Nasıl oluyor da kent kökenli olmayan bir imam, böylesine kapsamlı bir harekete ilham verebiliyor ve hareket bu kadar etkili sonuçlar doğuran bir uluslarötesi örgütlenme haline geliyor? Bu soruların yanıtları, Fethullah Gülen Hoca’nın düşüncelerinde ve bu düşüncelerin karşılık bulduğu kitle ile onun ihtiyaçlarında gizli. İşte bu kitap, bu olguların şifrelerini bulmak amacıyla kaleme alındı.
(…)
Modern cemaatlerde üyeler toplumun farklı kesimlerinden gelir. Önemli olan, onları bir araya getiren amaç ve bu amaca uygun bir dizi etkinliktir. Geleneksel cemaatlerde kültürel türdeşlik (homojenlik) vardır. Bu anlamda Gülen cemaati geleneksel bir topluluk karakteri arz eder; ama aslında tam bir ara kategoridir. Bir mekana ve sınırlı işlevler bağlı değildir. Değer sisteminin merkezinde dinsel kaynaklar vardır. Ama topluluğun manevi önderi bu geleneksel kaynakları modern bir yoruma tabi tutarak, geleneksel değerlerle modern dünyanın yaşam ve çalışma hayatı arasında köprü kurabilmektedir. İşte Gülen cemaatinin, benzerlerinden en önemli farkı budur.
Her cemaatte olan yakın ilişkiler ve bunları yaşatan ortak değerler, Gülen cemaatinde Fethullah Gülen Hoca’nın dinden türettiği modernite ile uyumlu yorumlardır. Bu yorumlar, evrensel insani değerlerle uyumlu olduğu kadar üyelerinin değişime ayak uydurmasını sağlayacak öneriler de taşımaktadır.
Diğer yandan Gülen topluluğu -modern cemaatlerin tanımına giren- resmi otorite karşısında sivil toplumun talep ve beklentilerini, eleştirilerini ve değişim arzusunu dillendirmektedir. Topluluk, sürdürülebilir ekonomik refahı, sosyal ve kültürel hakları ve özgürlükleri savunan sivil oluşumlardan biridir. Hareketin yaygın ve kalabalık olması onun etkinliğini artırmaktadır. Topluluğa yönelik en büyük kuşku (buna eleştiri de denebilir), bireyselliği, cemaat ruhu içinde eritmektir. Türk milliyetçilik tezi bunu açıkça savunur ve hayata geçirmeye çalışırken bu eleştiri göreli bir anlam ifade etmektedir.
(…)
Gülen grubu da üyelerinin ticari faaliyetlerini dinin ilkeleriyle uyumlu hale getirerek ekonomik faaliyetleri ile dini inançları arasında çelişki duymamalarına çalışmıştır.
Bu çabaların sonunda ticari hayatta büyük ölçüde yitirilmiş olan ahlaki değerler ve güven, grup üyeleri arasında kısa sürede kurulmuş, aralarındaki alışverişi kolaylaştırmış ve grubu diğer ticari aktörler karşısında daha güçlü kılmıştır. Dinsel değerleri temel alan bir örgütlenme, güveni kurumsallaştırarak grubun ticari faaliyetlerinin hem yurt içinde hem de yurt dışında hızla gelişmesini sağlamıştır. Çok açık ki tarikatlar, modern çağın gereksinmelerine doyurucu yanıtlar verebilecek örgütlenmeler değildir. İfade ve örgütlenme özgürlüğü, dinin koruyucu kalkanı dışında yasal yollarla otoriteye veya düzene muhalefet edebilme olanakları, tarikatların işlevlerini büyük ölçüde azaltmıştır. Ancak modern leşmeci- merkeziyetçi otoritenin ‘yukarıdan’ değişim ve yönetim anlayışının dışarıda bıraktığı muhafazakar, dindar ve ‘taşralı’ sosyal kesitler, aradıkları statü, etkinlik ve ekonomik olanakları elde etmek için örgütsel araçlara ihtiyaç duymaya devam ediyorlardı. Bu nedenle her türlü gücü ve imkanı elinde tutan ‘resmi topluma’ paralel bir alternatif toplum oluşturma eğilimine girdiler. Oluşturdukları dayanışmacı ve paylaşımcı cemaatler aracılığıyla aradıklarını elde edebileceklerini keşfettiler. Bu cemaatler, söz konusu kesitlerin sisteme katılım araçlarıdır.
