Türkiye bağlamında üç tür İslami liderden söz edilebilir:
Birincisi “ulema geleneğinden gelen toplumsal seçkindir. Bunlar Arapçayı konuşur, fıkhı ve diğer İslami ilimleri bilirler; Kuran’a, Sünnet’e, Hadis’e ve dinin diğer kaynaklarına hâkimdirler. Ancak bu Âlimler sadece geleneksel İslami bilgiyi halka aktarmıştır. Formasyonları hem tekrarlayıcı hem de kalıpçıdır; işlevleri geleneksel İslam’ın mevcut statik çatısını muhafaza etmektir. Bir din olarak İslam’ı yorumlamazlar.
Diğer yandan 1980’lerden sonra yeni bir İslami aydınlar grubu oluştu. Bunlar medrese sisteminden değil seküler eğitim sürecinden gelen entelektüellerdir. Sadece Kuran ve Hadis temelli çalışmamaktadırlar; Batılı bilgiye hâkimdirler ve Karl Popper, Ivan Illich, E. F. Schumacher gibi Batılı düşünürlere referansla kendilerini ifade etmektedirler. Bu yeni entelektüeller yukarıda bahsedilen âlim tipinden tamamen farklıdır. Seküler yazarlarla ve hatta solcu aydınlarla aynı dili kullanırlar.
Üçüncü kategorinin pek temsilcisi bulunmuyor. Bu türü ulema ve entellektüel kimliklerin arasına yerleştirmek ya da bunları diğer iki tipten ayıran önemli özellikleri saptamak mümkün. Fethullah Gülen işte bu sınıfta ele alınabilir. Gülen geleneksel eğitim sisteminden gelse de yaptığı iş arı bilgiyi aktarmak değil, İslam’ı toplumsal bir din olarak yorumlamaktır.
Gülen, kendi mantığını açıklamak için zaman zaman Batı dünyasına göndermeler yapıyor. Bazı konuşmalarında Immanuel Kant’ Tanrının teorik akılla değil pratik akılla bilinebileceğini söylerken, bazen de Toynbee’ye gönderme yapıyor. Kavramları arasına Batı sanat ve edebiyatından öğeler alıyor: iyi ve kötüyü simgelemek için Goethe’nin Faust ve Mephisto’sunu kullanıyor; 1971 askeri müdahalesinin ardından yaşadığı durumu Victor Hugo’nun klasiği Sefiller’in kahramanı Jean Val Jean’ın durumuyla özdeşleştiriyor. Tarihsel bir örneği somut bir biçimde anlatmak için meşhur Amerikan filmi Benhur’a atıf yapıyor.
Bir TV programında devletin bütün üst düzey yetkililerince imzalanan MGK’nın “Şubat Kararları’” (1997) hakkındaki düşüncesi sorulduğunda ise bu durumu Jean Jacques Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesi’ne benzetiyor. Aynı programda Rousseau’nun “sivil din” kavramını çıkarmak zorunda kaldığından bahsediyor. Yine devlet yetkililerinin Abraham Lincoln ’ün düştüğü hataya düşmemesi gerektiğini söylüyor. Bernard Shaw ve Alman Prensi Bismarck’ın Hz. Muhammed hakkındaki övgülerini hatırlatıyor. Bir röportajda Dostoyevski’nin bütün eserlerini ve diğer birçok klasik romanı okuduğunu, Mozart ve Picasso’nun soyutlamalarını sevdiğini söylüyor.
Gülen’in kişisel özellikleri geleneksel âlim tipine pek uymamaktadır. Her ne kadar geleneksel bir eğitim sisteminde yetişmiş olsa da özel bir dini diriliş formasyonu uygular. Batı ile ilgili söylemi oldukça esnektir. Yazılarından emperyalist söyleme karşı bir tavır ve Batı’nın kültürel üstünlüğüne karşı bir eleştiri çıkarılabilir, ancak bütün meseleyi tahakküm ilişkilerine indirgediğini söylemek zordur. Tanrı ve masiva kavramsallaştırmasındaki iyi ve kötü, samimiyet, dürüstlük, iman ve sanat gibi değerler evrensel bağlamda kullanılmaktadır.
Bütün bunlara rağmen Gülen’in genel profili âlim tipine entelektüel figürden daha yakındır. Her şeyden önce Gülen İslami bir cemaatin manevi lideridir. Hareketin mensupları İslam’la ilgili herhangi bir müşkül karşısında kendisine danışırlar. İkincisi, İslam literatüründe âlim Kuran ve Hadis ilmine hâkimdir ve görüşlerini bu kaynaklara dayanarak meşru kılar. Başta söylediklerim onu geleneksel âlim tipinden ayırsa da bu faktörler onu âlim sınıfına yakınlaştırır.
