Hicretin üzerinden on beş yıl geçmiş ve cephelerin adamı Hz. İkrime için de artık vuslat vakti yaklaşmıştı; şehadet arzusuyla cepheden cepheye koşarken huzuru ilahiye gitmek istiyordu. O güne kadar çıktığı her meydanı, kendisini Habîb-i Yârine kavuşturacak bir zemin olarak telakki etmişti ama bir türlü nasip olmamıştı. Habîb-i Kibriyâ’nın adını dört bir yana ulaştırmak için seferden sefere koşmuştu ama şehadet beklediği bu yolda bir türlü aradığını bulamamıştı.
Şimdi yeni bir zemine doğru hareket vardı; Bizans’la yaka-paça olunacaktı. Hiç şüphesiz Hz. İkrime de, Halife Hz. Ömer adına Bizans’a doğru ilerleyen ordunun içine katılacak, bir türlü nail olamadığı güzelliklerle hemhal olabilmek için Yermûk’e doğru yol almaya başlayacaktı.
O günün tek kutuplu dünyasının lideri konumundaki Bizans, büyük bir orduyla gelmişti. Belli ki Yermûk, zor bir dönüm noktasını ifade ediyordu. Başkumandan, yakın arkadaşı Hz. Hâlid idi ve Hz. İkrime de, adına yakışır fedakârlıklara imza atmaya hazırlanıyordu.
Derken iki ordu karşı karşıya gelmiş ve sıra, savaş öncesi yapılması âdet halini alan karşılıklı mübarezeye gelmişti. Çok geçmeden askerler, İslâm ordusu adına mübareze için öne çıkanların, Ka’kâ’ İbn Amr ile Hz. İkrime olduğunu göreceklerdi. Koskoca Bizans ordusu adına öne çıkanların hakkından gelmiş ve Yermûk’ün ilk adımını İslâm’ın lehinde başlatmıştı.
Sonraki günlerde de durum farklı olmayacaktı; Bizans adına önüne gelenin hakkından geliyor ve İslâm ordusunun moralini yükseltecek hamlelere imza atıyordu. Önünde durulmaz ve karşı konulmaz bir arslan gibiydi; gözünü karartmış, yılmadan savaşıyordu! Bir aralık göğsünden ve yüzünden yara aldığı görülecekti; onun bu gözüpekliğini fazla bulup da kendisini uyarmak isteyen arkadaşları:
– Allah’tan kork! Biraz da kendini düşün; kendini bu kadar helâk etme, dediklerinde şöyle hafifçe yüzlerine bakacak ve onlara acı bir tebessümle mukabelede bulunacaktı:
– Daha düne kadar ben, Lât ve Uzzâ için kendimi ortaya koyuyor ve bir hiç uğruna savaşıp aynı şeyleri yapıyordum; ne yani, tam da Allah ve Resûlü için fırsat bulmuşken kendime dikkat etmeye şimdi mi başlayayım! Hayır, hayır; vallahi de ebediyen olmaz; bırakın da şimdi ben, Allah ve Resûlü yolunda ebediyet şerbeti içeyim!
Adeta o gün Hz. İkrime’nin, er meydanında savaşı yeniden inşâ eder gibi bir hali vardı! Günlerdir devam edip de bir türlü netice alamadıkları savaş meydanında, himmetini milletine adamış, adeta tek başına bir ümmet olmuştu. Bir taraftan düşman saflarına doğru kendini salıp ilerlerken, diğer yandan da Bizans ordusuna dönüp şöyle nârâ atıyordu:
– Daha düne kadar ben, her köşe başında Resûlullah’a karşı savaşmış bir adamım; sizinle savaştan mı çekinip geri duracağım!
Önünde durmaya imkân yoktu; düşman saflarına doğru ilerleyip pervasızca aralarına dalıyordu. Sanki er meydanına inmiş, elini tutup da beyat ederken Resûlullah’a verdiği sözü yerine
getirircesine ve yiğitçe savaşıyordu.