Bu örgütlenme türünün tarihimizde önemli örnekleri vardır; örneğin lonca sistemi ve Türk-İslam kolonizasyonunun öncüsü olan derviş teşkilatları. Lonca geleneklerinin çoğu dinsel temel olarak sufizmden türetilmiştir. Ömer Lütfi Barkan’a göre dervişler de akıncılarla birlikte fütuhatı dinsel amaçlı bir eyleme dönüştürme işlevini görmüş ve yağmayı disipline edici bir rol oynamışlardır.
Bu günün yükselen taşra orta sınıfı ve kırsal alandan kentlere intikal eden ve durağanlaşmış kent sosyal yapısında kendisine yer arayan geleneksel tabakaların mensupları, sosyal hayata büyük bir dinamizm getirmişlerdir. Siyasetin ve ekonominin dayandığı sosyal zemini (katılmayı) genişleten bu katılma, kendilerini ‘alemin kralı’ olarak gören eski kentli (genellikle bürokratik) orta sınıfça bir ‘müdahale’ olarak algılanmış ve tedirgin edici bulunmuştur. Sahip oldukları ayrıcalıkların ve denetleye geldikleri sosyal-siyasal alanın daraldığını görmek, onları sert tepkilere yöneltmiştir. Cumhuriyetin tehlikede olduğu, ülke bütünlüğünün yok olduğu ama her şeyden çok modern yaşam tarzının tehdit altında olduğu korkusuna kapılmışlardır. Gülen hareketinin eğitim, ticaret ve toplum hayatındaki etkinliğini bir iç dinamik olarak değil, dışarıdan Türkiye’ye yönelik bir komplonun sonucu olarak yorumlamışlardır. Oysa olan, dışlanan ve horlanan ‘çevre’ nin merkeze doğru hareketlenmesi ve merkezin kadir-i mutlak bürokratlarının ve onların destekleriyle servet yapmış olan kentli zenginlerin denetleyici ve yönlendirici etkisinin azalmasıdır.
Anlaşılmayan başka bir şey daha var: Etkinliğini ve kontrol gücünü giderek yitiren eski elit hem söylemini hem de eylemini sertleştirirken, Gülen hareketi gibi dinsel cemaatler, olmayan sosyal demokrasinin işlevini yüklenmiş görünüyorlar. Söylemleri çatışmacı değil yumuşak. Diğer yandan kendi üyeleri kadar, toplumda ihtiyaç sahibi farklı kesitlere de yaptıkları sosyal yardımlar devletin yetersiz kaldığı birçok alanda sosyal dayanışma ve yardımlaşma ihtiyacını karşılıyor. Örgütlenemeyen sol ve çağdaş bir program geliştiremeyen sosyal demokratların yerini, onların bir tehlike gibi gördükleri dinsel cemaatler alıyor. İşin ilginç yanı, bu cemaatlerin karşıladığı ihtiyaçlar dinsel olmaktan çok maddi. Dinsellik, cemaat-içi ilişkilerde önemliyken, cemaatin dışarıdaki gruplarla, hele yurtdışındaki ilişkileri tamamen dünyevi ve pragmatik.