Gülen’in Derin Kimlik Profili: Mistik Özellikler
Aslında Gülen’in dindarlık portresi çok yönlüdür. Dinden anladığı kendi kimliğine soyut bir anlayış olarak yansır. Oldukça ruhani bir tarz söz konusudur. İslami söyleminde Kuran’ın şer’i yorumuna değil batini (içsel) yorumuna ağırlık vermektedir. Hukuk, Kuran’da yalnızca iki defa geçerken, imanın gerekleri ve İslam’ın iç dinamiklerinin sayısız yerde anıldığından bahseder. İnsanın Tanrı’ya kulluğunun içsel yönü hakkında yazdığı Kalbin Zümrüt Tepeleri adlı kitabının ardında bu düşünce yatmaktadır. Özellikle de İstanbul’un üç büyük camiinde (Sultanahmet, Süleymaniye ve Fatih), 1989 ve 1990’da verdiği vaazlar boyunca metafizik üzerine yaptığı vurgu bize “doğulu bir mistik” kimliğini çağrıştırır. Gülen bu vaazlarında batini bir dil kullanmıştır.
Kuran dili olan Arapça’daki ileri bilgisi ve Farsça kelime zenginliği, dilin gramatik düzenini bozmadan, dinleyicilerin yeni simge dünyalarına açılmasına fırsat tanır. Şiirsel anlatımın zenginliği hayatın aşkınlığını vurgulamaya yardımcı olur. Şerif Mardin, Said Nursi’nin “mitsel-şiirsel bütünleşme ile yoğrulan bir lehçe” kullandığından bahseder (Mardin, 1989); benzer bir ifade gücüyle Gülen de gerek yazılarında gerekse konuşmalarında toplumsalı üreten etkinlik adına dinleyicilerini esoterik bir dille motive eder.
Tasavvufi söylemin yükseklerde bir yerde ulaşılması çok zor olan ve aşırı idealize edilerek yaşanır hale gelemeyen durumundan sıkıntı duymaktadır ki, sufi idealin, geleneksel kurumlar durumu olmaksızın geniş perspektifte yaşanmasını arzulamaktadır. Dini yaklaşımda Tanrı ile tam bir yakınlık hedeflenir. Derviş tavrı içinde bedenin arzu ve şehvetleri çarpıcı bir biçimde değersizleştirilir. ‘’Dünyevi tutkular ve bireysellik kutsalın derin okyanusunda gözden kaybolur.
Ancak Gülen’in ‘’mistik profil’’i zahitin dünyadan elini eteğini çektiği bir durum yaratmıyor. İslami söylem kutsal huzurun tepelerinden bir anda dünyaya inebiliyor. Bu kolay geçişin sebebi kutsal ile dünyevi arasında radikal bir ayrımın öngörülmesidir. Bu özelliğinden dolayı Gülen’in asetik kimliği Weber terminolojisi ile ele alınabilir.
Max Weber dünyevi ve uhrevi mistisizm arasında bir ayrım yapmıştır. Dünyevi asetik için bireyin bütün bir toplumsal alanda temel tasarımı kalbini dünyaya açmadan ve dünyaya bağlanmadan ama gene de dünyanın yoğun etkinlikleri yaşamaktır. Bu tanım Gülen’in konumunu tam olarak açıklayabilir. “Uhrevi mistisizm tamamen anti-sosyaldir ama dünyevi mistisizm bu dünyada yaşamı biçimlendiren dini kaygıların en uç noktasını, yani rasyonel ve dini bir ideal imajını simgeler.” Gülen’in dini, akılla da anlaşılabilecek bir sistem olarak ortaya koyması dış dünyaya kolayca katılmanın toplumsal zeminini yaratıyor. Weber’in analizine eşyönlü olarak bu cemaatin toplumsal örgütlenmesi sadece toplumsal-ötesi bir dinin ürünü değildir.
“Dünya ve Biz” genel başlığı altında Gülen, “Sağ ayağımız hakikatin merkezinde, sol ayağımız ise yetmiş iki milletin içinde dönüyor,” diyor ve ekliyor: “Dünya ile ilişkimiz temsil etmeye çalıştığımız elmas değerindeki hakikatleri diğer insanlara da hatırlatmaktan ibarettir.” Burada öğütlenen yol ne dünyadan el etek çekmek ne de soyut bir hakikat âlemine girmektir. Gülen dünyevi işlerin içine dalmayı öğütlüyor ama Weber’in tabiriyle “ne dünya adına ne de dünya için”. Etkinlikler kamusal alanın kurumsal boyutunu dönüştürerek seküler ve özellikle kültürel faaliyetlere yöneliyor.
Prof. Dr. Nilüfer Göle “İslamın Yeni Kamusal Yüzleri” adlı kitaptan yazar:Uğur Kömeçoğlu