(Hocaefendi’nin Sohbetlerinden Seçmeler)
Hocaefendi, “Temsil, İslam’ı kılı kırk yararcasına hassasiyetle yaşamakla olur” diyerek temsilin sınırlarının ne kadar geniş olduğunu ifade ediyor ve sohbetlerinde, yazılarında devamlı İslam’ı titizlikle yaşamaya teşvik ediyor.
Diğer taraftan İslam gibi her meselesini akla, mantığa tasdik ettiren bir dinin yeterince bilinip kabullenilmemesini de müntesiplerinin vefasızlığı, hasımlarının da amansızlığına bağlayarak, M. Hamîdullah Hoca’nın İzmir Y. İ. Enstitüsü’nde verdiği bir konferans sonrasında, “İslam’a en çok zarar verenler kimlerdir?” sorusuna verdiği şu cevabı münasebet geldikçe hatırlatıyor. O cevap, “İslam’ı yaşamayan müslümanlardır.”
Yine bununla alâkalı olarak, “Her şeyden önce inananlar doğru inanmalı ve birer muhasebe insanı olmalıdır. İslam’ı gadre uğratan iki cephe vardır: Birisi, onda sürekli şok tesiri yapacak taarruzlar peşinde olan kin ve inat cephesi, diğeri de müslümanlığı yolda bulmuş, kültür müslümanlığı tavrı sergileyen vefasızlar cephesi.” diyerek müslümanlığın anneden babadan intikal etmiş bir kültür anlayışıyla temsil edilemeyeceğini vurguluyor.
Buna mukabil, “Kabe’nin etrafından alın da bizim evlerimize kadar her tarafta, müminlerin ihsan duyuşlu bir duruş ve samimi bir tavır sergilemesine dünyanın ihtiyacı var. İhtiyacı var; zira yeryüzü asıl ses ve sadâsını, gökte meleklerin duruşunun ve mele-i âlânın sâkinlerinin yüreklerinin çarpışının aks-i sadâsı olan ‘mümince tavır’da bulabilecektir. Zaten Müslümanların inandırıcılığı da o zaman gerçekleşebilecektir” diyerek İslam’ın mümince tavırla temsil edilebileceğine dikkatleri çekiyor.
Hocaefendi, Hazreti İsa’nın (aleyhisselam) havarilerinin ve ashab-ı kiram efendilerimizin başarısını da onların samimi temsillerine vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Evet, onbir havarinin bütün dünyayı sarsmalarındaki büyü, samimiyetleridir, hallerindeki inandırıcılıktır. Sahabe efendilerimizin kısa zamanda bütün dünyaya iman nur götürebilmelerinin en önemli sebebi de mümince tavırlarıdır.”
Yine bu mevzuda, “Canlılığın asıl merkezi, insanın içidir, gönlüdür, iç derinlikleridir. 1 Bunlar dışa aksedince saatin iç dinamiklerinin akrebi ve yelkovanı harekete geçirdiği gibi kendilerini hissettirir. İşte İslam dünyasının eksiği ilim değil, teknoloji değil, zenginlik değildir. Te’sirli bir şey varsa, o da haldir, keyfiyet derinliğidir. Engin bir gönül dünyasının oturuşa, kalkışa, yürüyüşe, duruşa yön vermesidir. Bizim eksiğimiz mü’mince görüntüdür.” demektedir.
Hocaefendi, Ku’an-ı Kerîm’in de ancak onu temsil edenlerle, onu hayatına hayat yapanlarla anlaşılabileceği kanaatindedir. Bu kanaatini de şu sözleriyle dile getirir: “Bizim Kur’an-ı Kerîm’e muhtaç olduğumuz kadar, Kur’an da kendisini ifade etme adına, samimi ve gönlü Kur’anlaşmış insanlara ihtiyacı vardır. Bütün ihtişamıyla yüksek raflarda, kadife bohçalar içerisinde muhafaza edilen Kelam-ı İlahî, öpülüp başlara konan bir kitap olsa da, eğer onu temsil eden insanlan yoksa, o kendini anlatamıyor demektir. Kur’an her zaman vardı ve indiği andan itibaren de mücessem bir ruh halinde insanlara rehber oldu. Fakat gördüğünüz gibi onun sesi bazen gürül gürül çıktı, kevn ü mekanı inletti, çınlattı; bazen de ağzına fermuar vurulmuş gibi sustu, harem odalarına kilitlendi, kadife mahfazalar içinde hep bağlı kaldı.
Evet, bizim Kur’an’a çok ihtiyacımız var. Fakat şunu da unutmamak lazımdır ki; nazarî bilgileri hayata geçirecek canlı, şuurlu ve iradeli varlıklara/temsilcilere ihtiyaç vardır.
İşte Kur’an, bu canlı, şuurlu ve iradeli temsilcilerini bulamadığı her devirde hazîn bir gurbet yaşamıştır, bugün de yaşamaktadır. O mükemmel Kitap ancak mükemmel bir temsilci kadrosuyla sesini soluğunu duyurabilir. Eğer, onun sesini gerçekten aksettirecek insanlar olsaydı, ilk nefeste onu duyar, ikinci nefeste de seslerini ta gökler ötesine duyururlardı. Ve melekler, “meğer yerde ne gönül erleri, ne kahramanlar varmış derlerdi.”
Hocaefendi, İslam’ı iyi temsil edemeyişimiz karşısındaki üzüntüsünü de şöyle seslendiriyor: “Maalesef, günümüzde İslamı araştıran, dinimize sıcak bakan insanlar bize takılıyor. Kendimizi Cenab-ı Hakk’ın adını yüceltmeye tamamen adasak, dinin bir aksesuarı haline gelsek ve insanlar bize takılmasa, onların hakikatle buluşmaları daha kolay olacaktır. Ve esas olan da, aradan çekilmek, aradaki engelleri berteraf ederek insan gönlüyle Allah’ı (celle celâlühû) buluşturmaktır.
Ama biz arada olunca, düşüncelerimiz, tavırlarımız, hallerimiz araya bir engel gibi girince insanlar bize takılıyor, haylûlet oluyor, küsuf-husuf yaşıyorlar.”
Aslında Hocaefendi’nin, Adannmış Ruhlar, Günümüzün Karasevdalıları, Bir Sorgulama, Gönül Dili Hal Şivesi, Allah Karşısındaki Duruşuyla Mümin gibi nice yazıları, nice vaaz ve sohbetleri bizi hep İslam’ı en hassas şekide yaşayıp en güzel şekilde temsil etmeye teşvik eden çırpınışlardır. Rabbimiz’den o çırpınışları boşa çıkarmamasını niyaz ederiz.
Yazımızı Hocamız’ın bu mevzuda kulaklarımıza küpe olacak şu cümlesiyle noktalayalım:
“Hasılı, her birimiz, Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hatırına, dinimiz ve insanımız hatırına bize bakanlara, ‘Yalan yok çehrelerinde’ dedirtmeli ve muhataplarımızı, “Eğer bu insanları böyle yüksek bir karakter ve ahlaka ulaştıran sâik dinleri ise, onları dini de yalan olamaz” hakikatine ulaştırmalıyız.
1 Bu konu, Yağmur Dergisi’nde baş makale olarak yayınlanan Gönül Dili Hal Şivesi isimli yazıda bütün teferruatıyla, fevkalade güzel bir şekilde anlatılmıştır; birkaç arkadaşla beraber müzakere ederek okunabilir.