(…)
Bireyselliği grup psikolojisi içinde eriten, üyelerini başarı ve çalışmaları ile değil, yalnızca günahtan sakınma ve suçluluk korkusuyla hareket edip etmedikleriyle değerlendiren, bu nedenle dünyevi bir ahlak anlayışının gelişmesini engelleyen cemaatler daha yaygındır. Bu tür yapılarda cemaat liderinin yorumunu / telkinini veya cemaat uygulamalarını aşan her davranış veya söylem, sanki dinin sınırlarını aşıyormuş gibi karşılanmaktadır. Fikirler ve teklifler bir sapma, buna karşın, benimsenmiş yorum ve uygulamalar bir hikmet ve hakikatin ta kendisi kabul edilerek, bireyler itaate ve durağanlığa teşvik edilmektedir. Bu durum, ne başka insan ve kümelerle ortak bir zeminde buluşmaya, ne de demokrasi kültürünün gelişmesine olanak sağlayabilir. Otoriter olduğu için eleştirilen merkezi yönetim yerine gönüllü başlayıp otoriterleşen sivil merkezlerin oluşması hem sivilleşme hem de demokrasi için bir talihsizliktir. Üstelik bu otoriterlik eğiliminin kırılması oldukça zordur, çünkü dinsel cemaat kültürü sözeldir. Dolayısıyla cemaat önderinin veya ileri gelenlerinin yorumları esas alındığından, bunların ana kaynaklarla karşılaştırılıp söylenenlerin eleştirilmesi neredeyse imkansızdır.
Cemaat oluşumlarında imanın, akıl ve bilimin karşıtı (veya alternatifi) gibi konumlandırıldığı görülmüştür. Bu durumda aklın ve bilimin dışlanması söz konusu olabilir. Akıl ve iman birbirinin alternatifi olarak konumlandırıldığında, iman kanıt gerektirmediğinden, cemaat üyelerinden mutlak itaat talep edilebilir. Dinin esasıyla ilgisi olmayan birçok şeyin cemaat içinde kabul görmesi, din karşıtı bir durum doğmasına neden olabilir. Oysa İslam’da Kuran dışında her bilgi ve öneri sorgulanabilir. Çünkü onlar bu dünyaya ilişkin yorumlardır ve hiçbir kutsallıkları yoktur. Ancak soran ve sorgulayan, sosyal sınırlılıkları akılları ile aşabilen insanlar kendilerinin olduğu kadar toplumlarının ve dindarlarının yaşam kalitesini yükseltebilirler. Yoksa mutlak itaate koşullanmış, sorgulamayı günah sayan, cemaatinin korunaklı kozasını toplumun taleplerine kalkan olarak gören, edilgenliği ‘iyi davranış’ sayan insanların ne kendilerini ne de içinde bulundukları sosyal ve dinsel toplulukları ‘kurtarmaları’ mümkündür.
Cemaatlerin ve cemaatleşmenin, hızlı değişme ve küreselleşme etkisiyle bütün dünyada yaşanan kimlik kriziyle de ilgisi vardır. Eski ilişkiler, yerleşik sosyal yapılar ve onları meşrulaştıran değerler silikleşmektedir. Yerlerine ya yenileri gelmekte ya da boşluklar oluşmaktadır. İnsanlar ruhsal olarak bu boşluklara düştüklerini hissetmektedirler. Böyle bir kriz ortamında eğer sosyal-ekonomik-siyasal sistem hızla yeni değerler ve yapılar/kurumlar üretemiyorsa insanlar endişeye kapılmakta, sistemle gerilimli bir ilişkiye girmektedirler. Krizdeki veya oluşmakta olan bir sistemle çalışan kümeler, hızla saflaşmakta ve bir yanda eskiyi geri getirmeye veya korumaya çalışan, diğer yanda yeniyi arayan ve savunan kamplar oluşmaktadır. Türkiye bugün bu manzarayı yansıtmaktadır.
