Önden Giden Atlılar yıllar ve yıllar boyu hemen her fırsatta şanlı mazimize, ülkemize, ülkümüze, evimize, köyümüze, kadınımıza, erkeğimize, örfümüze, adetimize hasılı herşeyimize destanlar kesmiş ve “bizimle aynı memeden süt emmeyenler buna inanmasalar da” kaydını koyarak o günlerin yeniden yaşanmasının hayal olmadığını anlatmaya çalıştım. Zira inanıyordum, bir süreden beri tarih ve tarihî değerlerin hafife alınıp geçmişe sövülmesine, ülkenin bir baştan bir başa harabelere çevrilmesine, iyilerin, faziletlilerin hor ve hakir görülüp, fenaların ve fenalıkların alkışlanmasına rağmen, bu ülke insanının şanlı mazisinden kopmayacağına va Allahından, Peygamberinden ayrı düşmeyeceğine.
İnanıyordum; insanımızın Yüce Yaratıcı ile arasına konan bütün engelleri aşıp, O’na yaraşır ve yakışır bir tarzda yeniden kendini bulacağına.
İnanıyordum; ilme, inanca, düşünceye açık, gayretli dimağların, o muhteşemlerden muhteşem tabiat kitabını yeniden bir kere daha didik didik edeceğine.
İnanıyordum; aradan yıllar ve yıllar geçse de bir gün mutlaka yitirdiğimiz ruhumuzun geriye dönüp ülkemizi, milletimizi, insanlığımızı ipotek edilmişlikten kurtaracağına.
İnanıyordum; gündüzü kadar gecesi de o şanlı günlerimizin aydınlığına denk “eyyamullah” diyeceğimiz o ışıktan çağların dönüp geleceğine, köy-kent, şehir-kasaba her tarafın bir kere daha İrem bağları gibi cennetlere döneceğine.
İnanıyordum; bize ait o lâhûtî sessizlik ve sükûnetin hâkim olduğu sabahıyla-akşamıyla, gecesiyle-gündüzüyle ayrı bir huzurun tüllendiği, içinde yaşayan kadın-erkek, genç-yaşlı herkesin dilinden-dudağından dökülen söz ve amellerle ilâhî bir iklime çağrı yapan bizim dünyamızın yeniden ihya edileceğine.
İnanıyordum; bağı-bahçesi, çarşısı-pazarı, sokağı ve evleriyle ma’na edâlı, huzur ve güven televvünlü renkli günlerimizin dönüp geriye geleceğine.
Ve inanıyordum; kendi ruhundaki dinamiklerden güç, “Altın Çağ” insanından feyz alan, vesâyet bilmeyen, öz kaynaklarından beslenen, mefkûresine ibadet hassasiyeti içinde bağlı, ilimde, sanatta, fikirde, siyasette yani hayatın her sahasında liyakatıyla kendine yer bulan, cismaniyet ve nefsanîliğe rağmen rûhânîlerin kendilerine gıpta ile baktğı, esnafıyla-memuruyla, siviliyle-askeriyle, beyiyle-çobanıyla bütün milletimizin yeniden kendine geleceğine, asırlık uykudan uyanıp; ‘ben de buradayım’ diyeceğine.. evet bütün bunlara inanıyordum.
Gerçi, bir takım bedbin ve karamsar insanlar bunlara inanmadı. Hayal dedi, düş dedi ve göremediler her şeyin bir inayet eliyle hazırlandığını; farkedemediler; herşeyin kelepleşip tarih şuuru tığının ucunda ve yepyeni bir kaneviçe ile irtibatlandığını; hep takılıp kaldılar sebepler dünyasındaki şeylere. Oysaki bir de Kudreti Sonsuz’un kainatta hâkim olan teennisine bakmalıydılar. Evet O’nun, “ol” emriyle cihanı bir kerede var edebilecekken, kainatı altı zamanda yarattığına.. yavruyu anne karnında onca çile ve ızdırapla aylarca tuttuğuna.. denizlerin derinliklerinde mercana nice kanlar kusturduktan sonra günyüzüne çıkma izni verdiğine bakmalı değiller miydi?!
