Nübüvvet gibi ağır bir görevle tavzif edilen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz bir beşer olarak insanlardan gördüğü muameleler ve karşılaştığı sıkıntılar karşısında daralıp bunaldığında bir yavrunun annesine sığınması misali kendini namazın kucağına atar, onunla rahatlar ve açılırdı.
Namazla Rabbinden yardım talebinde bulunur ve böylece aşılmaz gibi görünen nice mânileri aşardı. Hadiselerin getirdiği tazyîkâta karşı namazı kalkan olarak kullanır ve Hz. Bilal’e, “Erihnâ ya Bilal! (Bizleri rahatlat ya Bilal!)” diyerek ezan okumasını rica ederdi. Namazı diğer enbiyanın gördüğü gibi sığınılacak bir emniyet ve üns limanı olarak görür ve onun verdiği kuvve-i kudsiye ile nice badireleri aşardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz inşa ettiği medeniyetin merkezine mescidi koymuştu. Mekke’de ataları Hz. İbrahim ve İsmail’in bina ve tamir etmiş oldukları Kâbe vardı ama misyonunu icra edemiyordu. İçi putlarla kirlenmiş olup etrafı da güvenli değildi.
Allah Resûlü bu şehirde alnını güvenle koyacağı bir mabed ve mescid bulamamış bunun için Medine’ye hicret etmişti. Henüz şehre girmeden, kuracağı medeniyetin ipuçlarını verircesine ilk önce Kuba mescidi, daha sonra Cuma mescidi birkaç ay sonra da kendi mescidini inşa etmişti. Yani merkeze namazı ve mescidi koymuştu.
Medine’de hayat artık Mescid-i Nebi’nin etrafında dönüyordu. Müminler ibadetlerini bu mekânda ifa ettikleri gibi pek çok projelerini de bu kutsal mekânda görüşüp sonra tahakkuk safhasına geçiyorlardı.
Allah Resûlü eşleri Hz. Âişe ve Sevde annemizin odacıklarını dahi mescide bitişik yapmıştı. Vefat ettiğinde Âişe annemizin odası O’nun makberi olacak ve kıyamete kadar mescitte okunan ezanları oradan dinleyecekti.
Allah Resûlü mescitlerde simaları secdelerinin aydınlığıyla ışıl ışıl parlayan altın bir nesil yetiştirdi. Bu talebeler öylesine maharetli bir muallimin rahle-i tedrisinde eğitim almışlardı ki çok kısa denilebilecek bir sürede dünyanın dengelerini değiştirdiler.
Önce Cahiliyenin zifiri karanlığı ile mağmum ve kirleriyle mülevves Arap Yarımadası sonra da civardaki coğrafya bu kudsilerin taşıdıkları meşalelerle aydınlığa kavuştu ve bâtıla ait her ne varsa temizlendi.
Çekirdekleri namazda saklı tesbih, hamd ve tekbir sesleri artık farklı iklimlerde yankılanmaya başlamıştı. Allah’ı tesbih eden, O’na hamdeden ve O’nun adıyla ezanlar okuyup tekbir getiren müminler yetişti İslâm’ın ulaştığı bereketli topraklarda.
Resûlullah inşa edeceği medeniyetin merkezine secdeyi yani mescidi koyunca oradan bir vicdan medeniyeti yükseliverdi. Müminler alınlarını toprakla yüzleştirip Allah karşısında iki büklüm oldukça Allah da onları aziz kıldı.
İnsanlığın İftihar Tablosu mübarek başını ayaklarıyla aynı noktada birleştirdikçe acz ve fakrın en büyük sermaye olduğu kazındı zihinlere.
Nihayetinde İslâm medeniyeti Allah’ın izni ve tevfikiyle tıpkı bir ekin gibi kısa sürede boy atıp gelişti. Müminler bütün bu gelişmelere şükürle mukabele ederken kâfirler de gayzından çatlayacak hâle gelmişlerdi.
Diğer taraftan ömürleri boyunca Allah için secde etmenin zevkini tatma fırsatı bulamayan Ebû Cehiller, Utbeler, Firavunlar, Nemrutlar, içlerinde biriktirdikleri kin ve nefretle çukurlarına yuvarlanıp gittiler.
Alnı secde görmeyen bencil ve egoist insanlardan müteşekkil bir cemaatin doğurgan ve bereketli bir medeniyet inşa etmesi de kuru bir ütopyadan başka bir şey olamazdı zaten.
Medine’yi namazla ihya eden Allah Resûlü, yıllar sonra Mekke’yi fethettiğinde Kâbe’yi de putlardan temizlemiş, o mukaddes mekânı tesis gayesine hizmet edecek şekle sokmuş ve şehirlerin anası sayılan Mekke’de Mescid-i Haram’ı merkez noktaya koymuştu.
Ali Balkan’ın ” Namaz Aşıkları” adlı kitaptan
tweet