(…)
Benzer yapılar gibi Gülen cemaati de bu ortamda doğdu ve korporatizme cephe aldı. Çünkü doğası gereği sivildi, devlete muhtaç değildi ve gönüllü bir hareketti. Toplumun kendisi gibi o da resmi kuralların dar dünyasına sığmıyordu. Ne var ki hem devlet hem de devletin merkeziyetçi zihniyetini taşıyan ve moderniteyi sadece kendilerinin temsil ettiği iddiasında olan kesitler, Gülen topluluğu ve benzerlerin, kırsal/geri toplumun cemaatleri gibi algılandılar. Oysa karşılarındaki, modernleşen toplumda kendine bir yer (statü ve işlev) arayan grupların oluşturduğu yeni bir topluluk tipiydi.
İmparatorluk, doğası gereği bir topluluklar (cemaatler) bileşimiydi. Böyle çok parçalı bir yapıyı bir arada ve denetim altında tutmak için cemaatlere özerklik tanımak işlevseldi. Devlet, her biri kendi önderliği altında kendi kültürüyle yaşayan cemaatleri, cemaat önderleri üzerinden yönetiyordu. Oysa Cumhuriyet, imparatorluktan devraldığı topluluklara ne var olma hakkı ne kültürel özerklik ne de onların organik önderliklerine hayat hakkı tanıdı. Tümünü öğütüp benzeştirerek, hukuk ve siyaset yoluyla sağlayacağı birliği, tek tipleştirmeyle sağlayacağını sandı. Bu nedenle kendi tarihi mirasıyla ve sosyolojik gerçeklerle hep kavga etti.
Bugün vardığımız noktada devlet ile toplum arasındaki kopukluğun nedeni olan üniformist (herkesi benzeştiren) ulus ve otoriter yönetim anlayışının değişmesi gerekiyor. Bu da tarihi ve sosyolojik gerçeklerimizle yüzleşmekle ve onları dışlamadan çoğulcu ve demokratik bir yönetim felsefesini benimsemekle mümkün. Aksi halde korporatizmde ısrar eden merkezi yönetim, toplumu yönetmekte artan oranda sıkıntı çekecek
Dinden ilham alan bir cemaat olmasına rağmen geleneksel bir topluluk yapılanmasını çoktan aşan ve artık onun dar kalıplarına sığmayan Gülen hareketi ve onun kadar hızlı olmasa da diğer dinsel cemaatler dünyaya uyum sağlıyorlar. Sağladıkça da ‘gerici bir düzen getirecekler’ endişesine uymayan nitelikler kazanıyorlar.
Tarihsel dönem ve ortaya çıkış şartları çok farklı olsa da evet, Gülen hareketine benzer bir örgütlenme var: AHİLİK.
Ahilik, Orta Asya’dan Anadolu’ya getirilmiş bir lonca teşkilatlanmasıdır. Kuralları ‘fütüvvetname’ adı verilen tüzüklerde açık seçik belirtilmiş esnaf ve sanatkar (zanaatkar) teşkilatlanmasıdır. İlk fütüvvetnamenin 12. yüzyılda Abdullah es Suhreverdi tarafından kaleme alındığı iddia edilir. Bu belgeye can veren felsefenin tasavvuf inancı olduğu açıkça belirtilir.
Ahi teşkilatına girmek için bir sanat veya ticaretle uğraşmak veya bunların dışında bir meslek sahibi olmak gerekiyordu. Yani aylakların ve iyi ahlak sahibi olmayanların teşkilatta yeri yoktu. Ahilik dergahlarında tarih, edebiyat, tasavvuf, önemli kişilerin hayatı, Türkçe, Arapça ve Farsça öğretilirdi. Daha sonra, çalışma zorunluluğu dışında ahiliğe katılmak için meslek veya iş kolu sınırlaması kaldırıldı.
İnsana verilen değeri göstermek üzere, insan ve hayvan öldürenler (kasaplar), hırsızlar, zina yaptığı ispat edilmiş olanlar ahi olamazlar. Dinsizler örgüte alınmaz, ama aşırı sofuluk da kabul görmez.
