-Allah’ın helal kıldığı çerçevede yeme-içme, rahat etme; israf, lüks ve fanteziye girmemekle beraber Cenab-ı Hakk’ın lutfettiği nimetlerden meşru dairede faydalanma; cismaniyet ve maddî hayat itibariyle onları kullanma duygusu hem kula verilmiş bir hak hem de insan olmanın muktezasıdır. Eğlenme de helal dairesinde kalmak ve harama bulaşmamak şartıyla bu kategoride değerlendirilebilir.
-Asr-ı Saadet’te ata binme, koşu yarışı, deve müsabakaları, atıcılık ve bazı yerlerde de yüzme türünden sporlar yapılmıştır. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, Hazreti Âişe ile zaman zaman koşu yarışı yaptığı, bu yarışları teşvik ettiği; kuvvetliliğiyle tanınan Rükâne adındaki sahâbîyle güreştiği ve onu yendiği; ok atmayı ve biniciliği öğrenmeye teşvik ettiği; hatta kazananlara zaman zaman maddî ödül verdiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, Rasûlullah Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) bayram günü kendi aralarında def çalıp mersiyeler söyleyen cariyelere izin vermiş ve Habeşlilerin mızraklarla yaptıkları gösteriyi Hazreti Âişe ile birlikte seyretmiştir.
-Dinimizde, gayr-i meşru eğlencelere, kasdî ve iradî olarak lâubâlîliğe, birilerini güldürmek için şakalar yapmaya, ölçüsüzce gülmeye ve güldürmeye, dolayısıyla zamanı israf etmeye müsaade yoktur. Bununla beraber, bazı hak dostlarının, sürekli marifet ufkunda bulunmaları itibarıyla hep mehabet ve mehafet yaşayan müritlerine biraz nefes aldırmak ve tam canları gırtlaklarına geldiği sırada onlara oksijen yudumlatmak için espri ve nüktelere başvurmaları türünden, bazen hikmet edalı olan ve belli bir gayeye matuf dile getirilen mizah diyebileceğimiz türden latife, nükte, kıssa ve menkıbelerin anlatılmasında da bir beis olmasa gerektir.
-Sahabe-i kiram efendilerimiz, dinin i’lası yolundaki vazifelerini eksiksiz yapmak ve ibadet ü taat tavrıyla Habib-i Kibriya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) benzemek için ölesiye bir gayret sarf ediyorlardı. Fakat bazen bu hal ve gönüllerinde duydukları sorumluluk onlara çok ağır geliyordu. Bundan dolayı, bir gün onlar Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek kendilerine az soluk aldıracak bir kıssa talebinde bulunmuşlardı. Onların bu istekleri murad-ı ilâhiye muvafık düştüğünden Cenâb-ı Hak da sûre-i Yûsuf’u indirmişti.
-Televizyon ve İnternet gibi, derin düşünmeden ve fikri zorlamadan bilgi elde etmeye yarayan ama bugün çokları tarafından oyun ve eğlence için kullanılan teknoloji ürünleri kitap okumanın yerini almaktadır ki, günümüzün nesillerinin sığlaşmasına yol açan en büyük tehlikelerden biri de budur. Zira, bilgisayar ve İnternet’le iştigali bir hobi haline getirmek, insanın zihnî müktesebatına zarar vereceği gibi, çoğu zaman bilhassa gençlerin iffetsizliğe düşmelerine ve hatta bazı yuvaların yıkılmasına da sebep olur.
-Belli kural ve kaideler çerçevesinde karşılıklı konuşma, herhangi bir hakikatin/hakikatlerin vuzuh ve inkişafı adına fikir teâtîsinde bulunma diyebileceğimiz ‘münazara’, aynı kanun ve esaslara dayanarak beyin fırtınası yaşamanın, müşterek düşünmenin, insaflı ifade ve beyanın ayrı bir unvanıdır. Biraz daha açacak olursak, münazara, iki veya daha fazla münazırın, herhangi bir konuda, okunup yorumlanacak bir obje, bir nesne vesaireyi doğru okuyup doğru yorumlamak suretiyle gerçeğe ulaşma gayreti; münazara esnasında ortaya konan mülâhaza ve bu mülâhazalara bağlı çağrışımların vaad ettikleri de nazar-ı itibara alınarak tam bir hakperestlik hissiyle bütün bir düşünce gücünün gerçeği bulmaya teksif edilmesi ameliyesidir. Kanaatimce, bu türlü münazaralar, bilgi yarışmaları ve bilim olimpiyatları, “keyifli hevesat” ihtiyacını karşılama noktasında gençlerin önlerine konabilecek en önemli alternatiflerdendir.
-Günümüzde, görev ve meslek dışında severek yapılan, dinlendirici çalışmalara hobi deniliyor. Aslında hobi, bir yönüyle heva ve hevesin rüzgarını arkaya alıp iş yapma demektir ki, bu mesele gençlerin her türlü gelişmesi noktasında da işletilebilir.
-Leyla Hanım, “Hevâ-yı nefsime uydum, pek çok günah ettim / Huzura hangi yüzle varayım ya Resûlullah!” der. Onunla aynı ufku paylaşanlar, suç ve hatalarını itiraf etmişlerdir. Heyhat ki, bugün ekseriyet bu itirafı dile getirmese de, toplumumuz hiçbir zaman bu çağda olduğu kadar cahil kalmamış, derbeder olmamış ve fikrî bir iflas yaşamamıştır.
-Yaşı açısından daha küçücük bir çocuk iken, Allah Teâlâ’nın hususî lütuflarına mazhar olan ve kendisine hikmet verilen Hazreti Yahya (aleyhisselam) neslimiz için en güzel örneklerden birisidir. Rivâyete göre; yaşıtı olan çocuklar, “Yahya, gel, sen de bize katıl; beraberce oynayalım!” dedikleri zaman, “Ben, oyun için yaratılmadım” diyen Aziz Nebî, oynamak çocukların şiarı olmasına rağmen, kendisi daha o yaşta hilkatin gayesini kavramış, dünyevî meşgalelerden mümkün olduğunca uzaklaşmış ve yaratılış hikmetine uygun bir gidişâtı ihtiyar etmiştir.
-Hazreti Yahya’nın o inceliğini ziyadesiyle Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’de de görmek mümkündür. O da ilk yıllarında zaman zaman çocukların arasına karışmıştı ama hep bir nezafet, nezahet ve üstünlük sergilemişti. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) daha altı, yedi yaşlarındayken üzerini değiştireceği zaman amcası Ebu Talib’e, “Amca üzerimi değiştireceğim, lütfen sırtını dön.” diyecek ölçüde bir hayâ ve iffet abidesiydi.
Bir iffet ve fetanet abidesi olan Hazreti Yahya, bizim için de örnektir ve onun “Oyun için yaratılmadım!” düşüncesinin bize ifade edeceği çok mana vardır.
Herkul.org adlı siteden alınmıştır.