerekli olan bir mücadele türü olduğunu” belirtmektedir. Böylesine sınırlı şartlar altında Allah yolunda savaşma anlamına gelen cihad, hiçbir zaman günümüzün aşırıları tarafından işlenen prensipsiz ve amaçsız terör eylemlerine indirgenemez.
Doç. Dr. Asma Afsaruddin
Muslim World in Transition: Contribution of the Gülen Movement 25-27 Ekim 2007, Lordlar Kamarası, Londra,