Üyelerin tüm insanlara sevgi ve saygıyla davranması, bilginin peşinde koşması, sabır, hoşgörü, dostluk, dayanışma anlayışına sahip olması ve dünyevi hazların esiri haline gelmemesi beklenir. Tabii örgüte bağlılık ve ketumiyet de her ezoterik hareketin niteliklerindendir.
Ahilik felsefesinin altı temel ilkesi vardır:
1- Elini açık tut (paylaş)
2- Sofranı açık tut (cömert ol)
3- Kapını açık tut (konuksever ol)
4- Gözünü bağlı tut (başkalarının hatalarını görmezden gel, arsız olma)
5- Beline sahip ol (namuslu ol)
6- Diline sahip ol (iftira etme, kimseye hakaret etme, terbiyeli ol)
Bu ahlak anlayışı ve bireysel terbiye ile hareket eden insanların çevrelerinde güven uyandırmaları kaçınılmazdır. Öte yandan ahilere duyulan güven sadece bireysel nedenlere dayanmaz. Yaptıkları işe saygı duymaları, işlerinin hakkını vermeleri (mesleki özenleri) ve toplumsal faydayı gözetmelerinin de bu teşkilata ve mensuplarına duyulan güvende önemli bir payı vardır.
Ahilik sadece bireysel bir yaşam felsefesi içermez, toplumsal örgütlenme ve sosyal ilişkilerin düzenlenmesi konusunda da ahiliğin rolü vardır. Ahiliğin ortaya çıktığı çağda Anadolu’ya göç eden Türkmen boyları, göçerlikten kent yaşamına geçiyorlardı. Ancak kentler, yerli ve genellikle Müslüman olmayan halkların yaşadığı yerlerdi. Türk ve Müslüman nüfus, yerleştikleri ve kendilerine yabancı olan kentlerde ancak dayanışarak ve ekonomik güvence sağlayarak tutunabilirlerdi. Bunun için yerleşik kentli nüfusla rekabet etmeleri gerekiyordu. Ahilik, bu rekabette örgütlülük, mesleki hazırlık ve ilkelilik ihtiyaçlarını karşılamak için devreye girdi. Böylece hem ticaret ve zanaatlar gelişti hem de kentlere yerleşen Türkler, bu alanlardaki faaliyetleriyle kent ortamına uyum sağladılar ve bir güç haline geldiler. Bu anlamda Ahilik bir kent kültürü, daha doğrusu, kentle bütünleşme kültürüdür.
Gülen hareketinde de kırsal alandan göç edenlerin kent kültürüne uyumu, eğitim ve ekonomik girişimler sayesinde etkinleşmeleri olgusunu gözlemleriz. Ahilik, bu benzerliğin yanı sıra felsefesi ve temel ilkeleri açısından da Gülen fikriyatına yakınlık arz etmektedir. Bir Anadolu Türk olgusu olan Ahiliğe Arap Yarımadası’nda ve İran’da rastlanmaz. Sufizmi veya tasavvuf felsefesini benimseyen bir dayanışma kümesi olan Ahiler, ekonomik güçleri, yaydıkları güven duygusu ve ahlakı öne çıkaran bir meslek örgütlenmesi olmaya gösterdikleri özenle Anadolu’da büyük bir sivil teşkilatlanma gerçekleştirmişlerdir. İşin ilginç yanı, bu örgütlenme devlet dışında ve bir devlete dayanmadan oluşturulmuştur. Bu özelliği ile de Gülen topluluğu ile Ahilik birbirine çok benzemektedir.
Ahilikte teşkilat içinde gerçekleşen mesleki eğitim, Gülen topluluğunda teşkilat dışında gerçekleşiyor. Topluluk üyeleri dünyanın dört bir yanında çeşitli görevler üstleniyorlar. Bunlardan bir bölümü eğitsel, bir bölümü ekonomik görevler alıyor. Ama bu iki işlev arasında geçişlilik var. Bir de eşgüdümü sağlayan yöneticiler kümesi var. Dünyaya yayılmak dışında Gülen hareketi ve Ahilik teşkilatlanması benzerlik arz ediyor.