Özellikle son gün saçını başını taramış, sanki düğüne gider gibi bir tavır takınmıştı. Gerçekten de o gün, onun için bir zifaf gibiydi; zira o gün Hz. İkrime, Habîb-i Ekremi’ne kavuşacaktı; hem de O’na, yıllardır arzulayıp da candan istediği cepheden, bir fâni için en kestirme yoldan gidiyordu.
Nihayet gözünü karartmış Bizans ordusunun kalbine dalmak üzereydi; arkasında kendisini sevenlerden de aynı şeyi istiyordu:
– Bugün ölümüne and içmeye ne dersiniz!
Onu bu çıkışına şahit olan Başkumandan Hz. Hâlid hemen yanına gelecekti. Belli ki yılların yakın arkadaşı Hz. İkrime’yi kaybetmek istemiyordu; yanına yaklaştı ve:
– Böyle yapma, diye ikaz etti Hz. İkrime’yi. “Böyle yapma! Çünkü bugün burada senin şehid edilip öldürülmen, biz Müslümanlara çok ağır gelir!”
Ancak o kararını çoktan vermişti; Gönlünün Gülü’ne kavuşmak için Yermûk’ü fırsat biliyordu. Bir taraftan büyük bir kararlılıkla hazırlığını devam ettirirken diğer yandan da Hz. Hâlid’e laf yetiştiriyordu:
Belli ki artık kimseyi dinleyecek hâli yoktu. Üzerinde âdeta bayram neşvesi vardı. Kafasına koymuştu; belki de vuslat arzusuyla ne yaptığının farkında değildi! O gün onun bu davetine ilk icabet eden, yine amcası ve kayınpederi Hâris İbn Hişâm olacaktı. Ardından başkaları da gelecek ve o noktadan itibaren hep birlikte, cephede olmanın hakkını vereceklerdi.
Artık İkrime için vakit, vuslata erme vaktiydi; düşman saflarının arasına daldı ve gözlerden kayboluverdi!
Güneş gurûb edip de meydanda olup bitenler ortaya dökülünce, Hz. İkrime de ağır yaralı olarak bulunacaktı; vücudunda yetmiş küsur ok, mızrak ve kılıç yarası vardı!
Onu bu halde bulanlar, hemen alıp yılların yakın arkadaşı ve Yermûk’un başkumandanı Hz. Hâlid’in yanına götüreceklerdi. Onu bu halde gören er meydanlarının bükülmez bileği Hz. Hâlid, büyük bir üzüntü duyacak ve imrenerek baktığı Hz. İkrime’nin başını dizine koyarak hayranlıkla onu uzun uzun seyredecekti.
Çok geçmeden yanlarına, Hz. İkrime’nin oğlu Amr da getirilecekti; diğer dizine de onun başını koyacak olan Hz. Hâlid’in gözünün önünden mazi akıp gider gibiydi; başlarını sıvazlayıp yüzlerini şefkatle okşarken, belki de Allah’ın kudretini tefekküre dalmış, Ebû Cehil’in babalık yaptığı bir aileden ardı ardına böylesi kahramanları çıkaran Rabbine hamd ediyor, kendi adına da benzeri dileklerde bulunuyordu!
Bu sırada yanına, onu Yemen illerinden alıp huzura getiren hanımı Ümmü Hakîm geldi; oğlunun şehâdetinden sonra kocası da ona veda etmek üzereydi. Kim bilir yüreği kaç parça olmuştu ve bu manzara karşısında gözyaşı dökmeye başladı. Teselli etme sırası şimdi İkrime’deydi. Onun bu halini görür görmez, kendini toparlayıp ciddileşti ve ona:
– Sakın ağlama, diye tembihte bulundu. Arkasından da:
– Zira ben, zaferi görmedikçe ölmeyeceğim, dedi. Bu yönüyle o, Hakk’a yürürken bile İslâm’ın izzetini düşünecek kadar bir keyfiyet insanı olduğunu gösteriyordu.