Elinizde tuttuğunuz bu kitap, yıllar ve yıllar boyu gelişini intizar ettiğimiz bazen “örnekleri kendinden” sözcükleriyle seslendirdiğimiz, bazen “inanıyoruz” ifadeleriyle anlattığımız rüyaların, hülyaların tahakkuk etmesi için anadan-serden geçen o gül yüzlü yiğitlerin, adsız kahramanların ve adanmış ruhların dâsitânî hayatlarından sadece bir kaç damla.
Aslında bu kitapçık gençliğin, gençlik ruhundaki dünyevî arzu ve emellerin karşı konulmaz câzibe ile herkesi kendine çektiği, cismaniyetin insanî duygu ve düşünceleri baskı altına aldığı, hayatın o en mavimtırak demlerinde, değişik istek ve dürtüleri bastıran, bir başka vuslat iştiyakıyla uçup gidenlerin ve bir kaç asırlık hasretimizi dindirme adına ‘ben de varım’ diye yollara düşenlerin, yollara düşüp geriye dönmeyenlerin sergüzeştlerinden sadece bir kaç kare…
Evet, candan-cânandan geçmiş bu yiğitler ne kendilerine takıldı, ne de önlerini kesen engeller karşısında dize geldiler; yüreklerinde renk atmayan tek sevda Hak rızası ve Hakk’a vuslat arzusu ile yürüdüler dünyanın en ücra köşelerine. Onlar yürüdü; yollar övündü, rûhânîler sevindi ve tabiî bütün şeytanlar da dövündü… Yürüdüler ne atları vardı ne arabaları, ne silahları vardı ne de cephaneleri. Güç kaynakları, sinelerinde her zaman mağmalar gibi köpürüp duran o müthiş iman ve heyecan, ufuklarında insanlığın mutluluğu ve tabiî rıza ve rıdvan; bahtları sahabi ve havari bahtına eş; iffet ve ismetleriyle de rûhânîlerle kardeş haline geldi ve destanlık birer konu, solmayan birer hatıra oldular.
Bu aydınlık ruhlar sayesinde kupkuru çöller İrem bağlarına döndü, pek çok kömür ruh elmasa inkılap etti, taştan-topraktan tabiatlar altın ve gümüş olma payesine yükseldi ve yükselmeye de devam ediyor; -inşaallah- da edecek.
Bizim şanlı mazimiz içinde her nedense tarih yazma, tarih yapma ölçüsünde kaale alınmamıştır. Osmanlı’nın siyasî, kültürel, askerî hemen her alanda en çaplı tarihini yazanların yabancılar olması tesadüf olmasa gerek. Bu açıdan Harun Tokak Bey’in “Önden Giden Atlılar” deyip, Türkiye’den Sibirya’ya, Moğolistan’dan Amerika’ya, Bosna’dan Kongo’ya, Kazakistan’tan Endonezya’ya, Mısır’dan Rusya’ya kadar göç eden bu hicret erlerini ve bu mefkûre insanlarını anlatmasının bir boşluğun doldurulmasına hizmet edeceğine inanıyorum.
Bir zamanlar, bu iş için “vira bismillah ” deyip işe başlanmasını tarihe not düşmek ve böyle tarihî kahramanlıklar sergileyenlere vefa borcumuzu ödemek için, ifade ve üslup nasıl ve hangi seviyede olursa olsun, mutlaka bunun yapılması gerektiği, aksi takdirde bu ihmalin sadece karasevdalı bu hasbîlere değil, hasbîlik duygusuna, civanmertliğe, diğergamlığa da saygısızlık olacağı ifade edilmişti ki, fevkalade yerindeydi. İşte bu dilekleri gerçekleştirmek için sahasında ilk olmayan ama son da olmamasını temenni ettiğim bu ve benzeri çalışmalar, aydınlık yarınlara doğru yürüdüğümüz bu günlerde böyle bir şeyin yapılması çok önemlidir ve gelecekte takdirle yâdedilecektir.
Fethullah Gülen
(Önden Giden Atlılar adlı kitaba Önsöz)