Ahilikte cemaat liderliğine denk olan ‘Ahi Baba’, seçimle iş başına gelirdi. Onun buyruklarına, fütüvvetnamede belirtilen ilkelere uygun olduğu için kesinlikle uyulurdu. Padişahtan veya yerel Emir’den gelen doğrudan bir emir yoksa veya kimi zaman savaşlarda olduğu gibi merkezi otorite dağılmış veya kaçmışsa (Moğol istilaları döneminde olduğu gibi), Ahiler bulundukları yörenin yönetim işlerini de üstlenirlerdi. Hatta bu görevi üstlenmeleri, bulundukları mahalli fiilen istilalara karşı korumak biçiminde de olurdu.
Ahiler, ‘yaran odaları’ denilen yardım kuruluşları ile köylere kadar nüfuz emişlerdi. Vakıflar kurarak yoksul, yoksun ve yardıma muhtaç olanların imdadına yetişiyor, onların çocuklarının meslek edinmesine vesile oluyorlardı. Bu hizmetlerin aynısının Gülen topluluğunda da yerine getirildiğini görüyoruz.
Ahilikle geçerli olan yükselme (mertebe alma) törenlerinde tekrarlanan sözlerle FGH’nin bu kitapta alıntılanan öğütleri arasındaki benzerlik de ilgi çekicidir: Ticarette sadakat ve doğruluk, esnafa ve müşteriye saygı, malına hile karıştırmamak, malındaki ve hizmetindeki kusuru ve eksiği müşteriye bildirmek ve kimsenin zararına çalışmamak, muhtaçlara veya darda olanlara yardım etmek, alimlere saygı, küçüklere sevgi, halka şefkat, güçsüze merhamet, kimseye eziyet etmemek, kalfa ve çıraklara kendi çocuğu gibi muamele etmek ve son olarak Ahilikte padişaha, Gülen’de devlete itaat etmek.
Yönetici otoriteye itaat etmek, her iki teşkilatta da ilke düzeyinde esastır ama her ikisi de varlıkları ve faaliyetleri açısından merkezi otoriteye muhtaç değillerdir ve varlıklarını onun teşkilat şeması dışında sürdürmüşlerdir, Ama toplumsal istikrarı önemsedikleri için merkezi otoriteyle çatışmaktan özenle uzak durmuşlardır.
Özetle, hem Ahilik hem de Gülen topluluğu, Anadolu’nun dışarıda kalmış kümelerine, merkezde yer alma, yükselme, kendilerine güvenme, topumda yer ve statü elde etme imkanı sağlamıştır. Ahilik güçlü Bizans meslek örgütlerine veya yerleşik gayrimüslim sanatkarlara ve tüccarlara karşı Müslüman Türkleri öne çıkarmış, korumuş ve rekabet etmelerine olanak tanımıştır. FGH hareketi de Anadolu’nun köy ve kasabalarından gelen ve statü kazanma imkanı çok sınırlı olan gençlere, kentlerde kendilerine şans arayan mütevazı iş adamlarına ülkelerinde ve dünyada rekabet edebilecekleri ve saygınlık kazanacakları eğitsel ve ticari imkanlar sunmuştur.
Tıpkı Ahilik gibi Gülen hareketi de bir ‘çevre’ hareketidir. ‘Çevre grupları’ merkeze katma ve o merkezi genişletme işlevini yerine getirmektedir. Bu sayede sisteme (ve merkeze) karşı bir duruş sergileyebilecek olan sosyal kesitleri sözü edilen yapıya dahil ederek sistemi hem çoğulculuk doğrultusunda dönüştürmekte, hem de ona dinamizm kazandırmaktadır.
Prof. Dr. Doğu Ergil, Timaş Yayınları “100 Soruda Fethullah Gülen ve Hareketi” adlı kitaptan alınmıştır.
tweet