Çok geçmeden bulunduğu yere, amcası ve kayınpederi Hâris İbn Hişâm da getirilmişti; o da ağır yaralıydı. Ağır yaralıydı ama onun derdi de farklı değildi; sanki bayram yerine gider gibi bir neşve içindeydi. Onun gönlü de hep İslâm’ın izzetiyle doluydu. Gözlerinin içi gülüyordu. Yanında son demlerini yaşadığını gör- düğü damadına döndü ve:
– Müjde, dedi. “Allah (celle celâlühu) bize zafer nasibetti!
İkrime’nin beklediği müjdeydi bu ve bu müjdeyi alan İkrime’nin ayağa kalkmak istediği görüldü.
Ayağa kalkmak için yanındakilerden yardım talep ediyordu. Üzerinde, huzurda bulunmanın hassasiyeti vardır. Belli ki Resûlullah temessül etmişti. Büyük bir ihtiramla ve güçlükle kıpırdattığı dudaklarından şu cümleler dökülür:
– Yâ Resûlallah! Sana vermiş olduğum sözü yerine getirebildim mi? Râkib-i Muhâcir’in, Sana verdiği sözü yerine getirdi mi?
Müthiş bir muhasebeydi bu. Yemen’den geldiği gün Allah Resûlü’ne verdiği sözü hatırlatıyordu.
Âlem şahit ki o, bu sözü yerine getirmişti. Yine de boynu bükük duruyordu; halinde, ‘Kendimi affettirmiş olarak huzuruna gelebilir miyim?’ dercesine bir duruş hâkimdi. Kendini hâlâ bırakmamış, olması gerektiği yerde duruyor ve Yüce Dergâh’a yöneliyordu; Hz. Yûsuf misali:
– Allah’ım! Canımı Müslüman olarak al ve beni de salih kullarının arasına ilhak et,diye dua ettiği duyuldu. Aynı zamanda bu, dünya kelamı adına onun son cümlesiydi.
Şehadet şerbetini içmek üzere olduğu bu demlerde canı su istemişti; rahmet-i Rahmân’la serinlemek üzereyken belli ki dünyadan son nasibinin de bir yudum su olmasını murad ediyordu.
Onun bu arzusunu duyan ve aynı talepte bulunup da kendisine bir matara uzatılan amcası ve kayınpederi Hâris İbn Hişâm, ağzına götürdüğü matarayı:
– Bunu ona verin, diyerek yeğeni ve damadı İkrime’ye götürmelerini söyleyecekti.
Kendisine uzatılan bu matarayı tam dudaklarına götürmüştü ki, ileriden bir başkasının da aynı dertten muzdarip olduğunu ifade eden sesi yükseliyordu:
– Su!
Gözünün ucuyla sesin geldiği yöne baktı; sesin sahibi, diğer amcası Ayyâş İbn Ebî Rebîa idi. Hz. İkrime’nin susuzluktan çatlayan dudakları da hareket ediyordu; eğilip ne dediğini anlamak istediklerinde, onun da:
– Bunu ona götürün, dediğini duyacaklardı.
Son talebini de yerine getirmiş, uzattığı matarayı Hz. Ayyâş’a götürmüşlerdi. Ancak artık çok geçti; zira Hz. Ayyâş son nefesini vermişti. Matara elde kalakalmıştı.
Bari öncekiler deyip Hz. İkrime ve Hz. Hâris’in yanına geldiklerinde onların da aynı durumda olduklarını göreceklerdi; o gün Hakk’a yürürken bile fedakârlık adına dünyaya ders veren Yermûk’ün kahramanları çoktan pervâz etmiş, dünya ile ukbanın arasındaki o incecik perdenin öbür tarafına geçmişlerdi.
Şehid olduğu gün Hz. İkrime, altmış iki yaşındaydı.
Ümit Kesmez’in “Fethin Mü’minleri” adlı kitaptan
tweet